En Hayırlı Geçim Kaynağı EMEK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Hikmete binâen; canlısı-cansızı ile bütün mevcûdat, âdeta işleyen bir saat intizamı ile yaratılmıştır. Maddenin en küçük birimi olan atom ve hücreden başlayarak, sonsuz ölçekteki kâinat nizamına kadar bu esas geçerlidir. Mahlûkatın en şereflisi olarak, dünyaya halîfelik vazifesi ile gönderilen insan; bünye itibarıyla da çalışacak, alın teri dökecek bir hususiyette teçhiz edilmiştir. Bu cümleden olarak; zihnen faaliyet göstermeyen bir beynin melekeleri dumûra uğrar; çalışmayan bir vücut hantallaşır; fizyolojik dengesi bozulur, sağlığını kaybeder.

“İşleyen demir pas tutmaz.” diyor atalar sözü; bu mânâyı ifade sadedinde. Fıtratından sapmış böyle bir insan, içtimâî hayattaki vazifelerini îfâ edemez; ne kendisine ne de çevresine hayrı olur. Cemiyet içerisinde bir mevkî kazanamaz; bir parazit, bir kambur olarak görülür; zillete dûçar kalır.

Mâzîden tevârüs edilen bütün eserler, seviyesine göre belirli bir emek mahsûlüdür; göz nûru, alın teri bedelidir. Aradan geçen bu kadar asırlara rağmen; tarihin derinliklerini saran sis perdesi aralanabildiği nisbette, bu eserleri verenler isim isim tanınıyorlar, takdirle yâd ediliyorlar. Onlardan kalan bu hâtıralar, geçen zamanla mütenâsip olarak değer kazanıyorlar; sonraki asırlara devretmek için itina ile korunuyorlar. Cemiyetler fıtratının muktezâsınca çalışan, gayretli fertlerle yükseliyor; kendine mahsus bir medeniyetin çığır açanı veya tekâmül ettireni olarak, izzetle tarih içindeki yerini alıyor. Fıtrî istikametinden sapan, âtıl tabiatlı fertler ise; medenî bir çığır açamadıkları gibi, varsa devraldıkları medeniyeti devam ettiremeyip, tevârüs ettikleri kazancı sefâhat âlemlerinde heder ederek, tarih sahnesinden zilletle çekilip gidiyorlar.

Emeğin en verimli neticeyi hâsıl edebilmesi için, en büyük sermaye olan zamanın en güzel şekilde kullanılmasına ihtiyaç var.

“Vakit nakittir.” demiş atalar kısaca; bu paha biçilemez sermayeyi tarif edebilmek için. Çünkü onun harcanan bir saniyesi; dünyanın bütün serveti verilse, tekrar elde edilemez değerdedir. İnsanın bütün amellerinin; içinde yaşadığı zamanla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatı vardır. İnsanın mahşer gününde hesap yerinden ayrılabilmesi için cevaplandırması gereken «ömrünü nerede geçirdiği; nereden kazanıp nerede harcadığı; vücudunu nerede yıprattığı ve bildikleriyle amel edip etmediği» suallerine hazırlanabilmesi; zamanı iyi kullanmasıyla mümkündür. Ehlullah hazerâtının tavsiye buyurdukları şu altın düsturun bir hikmeti de, daha fazla zaman kazanabilmek içindir şüphesiz: «Az yemek, az konuşmak, az uyumak.» Bu sebeple vakit; insan hayatının bütün safhalarını işaretleyen bir tanzim noktasıdır İslâm’da. Camiler; insanların toplanma merkezleri ve kendi iç dünyalarına dönme, yüce Yaratıcı’ları ile baş başa kalma mekânlarıdır. Onun için ecdad; nesillere hitap eden ve her birini birer sanat eseri olarak inşâ ettiği bu mabedlerin en göze çarpan yerlerine, «vakt»i hatırlatmak üzere, onun baş harfi olan ve o usta hattatların elleriyle çektikleri güzel bir «vav» kondurmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) buyuruluyor.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dînî hükümlerin tatbikatını yaşayarak örnek olması hasebiyle; «canlı bir Kur’ân» olarak tavsif ediliyor. «İnsanın kendi kazandığından daha güzeli olmadığı»nı ifade buyuran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir gün ashâbı ile giderken, boş oturan bir kimseye rastlar ve yanından selâm vermeden geçer. Dönüşlerinde ise aynı kişinin elindeki bir değnekle yere bir şeyler çizmekte olduğunu görüp, bu sefer selâm verir. Bunun sebebini soran ashâbına da, zamanı değerlendirme mahiyetinde «bir şeylerle meşgul olduğunu» ifade buyururlar.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mektebinde yetişen ve O’nunla aynîleşmeyi hayatlarının gayesi bilen ashâb-ı kiram hazerâtı -radıyallâhu anhüm- «herkesin kendi işini kendisi yapması; kimseden bir şey istenmemesi» tavsiyesine o kadar sâdık kalmışlardı ki; atının üstünde kamçısını düşüren bir sahâbî, diğerlerinden onu istemez hâle gelmişti. Çünkü «O en mükemmel örnek»te görülen husus; her işini kendisinin yapmasıydı; hayvanlarına kendisinin bakması, söküğünü kendisinin dikmesi, koyununu kendisinin sağması… gibi.

İnsanın göstermesi gereken gayret ölçüsü ile ilgili olarak;

“İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” buyuran -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in şu mübârek sözleri, çalışmanın keyfiyetini ne güzel açıklamaktadır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbı ile sohbet ediyorlardı. İleride tarlada bir genç kazma-kürek çalışıyordu. Ashabdan bazıları;

“–Yâ Rasûlâllah; ne olurdu şu genç de burada sohbette bulunsa da, Allah yolunda mesâi sarf etmiş olsa…” dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun üzerine şöyle buyurdu:

“–Böyle söylemeyin. Eğer o genç; insanlara el açmamak, onlardan müstağnî olmak, çoluk-çocuğunun nafakasını kazanmak için çalışıyorsa Allah yolundadır. Yaşlı ve zayıf düşmüş anne-babasına yardımcı olmak, onların ihtiyaçlarını gidermek için çalışıyorsa Allah yolundadır. Ancak, din kardeşlerine karşı mal çoğaltmak ve övünmek için çalışıyorsa şeytan yolundadır.” (Beyhakî, Sünen, 7/479)

İnsanlara örnek ve rehber olarak tayin buyurulan yüce peygamberler, el emeğinin bu ulvî değeri sebebiyle; ticaret, demircilik, çobanlık, terzilik… gibi bir meslekte de temâyüz etmişlerdi. Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rızâsını kazanmak gayesindeki bütün sâlih kullar da, kendi emekleriyle geçinmeyi tercih etmişlerdi bu sebeple.

Şanlı medeniyetimizin son temsilcisi olan Osmanlı’da da; şehzadeler, fevkalâde kuvvetli eğitim görüyorlar, vasıflı bir edip ve sanatkâr olarak yetişmeleri yanında, birer meslek de ediniyorlardı. Meselâ Fatih Sultan Mehmed Han bahçıvan, Yavuz Sultan Selim Han ve Kanunî Sultan Süleyman Han kuyumcu, Sultan II. Osman Han saraç, Sultan II. Abdülhamid Han iyi bir marangozdu… Bir merhamet ve şefkat âbidesi olan Abdülhamid Han, savaştan dönen yaralı gazilere kendi yaptığı zarif bastonları hediye etmiş, Yıldız Camii’nin bazı ahşap kısımlarını bizzat kendisi işlemişti.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurdukları gibi; çalışıp kazanmaktan maksat, rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmektir; cemiyet içinde yoksulları, ihtiyaç sahiplerini koruyup kollayabilmektir.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“… Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” (et-Tevbe, 34) buyuruluyor; bu hususla ilgili olarak. Yığılan bu servetin, âhiretteki acı neticesinin dışında; dünyada da göz koyanlardan dolayı, kötü âkıbetlere sebebiyet verdiği muhakkaktır.

Rızkını helâl yoldan elde etmek; hem ibâdet hükmündedir, hem de kendine hayrının olması için şarttır. Haram yoldan kazanılan ise; iki dünyada da felâkete sebep olması yanında, sahibine de bir fayda vermez. Bu öyle kaçınılması gereken bir şeydir ki; hayır yapmaya bile yaramaz. Esasen; hayra nasip de yoktur böyle kirli kazançlarda. İmâm-ı Âzam Hazretleri;

“Bir kazancın nereden geldiğini anlamak istiyorsan, nereye sarf edildiğine bak.” buyuruyor; bu husûsiyetle ilgili olarak.

Basında yer alan şu haber de, çok ibretâmiz misallerden birisidir bu bakımdan:

“Çaycılıkla geçimini temin eden bir şahıs, şans oyunlarında çok yüklü miktarda bir para kazanır. İki sene kadar ortadan kaybolan bu şahıs, sonunda; «İnsanın en iyi kazancı, kendi kazancıymış.» diyerek, bin bir pişmanlıkla tekrar çay ocağına döner.”

Emeğin bu ulviyetine binâen; «çalışanın karşılığının, alnının teri kurumadan verilmesi» emir buyurulmaktadır yüce dînimizde. Bundan dolayıdır ki; diğer cemiyetlerde emekçiler ve iş sahipleri arasında büyük mücadeleler, kavgalar sürüp gittiği, son asırda büyük ihtilâller ve kargaşalar meydana geldiği hâlde, bizim coğrafyamız bu fecâatten masûn kalmıştır.

Selçuklu ve Osmanlı’daki dînî, içtimâî ve iktisâdî muhtevasıyla Ahîlik teşkilâtı; çalışan kesimleriyle birlikte bütün cemiyeti ortak bir paydada buluşturmuş ve çalışma barışını gerçekleştirerek, cemiyetteki huzur vasatını sağlamıştı. Herkes iyi bir müslüman olmaya gayret ettiğinden, karşılıklı münasebetler; dürüstlük, fedâkârlık, emeğe saygı, müsâmaha… gibi fazîletler çerçevesinde cereyan etmiş; yanlış davranışlar iç kontrol usûlü ile daha yerleşmeden bertaraf edilmişti.

Dünyevî (seküler) cereyanların girdabında savrulan günümüz cemiyetlerinde, her kesimin menfaatlerini koruma gayesindeki «sivil toplum kuruluşları» var. Ancak bu teşkilâtların bir kısmı, sahip oldukları bencil zihniyet yapısıyla, insanı ve cemiyeti doğru olarak tanıyamıyorlar; kendi dışındakileri, gerektiğinde yardımlaşılacak dost yerine, alt edilecek rakip olarak görüyorlar; içtimâî barışa katkı sağlayamıyorlar. Hattâ teşkilâtların başındakiler; emeğin gücünü, mensuplarının teveccühünü, şahsî menfaatleri ve siyasî gayeleri için istismar etmekten çekinmiyorlar.

Mârifet, iltifata tâbîdir;
Müşterisiz metâ zâyîdir.

denilmiştir. Yeteri kadar takdir edilmeyen iş, değerini ve verimini kaybeder. Çalışanın işini en güzel şekilde yapması gerektiği gibi; her işin karşılığı da değeriyle mütenasip olarak ödenmelidir bu sebeple. Aksi takdirde; emeğin karşılığı ödenmemiş, kul hakkına girilmiş olur. Ebedî hüsrana dûçar kılan belli-başlı sebeplerden biri de, bu hak gaspı şeklindeki zulümdür.

Günümüzde insanlar, icabında zor da olsa, çalışmaya ne kadar istekliler; emeğin kıymetini ne kadar biliyorlar? Çalışan, bi-hakkın çalışıyor mu? Emeğin değeri, hakkıyla ödeniyor mu? Çalışma barışı sağlanabilmiş midir? Merhum Mehmed Âkif şöyle sesleniyor; «ölü toprağı serpilmiş» miskin ruhlara:

Çalış dedikçe şerîat, çalışmadın durdun;
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun.

Ülkemizin uzun zamandır devam eden gidişâtı ortada iken, bu sorulara müsbet bir cevap verebilmek pek mümkün görünmüyor. Sistemi iyileştirme çalışmaları, durumu belli bir seviyeye kadar düzeltmekle beraber; uzun yılların kökleşmiş problemlerinin ortadan kaldırılması da zamana bağlıdır şüphesiz.

Ülkemizde; bir defa, işini hakkıyla yapanla yapmayanı ayırabilecek, ikisini farklı şekilde değerlendirebilecek sistem, bütün gayretlere rağmen yerleştirilememiştir. Bunun için batı ülkelerinde tatbik edilen «sözleşmeli personel istihdamı»nın bizim gibi ülkelerde verimli olabilmesi için, önce «adalet» mefhumunun zihinlere yerleşmiş olması gerekir. İdeolojik mücadelelerin her şeyin üzerinde olduğu yerlerde bu sistem, faydadan ziyade mağduriyetlere sebep olabilmektedir. Hele de, daha yakın zamanlarda idareye hâkim olan bazı çevrelerin, vehmettikleri tehlikeleri bahane ederek yaptıkları tasarrufla; on binlerce talebenin yüksek başarılarına rağmen okuma haklarının elinden alındığı, imkân bulanların bu fırsatı ancak yurt dışında aramaya mecbur kaldıkları, çok sayıda çalışan insanın işine son verildiği, yurt dışında eğitim görmüş vasıflı birçok insana hizmet imkânı tanınmadığı, hattâ bazılarının vatandaşlıktan çıkarıldığı… gibi hukuka ve vicdana sığmayan garabetler düşünüldüğünde.

Aynı işi yapanların farklı müesseselerde, hattâ aynı yerde bile farklı şekillerde değerlendirilmeleri, yine adalet mefhumu ile telif edilemeyecek bir husus. “Zulüm ile âbâd olanın, akıbeti berbâd olur.” diyor atalar. Yüksek nisbetteki işsizliği fırsat bilerek, emeğin hakkını vermeyen işverenlerin, kul hakkıyla âbâd olunamayacağını da bilmeleri gerekir. İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin şu davranışı bunun için güzel bir misaldir:

“İmâm-ı Âzam Hazretleri bir kadından mal alacaktır; kadın satacağı şeyin değerini bilmediğinden, söz gelişi, yüz akçe ister. Hazret, «bunun değerinin daha yüksek olması gerektiği»ni söyleyince, kadın fiyatı dört yüz akçeye kadar çıkarır. İmâm-ı Âzam, «en iyisi; bilen birisine sorması»nı öğütleyince, kadın değerinin «beş yüz akçe» olduğunu bildirir. Ancak Hazret;

«Bana göre, altı yüz akçedir.» diye buyurarak, ödemeyi ona göre yapar.”

İşini kendi işi gibi benimseyerek en güzel şekilde yapmak; iş sahibinin çalışan üzerindeki hakkı ve onun kazancının helâl olmasının şartıdır. Sadece alacağı ücreti hesap edip, yapılan işin keyfiyetini düşünmemek de bir kul hakkı gaspıdır. Çalışan kesimin mensup oldukları teşkilâtların çoğu, kapıldıkları dünyevî zihniyet sâikıyla; sadece «her ne pahasına olursa olsun; daha fazla ücret koparabilmek» dışında bir gaye gütmüyorlar. Hâlbuki; iki tarafın bulunduğu böyle bir vasatta, hemen ortaya sürülen acımasız «grev ve lokavt» silâhlarından çok daha önce, karşılıklı hak ve vazifelerin gözetilerek çalışma barışının tesisi, umumî menfaatin bir gereğidir.

Hadîs-i şerifte; «kendi için istediğini başkası için de isteme»nin, mü’minin bir vasfı olduğu ifade buyuruluyor. Emeğin hakkının verilmesi, işin en güzel şekilde yapılması; şahsın, kendini karşısındakinin yerine koyarak düşünebilmesinin bir neticesidir. Bu da merhamet, şefkat, diğergâmlık, müsâmaha… gibi fazîletlerle teçhiz olmuş, mevcûdata yüce Yaratıcı’nın nazarıyla bakabilen, âhireti aklından çıkarmayan gönül adamlarının harcıdır. İçtimâî barışın tesisi, fertlerin helâl kazanca sevki için; cemiyeti dünyevî cereyanların yakıcı tesirinden korumak; onun, «adaleti mülkün temeli» sayan «yüce değerler manzûmesi»nden beslenmesini sağlamaktan başka çare yoktur.