HUZUR VE HUŞÛ FARKI

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Ecdat yâdigârı tarihî camilerde kıldığım namazla, günümüzde büyük meblâğlar sarf edilerek ve özenilerek inşa edilen camilerde kıldığım namaz arasındaki huşû farkını her yerde dile getirmese de düşünüyor; «Acaba mimarlar, ustalar, işçiler, maddî kaynağı sağlayanlar samimîliklerinden mi kaybettiler?» diyordum.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin hazırladığı Sır ve Hikmet -2- eserini okurken sorumun cevabını buldum ve rahatladım:

“Huzur ve huşû farkı varsa, sebebi sarf edilen paranın helâliyeti nisbetinde aramalı. Bir de inşâsında kul hakkına riâyet edilip edilmediğine bakmalı.

Tarihî bir misaldir:

Kanunî Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii inşâ edildikten sonra; mimarlar, kalfalar ve bütün işçilerle helâlleşmiştir. O büyük sultan ki, caminin inşâsı sırasında kullanılan hayvanlar için şu tâlimâtı yazdırmıştı: “Yorgun hayvan dinlendirilecek ve aç bırakılmayacak.”

Konumuz «alın teri», konuyu işveren ve çalışan açısından ele alarak örneklerle anlatmaya çalışalım. Alın teri; toplumdaki huzur, ibâdetimizdeki huşû ile orantılıdır.

Çözüm:

«Kur’ân-ı Kerîm’in rûhunu yaşamak ve yaşatmak.»

Çalışan ve çalıştıran İslâmî ölçülerin içinde hareket ederse, mes’ûliyetini bilirse, çalışma hayatında problem kalmaz. Yanlışlar karşısında korkusuzca konuşacak insanların olması ve kanunların adaletli bir şekilde yerine getirilmesi önemlidir.

Hazret-i Ömer; mü’minlerin emîri olduktan sonra, mes’ûliyetinin ağırlığından dolayı, hüzün ve endişe içindeydi.

Onu bu hâlde gören ve üzüntüsünün sebebini öğrenen Huzeyfe -radıyallâhu anh-;

“–Bu mu seni üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığını gördüğümüzde seni düzeltiriz!” dedi. Halîfe, buna çok sevindi ve Huzeyfe -radıyallâhu anh-’a sözünü yeminle tekrarlattı ve;

“–Allâh’a hamdolsun ki, içimizde, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni îkaz edecek kardeşlerim var.” diyerek şükretti. (Sır ve Hikmet -2-, s. 127)

İşverenlerin, idarecilerin çevresinde olanlar yanlışları söylemeyip sustukları için; idareciler, çalıştıranlar veya çalışanlar mes’ûliyetlerinin farkında olamıyorlar.

Yanlışları, kimler korkmadan söylemeli? Olaya şahit olanlar.

İçtimaî konularda; gazeteciler, program yapanlar, medya patronları, -konusuna göre- ilim adamları, dînî ve tasavvufî konularda söz sahibi olanlar…

Hazret-i Mevlânâ;

“Şems-i Tebrizî’den bir tek şey öğrendim. Bana dedi ki: «Dünyada bir üşüyen varsa sen de üşü. Zira üşüyen varsa ısınma hakkına sahip değilsin. Bir muzdarip varsa, sen de muzdarip ol.»” buyuruyor.

Bir başka örnekle düşünmeye çalışırsak;

“Müslümanın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadîsini hatırlarız.

OKULLAR AÇILIRKEN

İstanbul’da zor bir bölgede olan bir okul, Anadolu lisesine çevrilir. Kazanan yeni öğrenciler, değişik bölgelerden gelecektir. Normal lise öğrencileri de bitirene kadar aynı okulda okuyacaktır. Bunu istemeyen terör yanlısı odaklar; liseye yeni gelen öğrencileri korkutmak için, velilerin gözleri önünde, okulun içinden çıkarak camları yere indirir, ellerini-kollarını sallayarak çıkar giderler.

Mes’ûliyet ve alın teri açısından düşünelim:

Böyle bir bölgede okul açılırken emniyetten yardım istemeyen idare, bunu düşünmesi gereken ilçe Millî Eğitim Müdürlüğü, bölge kaymakamı… dalgınlıklarının faturasını nasıl ödeyecek? Bu durumu gören öğrenciler, yarın nasıl endişesiz okula gidecek?

Şüpheli ürünler Gümrük ve Ticaret Bakanlığına bildirilmeli:

Kalem kutuları, kalemler, boyalar, silgiler, su mataraları, çantalar, ayakkabılar sayamayacağımız kadar çok çeşitte. Bazılarının yapısında kanserojen maddelerin bulunabildiği ve velilerin dikkat etmesi gerektiği, şüphelenince Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Tüketicinin Korunması Müdürlüğüne bildirilmesi gerekir, deniyor. Velinin işi zor. Oysa şuursuz üreticiyi cezalandırıcı ve caydırıcı önlemlerin alınması veliyi rahatlatacaktır.

İnsan sağlığını, çocukların sağlığını tehlikeye atan üretici, alın teriyle kazanıyor, sayılır mı? Onların kanun koyuculardan ve uygulayıcılardan çekinmesi gerekmez mi? Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim KILIÇ;

“Yasalardan ziyade, bunları tarafsızca uygulayacak temiz vicdanlı hâkimlere ihtiyaç var.” diyor.

Yalnız temiz vicdanlı hâkimler ve idarecilerle iş bitmiyor. Temiz vicdanlı işverenlere de ihtiyaç var.

Her gün birkaç şehid verilen bir ülkede muzdarip olmamak mümkün mü? Asker ve polislerimiz, vatanı korumak uğruna canlarını veriyorlar. Biz, evlerimizde biraz üzülüyoruz, belki de çok üzülüyoruz. Üzülmek yeter mi, düşünmek zorundayız. Şehidlerin aileleri (eşleri, çocukları, anne-baba, kardeşleri), hayatlarının sonuna kadar maddî kaygı düşünmeden rahat yaşamalıdır. Onlardan biri üşüyorsa, biz alın teriyle kazandığımızı evimizde rahat yiyemeyiz. Çareleri aramayan bizler, sivil toplum kuruluşları, basın, idareciler bu vebâlin içindedir.

Son günlerde, elektrik faturalarındaki kaçak elektrik bedelinin tüketiciden nasıl alındığı haberlerini ve kaçak elektrik hikâyelerini okuyoruz. Bazı bölgelerdeki hayvan barınakları bile elektrikle ısınıyormuş. Bir memur, işçi, şehid veya emeklinin evinde hanımlarımız; bir çörek yapmak için fırını kullanıp kullanmamayı düşünüyor. 2015 yılına kadar böyle olacağını yetkililer söylüyor. Kaçak elektrik meblâğı, şehid ailelerine dağıtılırsa biz tüketiciler de vebalden kurtuluruz. Her vatandaş, kendi projesini basın yoluyla duyurmalı.

“Ben inancımı yaşıyorum, marka giymekle övünüyorum.” diyen işverenlerimize kimler ulaşacak? O işverenin hocası durumunda olan bir beye;

“–Beyefendiyi program sonunda uyardınız mı?” dediğimde hayretle;

“–Hayır!” demişti.

O, lüksün içinde. Muzdarip olan işçisinin, memurunun üzüntüsünü nasıl duyursak?..

«İnancımı yaşıyorum.» diyen kesim, medya sektöründe de sözü geçer duruma geldi. Başörtüsü yasağını dile getiren bazı televizyon ve gazetelerin tesettürlü hanımlara daha az ücret verdiğini herkes biliyor ve dile getirmiyor. Çünkü onlar ucuza çalışmak zorunda ve başka yerde çalışamıyor.

Yıllar önce yaşadığım iki hâtıramı paylaşmak isterim. Oldukça meşhur bir radyoda iki ay program yaptım, taksiyle gidip geldim. Benim için ön konuşma önemlidir.

Konuşmam, yazmam, program yapmam ücretsizse benim için problem değil. Mesele bir kitleye ulaşmak, kendimce bildiklerimi seyirci, dinleyici veya okuyucuyla paylaşmaktır.

Ancak bir konuşma ücret üzere yapılmışsa, verilen bir söz vardır; taraflar, o sözü yerine getirmelidir. Bunu müdürlüğe bildirdiğimde, elime bir zarf tutuşturdular. Yol ücretlerinin dökümünü yazdım, artan cüz’î miktarı da zarfa koydum. Bir de mektup yazdım ve tekrar taksiye binerek gittim. Müdüre zarfı uzattım, okudu, yüzü kıpkırmızı oldu, ayağa kalktı. Masada duran Kur’ân-ı Kerîm’i bana uzattı ve;

“–Helâlleşelim.” diye elime verdi:

“–Yeni bir helâlleşme yöntemi mi?” dedim. Başka bir şey söylemeden oradan ayrıldım. Yıllar sonra doçent olmuş, benim olduğum yerde başı önündeydi. Oysa ben, unutmuştum.

Aileme mahcup olmamak için, birkaç altın satarak;

“–Radyodan aldım.” diye eve getirmiştim. Rahmetli annem;

“–Yorgunluğunun bedeli bu muydu?” dediğinde susuyordum.

Muhafazakâr kesimden bir televizyonda da benzer bir olay yaşamıştım.

Günümüze gelelim; bir arkadaşımız, yazdıklarının telifini alamamıştı. Bir başka arkadaş;

“Keşke bana sorsaydın, «ücretsiz yazayım» de, nasıl olsa almayacaksın.” demişti.

Niçin basın sektörüne girmiştik, anlamış değilim. Yazarlara gelince, doğruları söyleyemiyorlarsa, yazmanın anlamı var mı? «Alın terimizle kazanıyoruz.» diyebilirler mi?

Örneklerimiz, hikâyelerimiz çok. Çalışan açısından değerlendirmelerimizi yapalım. «Darbeler» diye yazan yazarlarımız, acaba geçmişteki övgü dolu yazılarını hatırlıyorlar mı? O devirlerde benim yaşadığım bir hikâye:

Evimizi yeni badana yapmıştık. Akşam, sular kesilmiş; üst komşumuz musluğu kapamadan çıkmış; su gelince akmaya başladı. Komşu evde yoktu. Annem bir anda üzülmüş olacak ki, ertesi gün, dayanılmaz ağrılarla uyandı. Sırtında sivilceler oluşmuştu. Askerî hastahânenin doktoru annemi dinlerken, bir taraftan telefonla konuşup, şakalaşıyordu ve öğle tatili gelmişti. Biz, son hastaydık. Reçeteye tek kalem bir ilâç yazdı. Hastalığın teşhisi için de bir şey söylemedi. Biz ayrılırken telefonla konuşması devam ediyordu.

Hastahâne eczanesi bir kâğıt içinde ismi cismi olmayan bir ilâcı elime tutuşturdu. Hayretle;

“–Nedir bu?” diye sorunca;

“–Askerî aspirin.” dediler.

Eve geldik, bir başka devlet hastahânesine gittik. Doktor;

“Zona (sinir ucu iltihabı)” dedi. İlâçlar verdi, bazıları deriye sürülmek içindi. “Bir hafta su ve sabuna değmeyecek!” tembihatında bulundu.

Annemi eve getirdikten sonra, koşarak askerî hastahâne başhekimliğine gittim. Sıkıyönetim devriydi. Nöbetçi beni içeriye almak istemedi. Başhekimin kapısı açıktı ve yanında misafirleri vardı. Sesim yüksek çıkınca içeri alındım. Olayı anlattım. Verilen cevap;

“–Bu kadar hastanın içinde ne yapabilir?” olmuştu.

Çantamdan aspirini çıkarıp masaya koydum:

“–Siz kullanırsınız! Ancak masanızda oturup misafirlerinizi ağırlayıp, denetim yapmıyorsanız bunun hesabı sorulur!

Ben de öğretmenim, 70 kişilik sınıfta ders yapıyorum. Aldığım maaş belli. Bir gün az bulursam ayrılırım. Öğretmen olduğum sürece görevimi yapmak zorundayım…” dedim.

Bütün bunlar olurken; «Beni hapse atarlarsa ne yaparım?» diyor ve avukat isimleri hatırlamaya çalışıyordum. Buna benzer sıkıyönetim hikâyelerim çok.

Çalışmadan kazanmak isteyenlerle mücadele etmezsek sayıları çoğalır. Üşenmeden başhekimi tanıyan bir avukat ağabeye olayı anlattım. Bir ay sonra doktor oradan alınmıştı.

Devlet; her kuruluşa, her iş yerine bir müfettiş koyamaz. Kontrolü halk yüklenmelidir. Neden yüklenmiyor? Korkularla yaşıyoruz. Ben;

“Korkunun ecele faydası yok!” diyen bir ailede yetişmiştim. Dedem, Çanakkale’de şehid olurken vatanın korunması görevini bana devretmişti. Vatanın korunması her zaman savaşla olmaz, mânevî mücadeleyi kazanmak zorundayız…

Yahya bin Muâz’ın sesine kulak verelim:

“Ey ilim sahibi kişi,

Konaklarınız, Bizans İmparatorlarının köşklerine,

Evleriniz, kisrâların saraylarına,

Binekleriniz, Kārûn’un bineklerine,

Kıyafetleriniz Câlût’un süslü kisvelerine,

Hayat tarzlarınız, şeytanın hayat tarzına,

Yok oluşunuz, inkârcıların perişanlığına,

Yönetiminiz, Firavun’un idaresine,

Kadılarınız ehl-i dünya hâkimlere,

Dünyadan ayrılışınız, câhiliyye ölümüne benziyor.

Peki, Muhammedîlik bunun neresinde?!.” (Sır ve Hikmet 2, s. 31)