ÇOCUK VE EDEBİYAT ÜZERİNE…

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Edebiyatın aslı «edeb»dir. Edeb; Arapça kökenli bir kelime olup, çok geniş anlamlar içerir… Edeb; nefsini tanıyıp had bilmek, kibri kırarak tevâzua sarılmak, hayâ ve vefâ sahibi olmak, kısaca güzel ahlâk anlamına gelir…

Velîlerden Seriyy-i Sakatî der ki:

“Edep aklın tercümanıdır. Herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar edeplidir…”

Edebiyat ise; söz ve yazı bakımından ahlâkî yanlışlıklara düşmeyi önleyen, söz ve yazıyı güzel ahlâk üzere bina eden ilim olarak nitelendirilebilir…

Recâizade Mahmud Ekrem’e göre edebiyat; «fikirleri terbiye edici, vicdanı arındırıcı» bir sanat dalıdır…

Şinâsî, edebiyatı «insana iyi huy öğreten fen» olarak; Namık Kemal ise, «faydalı bir eğlence» olarak yorumlar…

Dar anlamda edebiyat; duygu ve düşünceleri söz veya yazı hâlinde güzel ve etkili olarak anlatma sanatıdır. Geniş ve genel anlamda ise; «Bir milletin tüm yazılı eserleridir…»

ÇOCUK EDEBİYATI VE ÇOCUK EDEBİYATÇISI…

Çocuk edebiyatı diye ayrı bir edebiyat türü var mı? Olmalı mı?.. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Eğer böyle bir edebiyat var veya olmalıysa, normal edebiyatçıların dışında bir de çocuk edebiyatçısı kavramı ortaya çıkmaktadır…

«Edebiyat» kavramını, hedef kitle olan «insan» unsuru bağlamında belirli yaş safhalarına ayırmak ve bunlara göre adlandırmak -bana göre- doğru bir yaklaşım değildir.

Çocuklar için ayrı bir edebiyat türü düşünmek; sanki gençler için, orta yaşlılar için, hattâ ihtiyarlar için başka bir edebiyat arayışına sürükler. Daha ileri giderek; kadınlar için edebiyat, erkekler için edebiyat gibi bir kavram kargaşasını doğurur…

Bana göre edebiyatın muhatabı insandır. Hangi yaş ve konumda olursa olsun…

Denilebilir ki; Sartre’ın «Bek-leyiş»ini, Tolstoy’un «Diriliş»ini, Steinbeck’in «Fareler ve İnsanlar»ını bir çocuğun körpe dimağı kavrayabilir mi? Biraz zor… Ama bu dediklerimi, ömrünce bir oturuşta tek bir kitap sayfasını sonuna kadar okuyamamış birçok okur-yazar «ihtiyarlar» da kavrayamaz…

Elbette çocukların belirli yaş gruplarında rahatlıkla kavrayabilecekleri, onları sıkıp bunaltmayacak eserlerin seçiminde itina göstermek gerekir. Ancak, «hedef kitle çocuktur» diyerek; iki heceli kelimeler, üç kelimelik cümleler, özele endekslenmiş konular, ille de mesaj verme gayreti gibi gayretkeşliklerle çocuklar asla hafife alınmamalıdır…

Cervantes’in «Don Kişot»u çocuklar için yazdığını kim iddia edebilir? «Guliver’in Seyahatleri»ni, Jonathan Swift çocuklar için mi yazmıştı?..

Bir Ömer Seyfeddin’imiz var… Rahmetlinin sanırım hikâyelerinin toplamı 122 veya 124’tür… Hepimizin defalarca zevkle, bazen göğsümüz kabararak, bazen burnumuzun direği sızlayarak okuduğumuz hikâyeler bunlar… Merhumun toplam hikâyelerini on-on ikişer olarak tasnif edersek, on veya on iki kitap eder. Ama kitap isimlerine bakarsak, sayı birkaç katına çıkıyor. Telif yasasına göre ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçti ya… Her hikâyesinin adı bir kitaba ad olmak üzere, birkaç hikâyesi bir kitapta toplanarak, kitap sayısı 124’e kadar çıkarılabilir istenirse… Ömer Seyfeddin’in, hikâyelerini çocuklar için yazdığını söyleyebilir miyiz? Bunlardan önemli bir kısmını çocuk yaştakiler de okuyabilir elbette. Çok da iyi olur. Fakat «Beyaz Lâle», «Horoz» ve «Yüksek Ökçeler» gibi hikâyeleri, ben bu yaşımda ancak içimden ve kendi kendime okuyabiliyorum. Biraz kızarak, biraz kızararak… Ömer Seyfeddin hikâyelerini ayrımsız olarak öğrencilerine tavsiye eden öğretmenlerimizi de, «çocuk klâsikleri» adı altında bu hikâyeleri incelemeden yayınlayan yayıncılarımızı da anlamakta zorlanıyorum…

Bu ayrı bir dert… Bir de bazı edebiyatçı ve yazarların, «çocuk yazarı» diye ayrılıp ayrıştırıldığını görüyoruz. Ben şahsen, «çocuk yazarlığı» diye bir yazarlık düşünemiyorum.

Ne zaman «çocuk yazarı» dense, elimde olmadan aklıma «berber çırakları» gelir…

Bir mizansen…

Adam; özünden bir parça olan, geleceği emânet edeceği ipek saçlı, beş-altı yaşındaki oğluyla berber dükkânına giriyor. Usta, adamı koltuğa buyur ediyor. Sonra da yapmacık bir iltifatla çocuğu, çırağının usta (olmayan) ellerine teslim ediyor. Koltuğun dayanak kollarına bir tahta yerleştiren çırak, eline aldığı iki numara makineyle, çocuğun ensesinden başlıyor o ipek gibi saçları kesmeye. Daha doğrusu yolmaya…

Ensesinden bastıran el, çocuğun çenesini göğsüne gömerken; yüzündeki acı ifade, çırağın öfke ile karışık mutlu yüz ifadesiyle örtüşmüyor… Arkadaşları sokakta oynarken, iradesi dışında «berber çıraklığı»na zorlanmış o çocuk da, tıraş ettiği ve mutlu sandığı çocuktan hıncını almaktadır aklınca…

Oysa babanın kafa derisi daha kavî, saçların yarısına yakını dökülmüş ve dağınık, üstelik acıya karşı daha dayanıklıdır. Bu mizansende usta ile çırağın neden yer değiştirmediğine bir türlü akıl erdiremedim yıllar yılı… Demem o ki; çocukların sırma saçları, büyükler için ustalığını ispat etmemiş ya da edememiş berberlere asla teslim edilmemelidir…

Peyami SAFA, Muzaffer İZGÜ, Gülten DAYIOĞLU ve adlarını buraya alamadığım çok değerli usta yazarların çocuklar için de yazmış olmaları sevindiricidir…

Biz masallarla büyüdük. Kaf Dağı’nı ve onun arkasındaki sırlı dünyayı hep merak ederek, düş ve düşüncelerimizi Zümrüdü Ankā kuşunun kanatlarıyla yelpazeledik. Hep iyiler yoktu masallarda. Çatal dilli yılanlar, alev üfleyen ejderhâlar, yedi başlı devler, padişahlar, prensesler, kısaca güzeller ve çirkinler, iyiler ve kötüler hep bir aradaydı. Gerçi birçoğunda iyiler kötülere galip getiriliyordu. Fakat yine de aklım bazı yerlere hep takılı kalıyordu…

Hasta ve yetim çocuğa yardım eden, ona yiyecek ve giyeceğinden veren «uslu çocuk», her ne kadar bu iyiliğinin mükâfatını görüyor olsa da, benim aklım hep o hasta ve yetim çocukta kalıyordu. Kendimi onunla özdeşleştirip, onun adına düşünüyor ve onun duygularını çözüp, anlamaya çalışıyordum.

Bana göre ayrı bir çocuk edebiyatı ve çocuk yazarı yoktur. Çocuklara yönelik, çocukluklarını unutmamış usta edebiyatçılar ve onlar tarafından ortaya konmuş veya konması gereken seçkin bir edebiyat vardır. Ya da olmalıdır…

Çocuklar için çocuklaştırılmış ayrı bir edebiyatın olabileceğini düşünmek, çocukları hafife almak demektir. Çocuklara yönelik edebiyat, çocukça yaklaşım ve düşüncelerin ürünü olamaz ve olmamalıdır. Onlar çakıl taşı değil, insan ufaklarıdır. Elleri, dilleri, mendilleri küçüktür. Ama düşleri, sevgileri, umutları çok büyüktür. Onları geleceğe hazırlarken; taşa gül diken ermişle, dev yiyen dervişi birlikte anlatmalıyız. Rüzgârın fırtınaya, suyun sele, kıvılcımın yangına dönüşebileceğini de bilmeliler diye düşünüyorum. Çocuklar, hayatın sürekli güzellik ve mutluluklarla dolu olmayacağını şimdiden öğrenmeli, varlığa da, darlığa da hazır olmalıdırlar… Bunlar; belli yaş dönemlerine göre, acı ilâcın şerbet içinde eritilerek verildiği gibi verilmelidir. En önemlisi, verilmek istenen «mesaj» çocuğun körpe dimağına kıymıklı bir kazık gibi çakılmamalı; güzel Türkçemizin ve edebî sanatın mûsıkîsinden de çokça fedâkârlık yapılmamalıdır…

Edebiyatın her dalında yazan biri olarak; şiirde de, nesirde de sanat ve estetik kaygısıyla bir hayli zorlanır, kendimle kavga ederim. Ama şunu samimiyetle belirteyim ki; ne zaman çocukları düşünerek, onlara yönelik bir şeyler yazmaya yeltensem, göğsümün sol boşluğunda devinen tomurcuğun yaprağına küçük bir kelebek konuverir… İşte o andan itibaren kâğıdım o kelebeğin kanadıdır ve kalemim bu hassas zeminde hareket etmek zorundadır… Bilirim ki, çocuklara yönelik bir edebiyat «çocuk oyuncağı» değildir…

Çocuklar; yazılmamış bir kâğıt, işlenmemiş bir topraktır. Ne yazarsak onu okur, ne ekersek onu biçeriz… Unutmamalıyız ki, o minik ellerinden tuttuğumuz çocuklar geleceğimizin elinden tutacak olanlardır…