ALIN TERİ VE ABDEST…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Ülkemizde acı bir hakikat var.

Esnaf, ticaret ve ziraat erbabı arasında dindarlık daha yaygınken, iş ve emek dünyasında bu nisbet azalıyor. Elbette genelleme yapmamalı, fakat ortada bir vâkıa var.

Bunun çeşitli sebepleri sayılabilir.

1. Yakın tarih… Sınıflardan oluşan bir cemiyet geçmişimiz yok. Sanayileşmemizi taklitle sürdürürken, ortaya çıkan işçi sınıfımız da batı tarzında propagandalara maruz kaldı.

Yakın tarihimiz iş ve emek dünyasının sömürüldüğü komünizm ve sosyalizm propagandalarıyla geçti. Bu İngiliz, Rus ve Siyonist menşeli akımlar çok açık bir şekilde dîne cephe almıştı. Gelenekten gelen devlet anlayışı ve mülkiyet hakkı gibi yapıları himaye ettiği için; dîni düşman bilen bu cereyanlar, işçi sınıfını dîne soğuk bakmaya sevk etti.

Aynı gerekçeler, küçük farklılıklarla; ülkemizin batı bölgelerinin tarım sektörleri ve tüm yurtta tahsillerini, ezanın bile aslının yasak olduğu devirde tamamlamış memur, bürokrat ve iş adamı sınıfları için de geçerlidir.

2. Belirttiğimiz gibi, geçmişte işçi sınıfının var olduğu bir sanayi toplumu değildik. Ancak asırlar öncesinde esnaf ve zanaatkârlarımız vardı ve onların çok güçlü gelenekleri de mevcuttu. Ahîlik ve sonrasında lonca teşkilâtı, iş ahlâkını, işçi ve işveren münasebetlerini, hak ve hukukunu, dahası âdâbını düzenliyor ve tasavvuftan gelen mânevî bir otoriteyle düzgün bir çizgide muhafaza ediyordu.

Sâmiha AYVERDİ, o günleri şöyle anlatıyor:

“…Müslüman Türk îmânının bir zaferi demek olan Ahîlik, Anadolu’da iktisâdî ve içtimâî hayatla el ve iş birliği hâlinde çalışan ve hukukî münasebetleri düzenleyen hattâ sırasında siyasî bir otorite kuvvetini hâiz olan bir teşkilâttı.

Öyle ki Ahîlik her şeyden evvel kuvvetini tasavvuftan aldığı için, dayandığı sağlam prensiplerin hesabını müşahhas bir merkeze vermek sûretiyle kendi kendini kontrol esasına dayanarak bünyenin içten-dıştan hâsıl edeceği bakterileri temizleyerek çürümenin önüne geçerdi.

Şehirlere, kasaba, köy ve uçlara kadar yayılmış olan Ahî teşkilâtının zâviyeleri vardı. Bu zâviyelerin kapısı ise başta devlet büyükleri, âlim, şair, çiftçi, esnaf, tüccar, zengin, fakir her sınıf insana açıktı. Fakat Ahîlik bilhassa esnaf ve tâcirler için bir ahlâk, emek ve meslek sigortası demekti. Zira her türlü sanat ve iş sahipleri bu ocağın kefâleti, himâyesi ve terbiyesi altında an’aneleşmiş ahlâk prensiplerinin gölgesinde huzurlu, istikrarlı, verimli hayatlarını yaşarlardı.

Bu teşkilât, patron-işçi münasebetlerini âdeta ilâhî ve kutsî bir muamele hâline getirmiş olarak her iki tarafı birbirinin menfaatine bekçilik ettirirdi. Sermaye nasıl hürmete lâyık bir kuvvet ise, emek de kezâ saygıdeğer bir başka kuvvetti. Bu yüzden de iş verenle iş alan arasında asla bir zıddiyet ve düşmanlık olmaz, belki karşılıklı anlaşma, sevgi ve kerem esasına dayanan bir beraberlik hüküm sürerdi.” (Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, s. 62)

Ayverdi, bu müesseselerin âkıbetini ise şöyle dile getiriyor:

“Tarihî tekâmül ve inhitâtını adım adım bilmediğimiz Ahîliğin sanayî ve ticaret hayatımıza yâdigâr bıraktığı ocakların an’ane ve terbiyesi; tesirini bir hayli kaybetmiş olmasına rağmen, Tanzîmat sonrasına kadar lonca adı altında gene de tarihî seyrine devam etmiştir. Fakat maalesef kapitülâsyonların iktisâdî ve ticarî hayatımıza açmış bulunduğu yaralar devam ede dururken; İngiliz hâriciyesinin, Palmerston’un gayreti ile Türkler’e imzalattığı 1838 Ticaret Muâhedesi İngiltere için alabildiğine müsaadeli ticaret imkânları açarken; aynı zamanda loncaların zayıflamasına da sebep olarak iktisâdî hayatımızı, bu son derece sağlam teşkilâtın kolu kanadı altından çıkarıyordu. İmalâtta kalitenin düşmesi ve ticaret ahlâkının kapalı sınıf disiplin, terbiye ve karakterini kaybederek bozulması, uğranılan zararların başında sayılabilir.” (Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, s. 62-63)

Tanzîmat’tan beri batılılaşma yolunda atılan adımlardan her kesim mânevî yaralar aldı. Diğer kesimler toparlanırken, iş kesimi neden geride kaldı?

3. Din sosyolojisinde, inancın maddiyatla irtibatı da araştırılır. Dîni, insanın sosyal evriminin bir parçası gören, ateist sosyal bilimciler, insanlığın tabiî âfetlerden korkarak, sığınacak bir varlık aradığı için dîni icat ettiğini söyleyecek derecede inançsızlıklarını sözde ilmî çalışmalarına yansıtmışlardır.

Şüphesiz, Mâbûd-i bi-hakk olan Cenâb-ı Hak, her türlü lütuf ve ihsanı veren, her türlü şer ve zarardan koruyan yegâne yalvarılacak ve sığınılacak makamdır. Fakat inanç, menfaat ve sığınma duygularından arındıkça ve yüceldikçe kıymetlenir.

Menfaat veya emniyet hissiyle beslenen îmanlar, menfaatin kısılması veya emniyetin tehdit edilmesiyle sarsıntı geçirir. Emniyetin düzelmesi ve menfaatin düzenli hâle gelmesiyle de şımarma meydana gelir:

“(Kullarım!) Rabbiniz, lütfuna nâil olmanız için denizde gemileri sizin için yüzdürendir. Doğrusu O, sizin için çok merhametlidir.

Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. (Sadece O’na yalvarır, yakarırsınız. Fakat) O; sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski hâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür.

O’nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.” (el-İsrâ, 66-68)

Aslolan, asıl zarar ve hüsran olan cehennemden, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk’ın gazabından selâmet bulmak için; O’nun esas kazanç ve sürur yurdu olan cennetini, daha doğrusu rızâsı ve cemâlini arzu etmek ve bu yolda istikrarlı, devamlı olmaktır. Şartlar değiştikçe inanç, amel ve tavırda muvâzeneyi bozmadan, doğru çizgi üzerinde gitmektir.

Hakk’a daha yakın olan evliyâ, daha ağır belâlarla imtihan edilir. Âşık-ı sâdık olan hakikî kul, ne cennet tasası ne de cehennem kaygısıyla îman eder. Mükâfat vereceği yahut azaptan koruyacağı için değil, hattâ emrettiği için de değil; O, mâbud, kendisi de O’nun kulu olduğu için kulluk eder.

Fakat insan tabiatında inanç ve kulluk ile menfaati celp etme, korkudan emin olma/sığınma duygularının yakınlığı büsbütün inkâr da edilemez. Nitekim Kureyş Sûresi, bu duyguyu bir sebep göstererek, Kureyş kabîlesini kulluğa davet eder:

“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar; kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 1-4)

Ticaret ve tarım kesimlerinde, rızkın takdîr-i ilâhî ile irtibatı çok daha net görülür. Yağmuru yağdıranın, bir ticarî fırsatı onca rakip içinde o kişinin karşısına çıkaranın yüce Rezzak olduğunu idrak etmek çok daha kolaydır. Kulluk edersem; rızkım genişler, duâ etmeye yüzüm olur, yağmur yağar, mahsul bol olur, müşteri gelir, gibi günübirlik hesaplarla da olsa, metafizik âlemle bir irtibat kurulur.

Ancak sabit bir aylığı, abus bir patron yahut muhasebe elemanından, biraz da hayıflanarak ve kahırlanarak alan işçi için; bu, dindarlığa teşvik edici tecrübe söz konusu değildir.

Hele de hakkını alamadığı düşüncesindeyken… Hele de hakkını gasp ettiğini düşündüğü; adına patron, devlet idarecisi veya esnaf denilen kişilerin ekseriyâ dindar, muhafazakâr olduğunu göre göre, bu kesimlerin geniş bir şekilde dîne teveccüh etmeleri nasıl beklenir?

Fakat, ilk müslümanların ekseriyetini, fakir-fukarâ ve köleler oluşturuyordu. O toplumda, gözlerini fakir müslümanlardan ayırmaması, mahcubiyetten de olsa, yüzünü onlardan çevirmemesi Kur’ân’la ihtar edilen bir peygamber vardı. Canlarını hiçe sayan fakir sahâbîler yanında, Hazret-i Ebûbekir gibi mallarını fukarâ ve kölelerin imdadına koşmakta harcayan zenginler vardı.

Bugün kanadın biri aksıyor mu?

4. İlk maddede saydığımız sol propaganda malzemesi; roman, hikâye ve senaryolarda bir klişedir: Hacı bakkal yahut hacı ev sahibi… Kazıkçı, cimri, merhametsiz, menfaatperest ve dindarlığı da riyâkârâne olan bu hacılar, bir tarafıyla kirli propagandanın abartılı motifleridir, fakat diğer taraftan da ikinci maddede sebeplerine temas ettiğimiz köksüzlüğün ve neticesindeki yozlaşmanın acı hakikati…

Yine ilk maddede dile getirdiğimiz yakın tarihteki kamplaşma sebebiyle; dindarların komünizm karşısında yer alarak, kapitalistlermiş gibi kalmaları… Geleneksizlikle de birleşince, her şey gibi dinlerini de batı tarzı, kapitalist bir anlayışla yaşamaları, sürdürmeleri…

Ticaret ahlâkının bozulmasına Sâmiha AYVERDİ, iki Rum bakkalın arasındaki Hâfız Bakkal’ı misal verir. Siyaseten müşterilerine çok iyi davranan iki Rum bakkalın arasında, abus çehreli, müşterisine iltifat etmeyen, ilgisiz, soğuk, katı bir adam… Ona şöyle çıkışır:

“Ey Hâfız Bakkal; «Allah kisbedenleri sever» hadîsini duymadım, diyemezsin. Sen nasıl Kur’ân ezberleyip hâfız olmuşsun? Nice âyet var ki helâl kazancı ve ticareti övmekte bulunuyor:

“… Allah; alışverişi helâl, ribâyı (fâizi) haram kılmıştır…” (el-Bakara, 275)

“Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay hâline!” (el-Mutaffifîn, 1)

(…)

Ey Hâfız Bakkal, hiç mi geçmişi düşünmedin de karanlık ve küflü dükkânında surat asıp tembel tembel oturmaktasın? Eğer ticaret mesleğine kısaca göz atmış olsaydın bile, zâviyelerinde güleryüzleri, tatlı dilleri, hünerleri, mârifetleri, terbiyeleri ve edepleri ile çevrelerini hoşlayan Ahî kardeşlerine benzemeye çalışırdın.

Hadi diyelim ki Ahîlik tarih sandukasına gömüldü, loncaları da mı inkâr edeceksin? Ben senden en az yirmi yaş küçüğüm. Senin karanlık ve kuytu dükkânını bildiğim tarihlerde loncalı esnafları da bilmekte idim. Dürüst, edepli, çalışkan ve etrafına güzellik, nimet ve bereket saçan bu esnafları görmediğini söyleyemezsin.” (Küplüce’deki Köşk, s. 66-67)

Günümüzde yakındığımız dindar ve muhafazakâr olan; fakat ne çalışanı, ne de müşterisi nezdinde hayranlık uyandıran bir şahsiyet intibâı bırakabilen, bilâkis, dinden soğutan, sakala sövdüren insanlar için…

Üretmek yerine kopyalamayı, çalışmak yerine çalmayı, işçisine hakkının üstünde ikramlarda bulunmak yerine, alın terinden tırtıklamayı seçen insanlar için şu sualleri biz de soralım:

“Bilmem ki seni, yeniden bu tarihî ve fazîletli yoldaki susuzluğunu gidermek bâbında, şevk ve gayrete kim getirecek?

Hele kirli kazanca iltifat etmenin bir cehennem ateşi olduğunu sana kim anlatıp öğretecek?” (Küplüce’deki Köşk, s. 66-67)

Evet, kim?

İş ve emek erbabının diğer kesimlere nisbeten dînî heyecanı yaşamada geri kalmasının sebeplerinden sonuncusu:

5. İhmalimiz…

Yukarıda saydığımız maddelerin hepsi kendi paylarınca hakikat…

Emekçi kesimin mâneviyatıyla oynandığı doğru…

Bunda geleneksizlik ve tarihten kopukluğun rol oynadığı bir gerçek…

Dînin sosyal ve vicdanî tarafını yaşamayan ve yaşatmayan patronların varlığı da bir hakikat…

Fakat işin bize bakan bir tarafı da var. Biz bu kesime ne kadar el uzattık?

Doksanlı yıllarda çift kutuplu dünya yıkılırken, ticarî, iktisadî, malî davranışlarımızda kapitalizmin galibiyetini mi ilân ettik?

Mülkiyet hakkı, haktı da, sâil ve mahrumun hakkı ne idi?

Asgarî ücret mi?

Piyasa îcaplarıyla, dînimizin «yediğinden yedirmeyi, giydiğinden giydirmeyi» emreden hitapları arasında cömertliğimiz değil, hakşinaslığımız hangi çapta oldu?

Maddîsi böyle, ya mânevî alâkamız?

Küllerinden dirilen dînî, ahlâkî müesseselerin, maddî ihtiyaçlar sebebiyle daha ziyade esnaf ve tüccar çevresinde kurulduğu bir gerçek. Kaz gelen yere hizmet bol bol götürülürken, çalışan kesime ilgi biraz esirgendi mi?

Müesseselerde ihsanları, atâları görülen zenginlerin, iş ve emek sahasındaki hataları görülmedi, görmezden mi gelindi?

Ümmetin, milletin evlâtlarını, kurslarını, camilerini samimiyetle dert edinen muhafazakâr ticaret ve sanayi erbabı; acaba çalışanlarının inanç dünyasını akıllarına getirmekte ihmalkâr mı davrandı?

İşçilerimizin ferdî plânda alın terini, içtimâî plânda abdestlerini ihmal mi ettik?

Bugün ülkemizin en büyük problemi olan terörün altında dahî bu maddî-mânevî ihmalimiz olabilir mi?

Sizi bilemiyorum. Fakat ben cami, kurs, ilâhiyat ve benzeri dînî müesseselerin inşaatlarında çalışan cumasız belki de boy abdestsiz işçileri görmeye devam ettikçe bu soruların cevaplarında pek iyimser olamayacağım.