İDEAL BİR NESLİN FÂRİK VASIFLARI -2-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

SADÂKAT VE AHDE VEFÂ

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, sonra ashâb-ı güzîn ve selef-i sâlihînin vazgeçilmez hasleti, doğruluk ve sözünde durmak:

Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren mü’minlerin vasıfları arasında;

“Yine onlar, emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8) buyurur.

Bir başka âyet-i kerîmede;

وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُلاً

“… Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, mes’ûliyeti gerektirir.” (el-İsrâ, 34) buyurulmaktadır.

İnsan, evvelâ elest bezminde Rabbine verdiği kulluk sözünü tutmalıdır. Bu sözün şümûlüne; kullara karşı verilen sözlerin yerine getirilmesi, Hakk’a olduğu gibi halka karşı da yalan ve hıyânete tevessül edilmemesi dâhildir.

Yüce ahlâkını Kur’ân-ı Kerîm’in tebrik ettiği Peygamber Efendimiz; kavminin bütün kabîleleriyle kendisini katletmek üzere evine saldırdığı günde dahî, uhdesine daha önce bırakılmış emânetleri sahiplerine sâlimen ulaştırmak vazifesini aksatmıyor, hicret için yurdunu terk ederken Hazret-i Ali’yi emânetleri sahiplerine vermek üzere vazifelendiriyordu.

Kendisine tâbî olmayan müşrikler bile koca Mekke’de yalnız O’na itimat ediyorlardı.

Peygamberlik vazifesinden önce de, el-Emîn sıfatıyla tanınan Efendimiz; ashâbını da bu şuurla yetiştirdi.

Sadâkat ve emânet şuuruna sahip nesiller; ümmeti oldukları Peygamberler Sultanı gibi, düşmanları tarafından dahî takdir ve tebrik edildiler. Doğruluk ve güvenilirlikleri, kâfirler tarafından dahî îtiraf edildi.

Uhud Harbi sırasında müşrik kumandanı olan Ebû Süfyan, Hazret-i Ömer’e;

“Ben sana kendi adamlarımdan daha fazla güvenirim!” diye sesleniyordu.

Hayber Yahudileri mağlûp olduktan sonra, müslümanlara ait olan tarlalarda yarıcı olarak ortak olmuşlardı. Yıllık mahsulün hesaplanması konusunda gösterdiği titizlik ve adâlet sebebiyle Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-’tan rahatsız oldular. Ona rüşvet teklif ettiler. Karşılarında sadâkat ve dürüstlüğün mücessem hâlini görünce, sarsıldılar ve hayran hayran şu sözleri söylediler:

“İşte bu adâlet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta duruyor.” (Muvatta, Müsâkât, 2)

Aynı doğruluk ve istikamette giden Osmanlı da, Bizanslı bir asilzâdeye şunu söyletti:

“İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Yine bu adâlet ile Lehistan’da;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, darb-ı mesel hâline geldi.

Fetihleri kolaylaştıran en büyük âmil; halkın bu adâletli, halkı Hakk’ın emâneti olarak gören İslâm kahramanlarına hüsn-i kabul göstermesiydi. Çünkü o şerefli nesiller, kalelerden önce kalpleri fethediyorlardı.

Çünkü biliyorlardı ki;

MÜLKÜN ESASI: ADÂLET

Geçmişten yarınlara, hayırlı ve fazîletli nesillerin şiarı, doğruluktan olduğu gibi adâletten de şaşmamaktır.

Zulüm ve haksızlık, bir mü’minin hayatında yer bulamaz. Zerreleri tartan hassas mîzâna, en küçük vakayı dahî zapteden amel defterine, kul hakkına, hesaba, Sırât’a, hülâsa âhirete îmân eden bir mü’minin; ne nefsine ne de başkasına zulmetmesi düşünülemez.

Âhiret mîzânında hüsrana uğrayanlardan olmamak, iflâstan kurtulmak için; dünyada adâlet terazisine riâyet zarûrîdir. Kul hakkı, mü’minin âzamî titizlikle kaçınacağı bir husustur.

Cihana adâlet tevzî eden ecdâdımız, gayrimüslimlerin de bulunduğu büyük coğrafyalarda; tebaalarından muhabbet, hürmet ve itâat görmüşlerdir.

İslâm’ın cihana getirdiği, adâlet, saâdet ve huzûru, gayrimüslim filozof, tarihçi ve devlet adamlarından birçoğu îtiraf etmiştir.

Fransız tarihçi Lamartine şöyle diyor:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

Yine; batılı bir mütefekkir Thomas CARLYLE da şöyle demekte:

“Başında taç ile gezen hiçbir kral, hırkasını yamayan Muhammed kadar dünyada itibar, şeref ve haysiyet bulmadı.”

Cihanda, büyük fetihler gerçekleştiren, büyük imparatorluklar kuran nice devlet ve hükümdar gelmiştir. Fakat o büyük hükümranlıklar, çoğu kez krallarının gözleri önünde inkırâza uğramıştır. Sahâbe devrinde ve akabinde gerçekleştirilen fütuhatta İslâm dairesine giren iklimler ise, asırlarca süren onca haçlı saldırısına rağmen ekseriyet itibariyle 14 asırdır müslüman kalmıştır.

Müslüman zulmetmediği gibi zulme rızâ da göstermez. Zulmün ortadan kalkması ve adâletin tecellî etmesi için, hiç kimseden korkmadan elinden gelen gayreti ortaya koyar.

Zira;

Hakkı tutup kaldırmak ve adâleti tecellî ettirmenin yegâne yolu:

ŞECAAT VE CESARET

Şecaat; yiğitlik, bahadırlık, kalp metâneti ve tehlike esnasında cesaret göstermektir.

Şecaatin esası, Allah Teâlâ’nın takdirine rızâ ve teslîmiyettir. Bu sebeple kadere îman ve Allâh’a tevekkül eden bir müslümana, korkaklık ve zillet asla yakışmaz. Esas hayatın âhiret olduğu şuuruyla, can ve malın âhiret sermayesi olduğu idrâkiyle; şehâdeti, en yüksek mertebe bilerek yaşayan bir mü’min, Cenâb-ı Hak’tan başkasından asla korkmaz, hayatı boyunca da dîni, îmânı, vatanı ve milleti uğruna büyük bir şecaat sergiler.

Cenâb-ı Hak, aşk ile kendini ateşe atan pervâneler misali Allah yolunda canlarını fedâ eden sahâbenin cesaretini şöyle methetmiştir:

مِنَ الْمُؤْمِنٖ۪ينَ رِجَالٌ صَدَقُوا
مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ
وَمَا بَدَّلُوا تَبْدٖ۪يلاً

“Müminler içinde Allâh’a verdikleri sözde duran nice yiğit erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzâb, 23)

Ölümü hiçe sayan, dünyevî kaygıları ardına atan, ilâhî takdire rızâ, teslîmiyet ve tevekkül içindeki yiğitler; dünden bugüne nice muazzam fetihlere, zaferlere ve nice müthiş müdafaa destanlarına kanlarıyla imza attılar.

Tâlût’un ordusundan Bedir’e, Mûte Destanı’ndan Malazgirt’e, Haçlı Seferlerinden Çanakkale’ye, müslüman orduları dâimâ karşılarındaki düşman sürülerinden kat kat az olarak harp meydanlarına atıldılar. Din, namus, vatan ve ümmetin birliği söz konusu olduğunda, kendi canlarından kolayca ferâgat ettiler. Bu şecaatle, şehâdete talip oldular. Şehâdet için duâ ettiler. Evlâd ü iyallerini Allâh’a ısmarladılar.

İhlâslı, samimî niyetleri, adâletli-hakkāniyetli muameleleri bu cesaret ve şecaat ile birleşince, ecdâdımızın devirleri, şairin;

A‘sâr elimin çizdiği mecrâdan akardı,
Üç kıt‘ada mağrûr atımın izleri vardı…

mısralarıyla anlattığı, ihtişam içindeydi.

Ancak zalime karşı şiddetli, izzetli bu nesiller, Hakk’a karşı hiçliklerini, mü’min kullara karşı alçakgönüllü kardeşliklerini hiçbir zaman unutmadılar.

HİÇLİK VE TEVÂZU

«Hiç» lâfzı, benlikten sıyrılmayı ifade eden bir kelimedir. Çünkü ilâhî esrardan bir nasip alabilmek, nefsânî arzulardan sıyrılabilmekle başlar. Dolayısıyla mânevî tekâmüllerin başlangıç noktası, «hiç»e varabildikten sonradır.

İnsan «hiç»likten geldi. Bütün istîdatlar, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu.

Var olmak, insan olmak, müslüman olmak, Peygamberler Sultanı’nın ümmetinden olmak…

Hiçbiri hak edilmiş, kazanılmış husûsiyetler değil…

Hepsi lütuf…

Îmân ettiysek, O -celle celâluhû- hidâyet etti…

İbâdet ettiysek, gönlümüze iştiyâkı O diledi… Kabul edip etmeyecek olan da O…

Hizmet ettiysek, başardığımız şeylerde, tevfîk Allah’tan… Bizi o işte memur kılan da O…

Âyet-i kerîmede;

“İbâdu’r-Rahmân (yani Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği has kulları) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkān, 63) buyuruluyor.

Bir başka âyet-i kerîmede insana, kendi hakikati anlatılarak, gururun mânâsızlığı şöyle hatırlatılıyor:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)

Bir mü’min, mânen kemâle erebilmek için evvelâ tevâzu sahibi olmalıdır. Zira kendini mükemmel kabul edenler, kusur ve eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o kusurların varlığını kabul etmezler.

Nasıl affedicilik, kudret ile birlikteyken mânâlı ve hakikî olursa, tevâzu da, izzet, makam ve mevkî zamanında anlaşılır. Bizim muhteşem zaferlerle dolu tarihimiz, tevâzuun eşsiz misalleriyle doludur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; yıllarca eziyet gördüğü, alaya alındığı Mekke şehrine fetih ordusunun kumandanı olarak girerken, mağrur bir edâ takınmamış; bilâkis, şükür hâlinde, devesi üzerinde secde hâli arz etmiştir.

Kudretli padişah Yavuz Sultan Selim de, zaferlerle dolu şark seferinden dönüşünde, şehre gündüz vakti girmeyi münasip görmemiş, halkın evlerine çekildiği gece vaktini beklemişti. Tevâzu hâlinde gönlünden şu mısralar dökülüyordu:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,
Bir velîye bende olmak, cümleden âlâ imiş…

Yine bu sefer esnasında Şeyhülislâm İbn-i Kemâl’in atının ayağından sıçrayan çamurlar kaftanını kirletince, herkes azametli padişahın öfkeleneceğini sanırken, o şu mütevâzı sözleri söyledi:

“Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!”

Günümüzde kılık-kıyafet, marka-etiket bahsinin ne derece gösteriş yapma, caka satma vasıtası kılındığı malûmdur. Câhiliyyede de buna benzer kibir tezâhürleri vardı.

Unutmamalı ki;

İnsan yaratılış itibarıyla sevip hayran olduğu kimseleri örnek almaya ve kabiliyetleri ölçüsünde onları taklit etmeye meyyaldir.

İnsanlar için en mükemmel örnek şahsiyetler, peygamberler ve onların izinde yürüyen sâlih zâtlardır.

Hem milletimizin hem de bütün cihanın hasreti, ancak o izde yürüyebilen bir avuç insan yetiştirilmesidir.

Yani kendini Hakk’a hasretmiş, gönlünü mahlûkata engin bir şefkat ve merhamet dergâhı kılmış, rûhundan âlemlere rahmet taşıran bir avuç insan…

Sahâbe gibi, ecdâdımız gibi yetiştirilecek böyle bir nesil, mânâsız modalara hiç iltifat etmeyecek, her şeyiyle hem İslâm asâlet ve nezâfetini, hem de mü’min tevâzuunu sergileyecektir.

Bu noktada içte ve dışta, nefsinde ve çevresinde esecek her türlü rüzgâra karşı da metânetle sabredecektir.

Çünkü, ideal bir neslin en mühim vasıflarından biri de;

Sabretmek…

SABIR…

Sabır; değişen maddî ve mânevî şartlar karşısında muvâzeneyi bozmamak, îtidâli muhafaza etmek, dengeli olmak, tahammül göstermek, aklın ve dînin gösterdiği yolda sebat etmektir.

Sabır zarûrîdir…

İtâatte, ibâdette devamlılık için sabır…

İsyana karşı, nefse ve nefsânî arzulara karşı sabır…

Musibetlere, çilelere, belâlara karşı; rızâyı zedelememek, gönül hoşnutluğunu zedelememek için sabır…

Varlıkta, nefsânî arzulara temâyülün arttığı imkânlar içinde; ayağın kaymaması için sabır…

Yoklukta, fakirliğin küfre yaklaştığı hengâmda; îtikadı sarsmamak, haram yollara tevessül etmemek için sabır…

Mü’minlerin Annesi Âişe -radıyallâhu anha-, anlatıyor:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile doymadan âhirete intikāl etti…” (Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)

Dünya imtihanının zorluklarına karşı Allah’tan yardım istemek için sabır…

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)

“… Sabredenleri, müjdele!” (el-Bakara, 155)

“Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10)

Bize İslâm’ı ulaştıran o şanlı sahâbe nesli, bilhassa Mekke devrinde ilk müslüman olan fakir-fukarâ müslümanlar nice çileler çektiler. Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’ın sırtında yıllar sonra kızgın demirlerin izleri durmaktaydı. Hazret-i Bilâl; karnında iri kaya kütleleri, dilinde; «Ehad! Ehad!» zikriyle karşıladı o çileleri.

Günümüzde çileler geçmişe göre az… Hayat daha kolay… İmkânlar daha geniş… Bugün en çok ihtiyaç duyulan sabır, isyanlara, günahlara düşmeme sabrı… En büyük cihad olan nefse karşı verilen sabır savaşı…

Nesillerin bugün en büyük imtihanı, bu…

Nefsi dizginleyebilmek…

Nefsin emrinde hiçbir fedâkârlık, gayret ve zorluk çekmeden, canının çektiği gibi sere serpe yaşamanın bir meziyet olarak telkin edildiği ve bunu garanti altında tutmak için nefse hürriyetin putlaştırıldığı bir devirde, başka bir istinat bulamadan, çelik bir irade sergilemek ve nefsi dizginleyebilmek…

Dünden bugüne en mühim haslet…

Ahlâkın en büyük, en seçkin ve en göze görünür şubesi de; nefsin şehvetlerine sabır gösterebilenlerin harcı:

İFFET VE HAYÂ

İffet, nefsi her türlü şehvetlerden ve süflî arzulardan muhafaza etmektir. Bu, insana ait bir husûsiyettir. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran en mühim vasıftır. İffetin kaybedilmesi; insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkātın durumuna düşmek demektir.

Îmandan bir şube olan hayâ ise; kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak, tavır ve davranışlarda ölçülü olmak, herhangi bir işte haddi aşmamaktır. Hayâ duygusu bütün hayırların temeli, her türlü kötülük ve çirkinliğin zıddıdır.

Cenâb-ı Hak, iffet sahibi kullarından şöyle bahseder:

“O (felâha eren mü’minler), iffetlerini korurlar…” (el-Mü’minûn, 5)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- iffete o kadar ehemmiyet vermiştir ki, kadınlardan bilhassa iffetlerini muhafaza hususunda bey‘at almıştır. Bütün mü’minlere hitâben de;

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve namusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikâk, 23)

Câhiliyye devri, iffetsizlik ve hayâsızlık açısından tam bir bataklık hâlindeydi. Bugün de âlemi çevirmek istedikleri, dünya çapında bir câhiliyye. Hemen hemen her eve giren televizyon ve internet, ruhlara zehir serpmektedir. Ailecek seyredilen menfî programlar, hayâ perdesini yırtıyor. Gözler zinâya alıştırılıyor. Sokakta, okulda, işyerinde ihtilât ve lâubâlîlik had safhada…

Mü’minler, hayâ ve iffeti muhafaza hususunda acziyete düşmeden, gerekli her türlü çalışmayı ortaya koymak mecburiyetindedirler.

Bu hususta en güzel düsturu İmâm-ı Şâfiî Hazretleri vermiştir:

“Kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

Evlâtlarımıza öğretmemiz gereken nice ilim, okumalarını bekleyen nice eser var. Meşgul olabilecekleri nice İslâmî sanat mevcut. Başlı başına hizmet faaliyetleri sonsuz bir meşguliyet sahası.

Bütün bu alâkalardan hiçbirine yönlendirilmemiş bir gencin, bugün elinde telefon, önünde internet varken meşgul olacağı şey ne olabilir?

Elbette, lehviyat ve menhiyat… Yani boş, bâtıl, iki cihan için faydasız uğraşlar, sonra da Allâh’ın gazabını mûcip yasaklar ve haramlar…

Hülâsa; nesillerimiz kendilerini bekleyen ukbâya hazırlık içinde, gayret içinde, ibâdet içinde, hizmet içinde bir ömür geçirmelidir. Bunun temini için, onlara ibâdeti, hizmeti, Allah yolunda gayreti sevdirecek faaliyetlerin ehemmiyeti de büyüktür.

Bütün ahlâkî hasletleri tek tek saymak mümkün değildir. Ancak son bir ahlâkî vasıf vardır ki, insanın bütün fiiliyatında en doğru, en yerinde tavrı belirlemesine yardımcı olur:

ÎTİDAL

Yüce Rabbimiz bütün kâinâtı, muazzam bir denge ile yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu dengenin gözetilip muhafaza edilmesi emredilir. O hâlde, hayatta îtidâli yakalayabilmenin en mühim yolu, ilâhî emirler istikametinde yaşamaktır. Allah Teâlâ’nın çizdiği sınırların hâricine çıkıldığında, denge kaybolur, her şey kargaşa ve fesâda sürüklenir. Buna işaret eden âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪ٖيزَانَ
اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْمٖ۪يزَانِ

“Allah semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçüyü) koydu. Öyleyse, sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“İşlerin hayırlısı, îtidâl üzere olandır.” buyurur. (Beyhakî, Şuab, V, 261)

Cenâb-ı Hak, dînî ve dünyevî her hususta ifrat ve tefrite düşmeden îtidâl üzere hareket etmemizi emreder.

Akıl, gadab, şehvet gibi kuvvetler; ifrat ve tefritte rezil sıfatlara sebep olurken, îtidâlinde fazîlet kıvâmını bulurlar.

Sahâbeden, tâbiîne, oradan her devirdeki zirve İslâm şahsiyetlerine, güzîde nesillerin en mühim husûsiyetlerinden biri de; hayatlarını Allah Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesiyle mîzân ederek îtidâl ve teennî içinde sürdürmeleriydi.

İlk bakışta hayırlı görünen hususlarda dahî, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, aşırılık ve taşkınlığa müsaade etmemiş, meselâ; bütün günlerini oruçlu geçirmek, hiç evlenmeden ibâdetle meşgul olmak, her gün hatim indirmek gibi hususlarda ashâbına izin vermeyerek, kendi sünnetine tâbî olmalarını emretmiştir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

يَا اَيُّهَا الَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَیِ اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ۪ وَاتَّقُوا اللّٰهَ
اِنَّ اللّٰهَ سَمٖ۪يعٌ عَلٖ۪يم

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin! Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.” (el-Hucurat, 1)

Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i, «vasat ümmet» yani «mûtedil / istîdatlı ümmet» diye vasfederek de bu hasletin ehemmiyetine temas etmiştir.

Yâ Rabbî, bizleri ve nesillerimizi Kur’ân-ı Kerîm’inde methine mazhar olan ashâb-ı kiram gibi, has kullarının fârik vasıflarıyla mücehhez eyle!..

Evlât ve ahfâdımızı, cihana adâlet ve şahsiyet tevzî eden, rûhundan rahmet taşıran muhterem ecdadımız gibi ideal bir nesil hüviyetinde yetiştirebilmeyi bizlere nasip ve müyesser eyle!..

Âmîn!..