O DİLERSE…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Öğle vaktiydi. Turgut Bey evde yoktu. Fatma Hanım, yeğeni Orhan’la mezarlığa ziyarete gidecekti. Onlar; Orhan’ın izin günlerinde kabristana gidiyorlar, hayatla ölümün kucaklaştığı o esrarengiz iklimde gönüllerine açılan ebediyet penceresinden ötelere bakarak tefekkür ediyorlar, Kur’ân-ı Kerim okuyorlardı.

Evden sükûnet içinde çıktılar.

Yolda Fatma Hanım, içindeki bir merakı dile getirdi:

“–Orhan evlâdım, senin de dikkatini çekiyor mu? Bu sıralar amcan eskisi gibi hır-gür çıkarmıyor artık. Kendi içine kapandı. Kötü bakışları da kaçamak bakışlara dönüştü. Sessizce evden çıkıyor, sessizce geliyor. Onun sessizliğindeki dili henüz çözemedim. Hayra mı alâmet, şerre mi, bilemiyorum…”

Orhan da aynı duygular içindeydi:

“–Yengeciğim, hakikaten ondan hiç beklenmeyecek, asla umulmayacak bir değişiklik var üzerinde. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, ben de çözemedim. Vicdanı mı yeşeriyor, başka bir şey mi var, henüz meçhul. Tam emin değilim fakat, ben müsbet bir gelişme gibi seziyorum. İnşâallah hayırlı bir neticeye dönüşür.”

“–İnşâallah.”

Orhan saatine baktı:

“–Yengeciğim, bugün biraz geç kaldık. Yûnus Dede’nin sohbet saati yaklaştı. Kabristan ziyaretini sohbet sonrasına bırakmak daha doğru olacak.”

“–Hay hay evlâdım…”

Huzur içinde Hüdâyî kapısına yöneldiler. O gün Yûnus Dede’nin yüzü daha bir başka mütebessimdi. Çok güzel bir tecellînin bahar güzelliği içinde çiçeklenmiş memnuniyet ve şükrü vardı. Zaten ilâhî nûra ayna misâli olan çehresinde bu letâfet, bir mânevî câzibe merkezi hâlinde herkesi kuşatıyordu. Yine tane tane konuşmaktaydı:

“Kıymetli kardeşlerim,

Hiçbir hayırlı gelişme hakkında ümitsiz olmayın. Olmaz demeyin. En beklenmedik ve en umulmadık mevzularda bile eğer Cenâb-ı Hak dilerse, neler olmaz ki!

O dilerse, kaskatı taşların içinden bile nice billûr şelâleler akıtmıyor mu? Akıtıyor.

O dilerse, ateşi gülistana çeviriyor.

O dilerse, bıçaklar kesmez oluyor.

O dilerse, en olmazlar dahî olur hâle geliyor.

Bu bakımdan;

İnsanları yüce dergâha yöneltmek hususunda hiç kimse hakkında; «Bundan ümit yok!» ifadesini kullanmamalı. Sadece elimizden gelen vazifeyi yapmaya bakmalı. Sonrası Allâh’a ait. Eğer günahkâr veya gafil kul, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine muvâfık bir ışık yakalayabilmişse; eğer Hak lütfunun tecellisine mazhar olabilecek küçücük de olsa güzel bir adım atabilmişse; o zaman öylesine bir rahmet kapısı açılıyor ki ona, iki dünyaya bedel.

Ashâb-ı kiramdan niceleri, hep bu şekilde hidâyet ve rahmet kevserini içmediler mi?

Onların içinde öyleleri vardı ki, kimse hidâyete nâil olabileceklerini düşünemezdi. Ancak yüce Mevlâmız; «Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar.» (ez-Zümer, 53) buyurmakta.

Bu itibarla;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; muhtereme kızı Zeyneb’i hicret esnasında deveden düşürerek vefâtına sebep olan azılı İslâm düşmanı Hebbâr bin Esved’e; Mekke fethine kadar müslümanlara her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil’e; Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’ye ve hattâ amcasının cesedini parçalatıp ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e bile tebliğ kapısını kapatmamıştır.

O kapının farkına varan nice cânîler bile merhamet âbideleri hâline dönüştü. O kapının farkına varan nice günahkârlar ve mücrimler de af ve mağfirete nâil oldu. O kapının farkına varan nice cehennemliklere bile cennetin sekiz kapısı birden açıldı.

Hâsılı;

Bizim vazifemiz, yüce Mevlâmız’ın muradına göre hizmet ve gayret. Olmaz demeden, ümitsizliğe kapılmadan gayret ve hizmet.

O zaman göreceksiniz ki;

Hidâyetten hiç nasibi olmayıp da isyan girdabında boğulup gitmekte olan zavallıların içinden niceleri kurtuluş sahiline kulaç atacaktır. Onlardan niceleri de görecek ki, Hakk’a teslîmiyetten başka çare yok. Dünyada da yok, âhirette de yok!

Tek çare, O…”

Sohbet devam ederken yine en arka saflarda bir direğin arkasında başı önünde bir hüzünlü gönül vardı. Geçen gelmiş, şimdi tekrar gelmişti. Yine görünmeden gitmek için geride saklanabileceği bir yere oturmuştu. Diz üstünde hiç kıpırdamadan dinlemişti. Sohbetin sonuna doğru yine sessizce camiden ayrılırken gözleri bulutlanmıştı. Seller gibi aktı akacak bir vaziyetteydi. Hafif sesle mırıldandı:

“Mübârek insan, ne güzel anlatıyor. Sanki hepsini bana söyledi. Benim derdimin tercümanı oldu. İçimdeki düğümleri tek tek çözdü. Haftaya tekrar gelmeliyim…”

Onun camiden çıkışından beş dakika sonra sohbet de bitmişti. Fatma Hanım ile yeğeni Orhan, anlaştıkları üzere kabristana doğru yöneldiler. Sohbetin feyzi ve mâneviyâtı, gönüllerini yine huzur ile yoğurmuştu.

Fatma Hanım iç çekti:

“–Orhan’ım, bugün sana sorduğum suâlin cevabını aldım ve anladım galiba.”

“–Evet yengeciğim, Yûnus Dede, yine ince bir hakikati dile getirdi.

Mezarlığa geldiklerinde Nasipli Şevket de oradaydı. Kabristanın girişinde içeriye dikkatli dikkatli bakıyordu. Orhan selâm verip sordu:

“–Hayrola Nasipli kardeşim?”

Nasipli Şevket, şaşkınlık ve sevinç karışımı bir hâl içinde ileriyi gösterdi:

“–Bak orada kimi göreceksin?”

Fatma Hanım, Orhan’dan önce fark etti:

“–Turgut Bey!”

Orhan da fark etti. Evet, amcası Turgut Bey mezarlıktaydı. İlk defa. Üstelik yıllardır hiç hatırlamadığı ve emânetine hor baktığı kardeşinin mezarı başında. Hafif bükülmüş vaziyette idi. Elleri, gökyüzüne açılmış iki tevbe çanağı gibiydi.

Yine Nasipli Şevket konuştu:

“–Benim gibi. Benim uyandığım gibi o da burada uyanmakta. Yûnus Dede’nin sohbetinin özeti işte: O dilerse, cehennemî kışlar bile yemyeşil bir cennet baharına dönüşüyor.”

Fatma Hanım’la Orhan da aynı cümleyi söyledi:

“–O dilerse…”

Sessizce yaklaştılar. Orhan, amcasına hafifçe selâm verdi. Turgut Bey; bir anda yanında karısını, yeğenini ve çok kızdığı Şevket’i görünce, başını önüne eğdi. Ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. Bülbül olsa bile uzun uzun anlatamayacak bir hâl içindeydi. Hatırına sohbetteki cümle geldi. Derin bir nefes aldı ve başını kaldırarak durumunu hafif bir sesle özetledi:

“–O dilerse…” dedi.