SABIRLA KORUK HELVA, DUT YAPRAĞI ATLAS OLUR

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Çocukluk yıllarımı hatırlarken, nedense Orhan Veli’nin mısraları gelir aklıma;

Çocuk gönlüm kaygılardan âzâde,
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket,
At üstünde mor kâküllü şehzade
Unutmaya başladığım memleket…

Şakağımda annemin sıcak dizi,
Kulağımda falcı kadının sözü,
Göl başında padişahın üç kızı,
Alaylarla Kaf Dağı’na hareket…

Aradan yıllar geçerken çocukluk hâtıralarımız daha güzelleşir, şiiriyet kazanır. Benim neslim, çocukluk yıllarını; masallar, hikâyeler, bilmeceler, uzun havalar dinleyerek yaşadı. Televizyonların, bilgisayarların olmadığı yıllardı. Dedeler, nineler komşu teyzeler folklor pınarıydı. Bir taraftan onları dinlerken, evimizin başköşesinde duran radyodan, devrin en güzel şarkılarını ve türkülerini dinlerdik. Şanslı çocuklardık. Farkına varmadan bir pınarın başındaydık; kana kana içtiğimiz suyla, ruh dünyamız farkına varmadan zenginleşiyordu.

Rahmetli babamın sesi, hâlâ kulaklarımda; yüksek sesle Kur’ân okuyor. Yûnus, Âkif, Rıza Tevfik sevdiği şairler arasında. Anlamını bilmeden; tekrarlanan mısraları, duâları ezberliyorum. Bazı mısraları söylerken, renkli gözleri pırıl pırıl oluyor, nemleniyor. Sebebini anlayamıyorum. Çocuk dünyamda bildiğim «babaların ağlamayacağı»…

Babam Harputlu. Annem, İstanbul’dan Elazığ’a gelin gidiyor. Mesafeler uzun, haberleşmenin mektupla yapıldığı yıllar… Hasret, uzun uzun yazılan mektuplarla dile geliyor. Annem, çocukluk ve genç kızlık yıllarını geçirdiği İstanbul’a hasret. Babam ise İstanbul âşığı. Bir gün İstanbul’a yerleşmek ümidiyle yaşıyor ve benim liseyi bitirmem bekleniyor. Liseye gittiğim yıl, babam aramızda değil. Nazlı annemi bana emânet ederek hayata vedâ ediyor.

Çocukluk günlerimin bayramlarını hatırlıyorum. Hazır giyimin olmadığı yıllarda annelerimizin Sümerbank basmalarından, pazenlerinden renk renk elbiseler diktiği; yünlerden hırkalar, kazaklar ördüğü günler… Babamın büyük bir dikkat ve özenle yazdığı bayram tebrikleri, nedense zarfları bana yazdırırdı. Yazım güzel olmadığı hâlde, zarf üstünü bana yazdırma sebebini anlayamazdım, biraz da zor gelirdi. Yıllar sonra mektup ve tebrik kartlarının hayatımdaki yerini anlayabilmiştim. Babam, farkında olmadan, bayramlarda tebrik yazma alışkanlığını bana kazandırmıştı.

Uzun uzun nasihat etmezdi. Bazen bakışlarıyla anlaşırdık. «Alt dudağın söylediğini üst dudak duymaya», «Söz gümüşse, sükût altındır.» ve benzeri nasihatler.

Duyduklarımı, komşuların söylediklerini anneme bile anlatmazdım. Geçen yılların içinde, duyduklarımı paylaşmamanın faydasını görmüş, dedikodulardan uzak kalmayı becerebilmiştim. Yılların içinde haksızlıklarla mücadele ederken, konuşmanın boş olduğunu hissettiğim zaman susarak, bakışlarla konuşmanın güzelliğini de babamdan öğrenmiştim. Anneme bir konuda «hayır» diyemediğim zaman susardım, bakışlarımdan ne demek istediğimi anlayan annem;

“Öğretmen öğretmen bakma. Ben bu bakışların anlamını bilirim.” derken, annelerimize gözlerimizle bile «hayır» diyemezdik.

Babamın emekli olduğu yıllarda, sevdiği mısraları defterine yazdığını hatırlarım. Yazılan mısralar, söylenen dörtlükler, anlatılan hikâyeler; daha sonraki yıllarda hayatımı etkileyecek, edebiyata olan ilgimi pekiştirecekti. En önemlisi, farkına varmadan İslâmiyet’in güzelliklerini öğrenerek yaşamamdı.

Âşık der; incitenden,
İncitme incitenden…
Kemalde noksan imiş,
İncinen incitenden…

dediği zaman ne demek istediğini anlamazdım.

Yıllar sonra Elazığ Lisesinde okurken, çok değerli öğretmenimiz bize; tasavvuf edebiyatını anlatıyordu. Şanslı öğrencilerdik. Şiiri sevenlerle sabahları bir saat ders yapardık. Şiiri sevenler derse katılırdı. Hocamız dîvan şiirinden beyitleri okurken veznini bulurduk.

Fizik öğretmenimiz Şükrü KAPUCU, boş olan bütün fen derslerine girerdi. En düşük notu beşti, dersi derste öğrenirken Nazım Hikmet’ten mısralar dinlerdik. Hocamızın kızdığı, üzüldüğü anlar mısralarla dile gelirdi. Tatilde evinin kapısı ikmâle kalan bütün öğrencilere açıktı. Bir maaşla geçindiği hâlde ücretle ders vermezdi. Anadolu insanına hizmeti bir görev bilenlerdendi. Devrin öğretmenlerinin fedâkârlığı incelenmeye değer.

Babamın tarihî konulara ilgisi, siyasî olayları yorumlaması, kökü dışarıda olan cemiyetlerin faaliyetlerini anlatması; daha sonraki yıllarda siyasetin içinde olmadan, olaylarla ilgilenmemi sağlamıştı. Abdülhamid’e hayrandı. Hâlbuki o yıllarda tarih derslerinde «Kızıl Sultan» olarak geçerdi. Babamın anlattıklarıyla, bize anlatılanlar aynı değildi. Annem, İstanbul’da yetişmiş; Nişantaşı Kız Lisesinin ortaokul bölümünü bitirmişti. Tevfik Fikret’ten şiirler okurdu. Okulda dikkatli olmamı, babamın anlattıklarını anlatmamamı öğütlerdi. Öğretmen olduktan yıllar sonra tarihimizin nasıl yorumlandığını anlamaya başlamıştım. Babam haklıydı. Abdülhamid, tarih sahnesinde gerçek yerine oturmuştu.

“Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur” diye söze başlamıştık. Benim çocukluk yıllarımda babam, ziraat müdürlüğünde görev yapan bir devlet memuruydu. Aldığımız maaşla, şikâyet etmeden geçinmeye çalışırdık. Hayatımızda israfın yeri yoktu. Bardağımıza su koyarken;

“Evlâdım, içeceğin kadar doldur.” öğüdü anne ve babalarımız tarafından yapılırken, içeceğimiz su; çeşmelerden, musluklardan akardı, parayla satın alınmazdı. Buna rağmen «israf etmeme» öğütlenirdi. İslâmiyet’in güzellikleri, bize telkin edilirken, biz o güzellikleri hayatımızda yaşardık. Aradan yıllar geçti. Kitaplar, dergiler, televizyon programları bize dînimizi anlatıyor. Buna rağmen, ibâdetin dışında sosyal konulardaki emirler yaşanmıyor. Güzelliklerin yaşanması, aile fertlerinin örnek hayatlarıyla, hayatımıza yerleşirdi. Babam Şükrü AĞABEGÜM ile yaşadığım yıllar azdı. Çocukluğumun güzel yıllarını hatırlamaya çalışırken, gözlerim dolar. Babamın öğretmen olduğumu, yazı yazdığımı görmesini isterdim. Uzun yılların içinde anlatacağım hikâyeler de değişik olacaktı.

Siyasî olayları anlattığını söylemiştim. Bugün Türkiye için problem olan Türk-Ermeni meselelerini de anlatırdı. Harput, yüzyılların içinde varlığını sürdüren bir kültür muhitiydi. Misyonerlerin gelişiyle, Türk-Ermeni meselesinin nasıl değiştiğini anlatırdı. Yıllar sonra ilgilendiğim bir konu olmuştu. Bu konuda son yıllarda yazılan romanların nasıl gündemde tutulduğunu, lobilerin bu romanları nasıl desteklediğini, buna karşı tenkitlerin yazılmadığını ve yazmanın, korkusuzca haykırmanın görev olduğunu bilenlerdendim.

Yıllar sonra Ahmet KABAKLI Hocanın kurduğu, Türk Edebiyatı Vakfına devam ederken, Türk Edebiyatı dergisinde «Öğretmenin Günlüğü» yazılarını yazarken, gönlümce bir yerde olmanın mutluluğunu yaşamıştım. Babamın millî ruhla bana anlattıklarının tesiri, yazılarıma yansıyordu. Korkmadan, mücadeleye yazarak ve konuşarak devam etmek…

Rahmetli Kabaklı Hocamız «Sözle Direnmek» diyordu. Yazılarımı topladığım kitaba, hocamız bu ismi vermişti. Sözle direnmek, korkusuzca yola devam etmek, hükûmetlerin, lobilerin insanı olmadan, vatan için korkusuzca haykırabilmek, kuşlar gibi özgür olabilmek babamdan bana kalan en güzel mirastı. Rıza Tevfik’in «Uçun Kuşlar» şiirini ilkokula gitmeden ezberlemiştim:

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır…

O yıllardan kalan bir su bardağı; incecik camdan, üstünde uçan kuşlar. Evimizin en kıymetli eşyası… O yıllarda Elazığ’da züccaciyeciden alınan ince cam bir bardağın kıymetini benim yaşımda olanlar bilir.

Babamın anlattığı hikâyelerden biri de, memurluğa başlamasıydı. Cumhuriyetin ilk yılları; çeşitli kalkınma projeleri, Anadolu’nun yeniden yapılanması… Bursa’da ipekböcekçiliği kursu açılır. Dut ağaçlarının bol olduğu yörelerin, ipekçilikle kalkınması…

Babam, Elazığ’dan Bursa’ya merakla gider. Kursa devam eder. Aldığı belgeyle, Türkiye’de bu işi başlatanların arasında olacaktır. Uzun yıllar bu işi zevkle yapar. Sonra Ankara’ya gider, yetkililere anlatır. Rusya ile yapılan anlaşmaların içine ipekböceği ihracatı da konur. Dedemden kalan servetini bu işe yatırır. Tohumlar, kutulara yerleşir, İstanbul’a gelir. Hükûmet, Rusya ile olan anlaşmayı bozmuş, babama haber vermemiştir. Bir süre sonra tohumlar denize dökülür. Evimizdeki mikroskop, tohum kutuları, havanlar kalan hâtıralardır. Bir servetin yok oluş hikâyesiyle memuriyete geçiş… Arkasına bakmadan yola devam…

Çocukluk yıllarımda ipekböcekçiliği, yaşanmış acı bir hikâyenin devamıdır. Her sene köyüne giderdik, babam akraba gençlerinin bu işi yapmasını isterdi. Dut ağaçlarının çeşitli olduğunu öğrenmiştim. Büyük dallı, büyük yapraklı ağaçların dutları çekirdeklidir. Pekmez ve pestil yapmakta kullanılır. Dalları ve yaprakları büyük olan bazı ağaçlar meyve vermez. İpekböceği yetiştirmek için yapraklarından faydalanılır.

Elazığ’da bazı evlerde küçük çapta ipekböceği yetiştirilir. Kadınlar kendi ipeklerini, kendi yetiştirdikleri ipek kozalarından alırdı. Çıkarılan ipekler, çileler yapılarak boyanır. Renk renk oyaların yapıldığı yazmalarda kullanılırdı.

Çocuklar için ipekböceği beslemek bir oyundu. Önce tohum, soğuk olmayan bir yerde bir kutu içine konur, biraz büyümeye başlayınca, boş bir odaya iskele kurulur, üzerine dut yaprakları yerleştirilir. İlk devirde yapraklar kıyılır veya havanda dövülür, sonra verilirdi. Böceklerin aynı anda yaprakları yerken çıkardıkları ses, bizim için oyun gibiydi. Sonra kozaların örülme safhası, ipek koza örülmüş, kelebek; içinde kalmıştır. Bir güzellik kendini ölüme terk ederken, bir sanat eseri ortaya çıkmıştır. Evlerin bahçelerinde ocaklar yakılır, gaz tenekelerinin içine konan kaynayan suya kozalar atılır. Bir çalı süpürgesi demetiyle sabırla, çıkarılan ipekler sarılır… Sabırla koruğun helva, dut yaprağının da atlas olma serüvenidir. Ev kadınlarının zevkle üretime katılmasıdır.

Anadolu’nun kalkınma hamlesinin içinde, ev tezgâhları önemlidir. Kalkınmanın içinde ziraat vardır, hayvancılık vardır. En önemlisi kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla üretime katkıda bulunmanın maddî ve mânevî zevkini beraberce yaşama vardır. Üreten insan, çalışmanın tadını aldığı için boş durmayı sevmez. Helâl kazancın önemli olduğunu bilir. İslâmiyet’in temel prensibi de; «Çalışmak, alın teriyle kazanmak»tır.

Cumhuriyetin kuruluşunda, insanı muhtaç etmeden kazanmasının çareleri vardır. İpekçilik, Elazığ ve bazı yöreler için geçim kaynağı olabilirdi.

Yıllar önce bir sempozyuma katılmak için gittiğim Elazığ’da hasretle çarşıyı dolaşmak istedim. Içkın mevsimiydi. Sokak satıcısından aldığım ıçkını yerken, çocukluğumu hatırladım. Dürüstlükleriyle, kibarlıklarıyla, yardımseverlikleriyle, vefâ duygularıyla hayatta olmayan büyüklerim bir film şeridi gibi gözlerimin önündeydi. Şair, yaşayacağımız yılları görür gibi;

“Vefâ, İstanbul’da bir semt. Hepsi o kadar.” der.

Gönlüm; çarşıda dolaşırken, İstanbul’daki arkadaşlarıma iğne oyası yazmalar götürmekten yanaydı. Bir başka dükkândan, mevsimine göre kuru meyvelerimi almalıydım, çocukluğumun yemeklerini yerken, hafif bir müzikle Harput türkülerini dinlemeliydim. Bir başka satış yerinden Elazığ uzun havalarının kasetlerini alabilmeliydim.

Türküler, folklor kaynakları önemlidir. Rahmetli Muzaffer SARISÖZEN;

“Türkülerin söylenmediği yerler vatan olmaktan çıkar.” demişti.

Yıllar sonra bir noktaya gelmiştik; üretimin yapılmadığı, tarımın desteklenmediği, tezgâhların kurulmadığı, fabrikaların birer birer kapandığı yerler bizim olmaktan çıkar. Oralarda başka türküler söylenir, çalışmayan, üretmeyen insanın kin ve nefret tohumları yeşerir.

Denizli havluları İngiltere’deki düğüne davetiye oldu. Her yöre kendi malzemeleriyle marka olabilir. Uçsuz bucaksız ekilmemiş topraklar yeniden canlanabilir, köylülerimizin besleyeceği hayvanların sesi dağlardan yankılanabilir. Çalışmayan insanı besleyerek tembelliğe alıştırmaya hakkımız olmamalı.

Cumhuriyetin 100. yılına doğru giderken partilerimizin, Anadolu’nun yapılanması için üretecekleri projeleri duymak istiyoruz. Anadolu’nun kalkınma serüveninin içinde söyleyeceğimiz türküler bizi vatana bağlayacaktır.

Türkülerimizin söylenmediği yerlerde başkalarının türkülerini söylememek için hepimize görev düşüyor. Sabırla koruğun helva, dut yaprağının atlas olma hikâyesi yalnız benim hikâyem olmasın.