Bilginin Sıçrama Safhalarında MÜSLÜMANLAR
Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
Dünya tarihine baktığımızda bilginin üç sıçrama safhası geçirdiğini görürüz. Bunlardan birincisi yazının bulunuşu, ikincisi kâğıdın imâl edilişi, üçüncüsü ise matbaanın icâdıdır. Hattâ -şu anda ne yönde bir gelişme göstereceği tam tayin edilememekle birlikte- bu üç safhaya bir dördüncüsü olarak internetin kullanılışını da ekleyebiliriz.
Tarihçiler, yazının M.Ö. 4000’lerde bugünkü Irak’ta yaşayan Sümerler tarafından bulunduğunu belirtirler. Ancak o zaman tabletlerden oluşan yazı malzemesi çok kullanışlı değildi. Mısır’da yazı malzemesi olarak papirüsler kullanılsa da bilginin yaygınlaşması için yine de yeterli değildi.
Kâğıt ilk defa Çinliler tarafından kullanılmaya başlasa da yaygınlaşması müslümanlar eliyle oldu. Müslümanlar hicrî 132 senesinde Çinlilerle yaptıkları bir savaşta ele geçirdikleri esirleri Semerkant’a getirdiler ve ilk defa orada kâğıt imâline başladılar. Daha sonra kâğıt kullanımı hızla yaygınlaştı ve değişik kâğıt çeşitleri ortaya çıktı. Bunlar üretimine ön ayak olanlara nispetle anılır oldu. Meselâ Bermekî vezirine nispetle varak-ı Câferî, Harun Reşîd’in Horasan valisi Süleyman’a nispetle varak-ı Süleymânî gibi.
Zamanla Semerkant, Bağdat, Dımaşk, Yemen, Trablus, Hama, Mağrip ve Endülüs; kâğıt üretilen başlıca merkezler hâline geldi. Kâğıt üretim ve kullanımının böyle yaygınlaşması virâka mesleğinin de gelişmesini sağladı. Varrâk denilen bu meslek erbabı, kitap alım-satımının yanı sıra kitabın hattatlar eliyle çoğaltılması, tamir edilerek ömrünün uzatılması gibi hizmetleri de görüyordu. Hülâsa varraklar, günümüzdeki yayınevleri veya ozalitçilerin, sahafların, mücellitlerin ve kitap satıcılarının yaptıkları işin hepsini yapan kişilerdi. Ayrıca onlar bu işi sadece ticaret amacıyla da yapmıyorlardı. İçlerinde ciddî ilim adamları bulunan, işlerine gönül vermiş kimselerdi. Bize ilim tarihi hakkında el-Fihrist gibi bir eser kazandıran İbnü’n-Nedîm ve ansiklopedist müellifimiz Yâkut el-Hamevî birer varrâk idiler.1
Kâğıdın böyle yaygınlaşması; bilginin toplanıp nesilden nesile aktarılmasına, kütüphane ve dâru’l-hikme denilen müesseselerin kurulmasına vesile oldu. Abbâsî halîfesi Me’mun, İstanbul, Anadolu ve Kıbrıs’tan Yunanca kitaplar getirtti ve bunları Arapçaya terceme ettirdi.2
Hicrî III. asrın ortalarında Abbâsî hilâfetinin gerçek fonksiyonunu yitirip sembolden ibaret kalmasıyla birçok müstakil İslâm Devleti kuruldu ve bunların hemen hepsinin hükümdarı imkânları nispetinde kütüphane ve dâru’l-hikmeler kurdu. Bağdat dışında bunların en meşhurları Kurtuba, Kahire ve Semerkant’ta bulunuyordu. Bağdat’taki Abbâsî ve Kahire’deki Fâtımî halîfeleriyle rekabet hâlinde olan Endülüs halîfelerinden II. Hakem, hicrî IV. asırda Kurtuba’da kurduğu kütüphanesini zenginleştirmek için Kahire, Bağdat, Şam ve İskenderiye gibi merkezlerde kitap istinsah edip kendisine gönderen sabit memurlar bulundurmuş ve böylece nakledildiğine göre 400 bin cilt kitap ihtivâ eden muazzam bir kütüphane oluşturmuştu.3
Bugün araştırmacıların çok rağbet ettiği, ülkemizin göğüs kabartan kurumlarından İSAM (İslâm Araştırmaları Merkezi) Kütüphanesi’nde 250 bin cilt civarında kitap olduğu dikkate alınırsa o zamanki imkânlara göre Kurtuba kütüphanesinin oldukça zengin olduğu anlaşılır. Ayrıca Hakem’in asıl olarak Bağdat’la yarıştığı, Endülüs’ün İslâm âleminin merkezî bir yerinde bulunmadığı, bu sebeple kütüphanesini sürekli doğudan getirttiği kitaplarla zenginleştirdiği hatırlanırsa İslâm dünyasında o zaman Kurtuba kütüphanesinden daha zengin kütüphaneler de olduğu sonucu çıkar.
Endülüs hilâfetinin yıkılışından sonra hicrî VI. asırda Mağrip ve Endülüs’e hâkim olan Muvahhid hükümdarları içerisinde Ebû Yâkub Yûsuf’un da kitaba hizmet konusunda II. Hakem kadar himmet sahibi olduğu kaydedilir.4
Hicrî VII. asırda Muvahhidlere halef olan Merinîler’in ise, Endülüs’teki İslâm varlığının o zaman yegâne bakıyyesi olan küçük Benî Ahmer Devleti’ne destek için çıktıkları İspanya seferlerinde, hıristiyan krallarla yaptıkları anlaşmalara «müslümanlardan ele geçirilen kitapların iadesi» şartını dikte etmeleri bize göre İslâm ilim tarihinin hatırlanması gereken ilginç anekdotlarındandır.5
Buraya kadar kaydettiklerimizin hülâsası müslümanların, bilginin ikinci sıçrama safhasında iyi bir imtihan verdikleridir. Ancak ideolojik mücadeleler yüzünden zaman zaman bazı kitapların yakılmasının notumuzu biraz kırdığını da belirtmek gerekir. Bu hazin olayların en önemlisi, tabiî Mu‘tezile’nin kültür mirasının maruz kaldığı büyük yıkımdır. Me’mun, Mu‘tasım ve Vâsık’ın hilâfeti devrinde devlet eliyle insanlara Kur’ân’ın yaratılmışlığını dayatan Mu‘tezile mensupları, halîfe Mütevekkil devrinde (hicrî III. asrın ortaları) devlet desteğinden mahrum kalınca şiddetli bir takibata uğrayarak bir bakıma ettiklerini bulmuşlar, ama aynı zamanda meydana getirdikleri birikimin büyük bir kısmının yok oluşuna da sebebiyet vermişlerdir.
İslâm dünyasında en çok felsefe kitapları ve filozoflar takibata uğramışlardır. Âmidî, İbn-i Bâcce ve İbn-i Rüşd takibata uğrayan felsefecilere örnek verilebilir. II. Hakem’in kütüphanesindeki bazı felsefe kitapları da mutaassıp halkı yatıştırmak için zaman zaman yakılmıştır.
Aralarındaki ayrılıktan dolayı Endülüs’ü hıristiyanlara karşı koruyamayacakları gerekçesiyle Endülüs emirliklerine son vermesi hususunda Murâbıt hükümdarı Yûsuf bin Taşfîn’e fetva veren İmam Gazâlî’nin İhyâ’sı, Yûsuf’un oğlu Ali zamanında (hicrî VI. asrın başları) bir kısım ulemânın fetvasıyla yakılmıştır!
Tarihimizdeki en ilgi çekici kitap yakma hâdisesi ise, Zâhirî mezhebini Mağrip ve Endülüs’te hâkim kılmak isteyen Muvahhid halîfesi Yâkub el-Mansûr’un, kıyasa dayalı fıkıh anlayışına son vermek ve ahkâmı sadece Kur’ân ve hadîsin zâhirine dayandırmak maksadıyla fıkıh kitaplarını yaktırmasıdır! Merrâküşî, Merâkeş’te ciltlerce kitabın yakıldığını gözleriyle gördüğünü kaydeder. (hicrî VI. asrın sonları)
Bu hazin örneklere rağmen kitap ve kütüphane konusundaki müslümanların gayretleri, dünyada bilim ve düşüncenin gelişmesine -bu yazıya sığdıramayacağımız- büyük faydalar sağlamıştır. Ne yazık ki bu gayretlerin meydana getirdiği muhteşem birikim, biri hicrî VII. asırda Türkistan’dan Anadolu ve Irak’a kadar bütün İslâm âlemini yakıp yıkan Moğolların; diğeri de bundan 250 yıl kadar sonra Endülüs’te İslâm hâkimiyetinin tamamıyla son bulduğu esnada İspanyolların vahşetine maruz kalmıştır.
Bilginin üçüncü sıçrama safhası olan matbaa konusunda ise, -matbaanın kullanılması durumunda hattatların işsiz kalacakları gibi ucuz bahanelere falan sığınmadan- müslümanlar olarak sınıfta kaldığımızı peşin peşin itiraf etmeliyiz. Matbaa Avrupa’da mîlâdî XV. asırda kullanılmaya başlamışken bize ancak üç asır sonra 1700’lü yılların başında gelebilmiştir. Bu sebeple bilgiye dördüncü sıçramasını yaptırmaya namzet olan internetin zararlı yönlerini önleyecek gerekli tedbirleri alarak matbaada olduğu gibi bir kez daha geç kalmamalıyız.
_____________________
1 Bkz. Ahmed Emîn, Duha’l-İslâm, I-III, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiye, II, 22-24.
2 Bkz. Ahmed Emîn, a.g.e., I, 207, II, 53.
3 Câbirî, Muhammed Âbid, Arap Aklının Oluşumu (trc. İbrahim AKBABA), İstanbul: İz Yayınları, 1997, s. 428-9.
4 Câbirî, a.g.e., s. 451.
5 ‘Inân, Muhammed Abdullah, Devletü’l-İslâm fi’l-Endelüs.