OKUMAK… NEYİ VE NE İÇİN?..

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Birtakım karşılaştırmalar vardır; Türk insanının okur-yazarlığını, kitaba-gazeteye düşkünlüğünü ölçmek üzerine…

Japonya’yla, Avrupa ülkeleriyle mukayeseler… Kişi başına düşen gazeteler, dergiler, kitaplar oralarda şöyle yüksek, bizde şöyle düşük…

Haklılık payı yok değildir bu eleştirilerin. Fakat milletimizin okumaya alâkasındaki azlıkta bir hayır da yok değildir. Çünkü bu tahliller; okumanın kendisini kutsayan, neyi ve ne için sorularını sormaktan uzak değerlendirmelerdir.

Yarısı kumar bülteni, diğer yarısı zevzeklik dolu bir kâğıt israfına 25-30 kuruş verip kahvenin yolunu tutan, ipsiz-sapsız bir adam, ülkemizin kültür seviyesini mi yükseltmiş oluyor?

İlim ve edebiyat erbabından ziyade, şöhret erbabının, onca gündem konuşması, gündelik koşuşturma içinde nasıl yazdığına aklın ermediği altı ayda bir pıtırak gibi çıkan kitapları… Ancak arka kapağı ve tanıtımı dolduracak birkaç afili cümle, gerisi tam takır, kuru bakır…

Bu kitaplar alındı, okundu diye mi ülkemizin kitaba, okumaya verdiği değer artacak?

Aman çocuklarımız okusun!

Harry Potterlar, Yüzüklerin Efendisi gibi zekâya hakaret, Avrupa’nın Hıristiyanlık öncesi tabiata tapınmaya, büyüye dayanan dinlerini canlandırmaya yönelik proje kitapları mı?

Neyi okusun?

Şehvetten, ihtirastan çıkamamış sözüm ona aşk romanlarını mı? Küfürbaz, müstehcen, şizofren karikatür dergilerini mi?

Neyi okusun?

Filmi çıkmadan önce millet senaryoyu okusun diye yayınlanan her tarafından batı kültürü akan macera romanlarını mı?

Neyi okusun?

Kitabının kapağına, ajansa çektirilmiş tam boy fotoğrafını koyduran artist mi, aktrist mi, aktivist mi, yoksa yazar mı olduğu seçilemeyen zevâtın yıllık “yazınsal yapıt”larını mı?

Neyi okusun?

Akîdesi bozuk, oryantalist artığı herzeleri mi?

Neyi okusun?

Anlamak için dalkavukları tarafından yazılmış kılavuzlar gereken sözüm ona serbest şiirleri, kırık nesirleri mi?

Bütün bunlar, çocuklarımız hiçbir şey okumasın demek değil…

«Elbette okusun!» ama neyi ve nasıl?

Her şeyiyle bizlere örnek olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ümmî olması üzerinde gelin bir düşünelim. Ümmîliğe başka birtakım mânâlar yüklense de, âyet-i kerîme Hazret-i Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim’den önce hiçbir kitabı okumadığını bilhassa belirtir. (el-Ankebût, 48)

Asil bir aileden yetişen, milletler arası ticaret tecrübesine sahip olan, devrinin sosyal problemlerine duyarlı (Hılfu’l-fudûl üyeliği) ve çözüm getiren (Hacerü’l-esved’in yerine konması hâdisesi) Peygamber Efendimiz’in; hiçbir okuma-yazma ameliyesine girmemesi, bundan Cenâb-ı Hak tarafından korunmuş olması; elbette, birinci derecede O’nun gelecekte üstleneceği Hak Elçiliği vazifesinde hiçbir töhmet altında kalmaması içindi. Ancak bunun yanında eğitim açısından bir ders de veriyor:

Mâlâyânîyi terk…

O yüce ruh, o devirde de piyasada dolaşan muharref, bâtıl, boş yazı ve çizilere iltifat etmiyor, kıymet vermiyor.

Eğer okumak denilince akla, faydasız, aksine zararlı şeyler geliyorsa, okumamayı seçmek, ümmî kalmak evlâ… Hattâ tek çare…

Günümüzün zeki, akıllı, dünyadan haberdar olmak isteyen gençleri; kültürlü, entelektüel bir kişi yerine konmak için birtakım listelerde yer alan kitapları okumak, onlardan haberdar olmak mecburiyetinde hissetmemeli kendilerini…

Âyeti, hadisten; hadîsi vecizeden, vecizeyi atasözünden ayırt edemeyen birçokları; Kafkalarla kafa ütülüyor, Heideggerlerle düşüncemize, şiirimize nizam vermeye çalışıyor.

Neyi ve ne için…

Her şeyde olduğu gibi okuma ameliyesinde de sorulacak soru…

Listemizin başında Kur’ân olmalı…

Diğer kitaplar söz konusu olduğunda ölçü, Kur’ân’a basamak olup olmamakta…

Kur’ân’a basamak olup olmamak açısından, meseleyi zihnimizde oturtacak iki şâhâne sahne:

Peygamber Efendimiz; Hazret-i Ömer’i, elinde Tevrat’tan iktibasların bulunduğu bir sayfayla görür. Gazaplanır ve şöyle buyurur:

“Hıristiyan ve Yahudiler gibi sen de şüphe içinde misin ey Hattab’ın oğlu? Ben tertemiz Kur’ân’ı size getirmedim mi? Bugün kardeşim Musa hayatta olsa, bana tâbî olmaktan başka bir davranış ona helâl olmazdı!”

Kur’ân’a basamak olmayacaksa, Tevrat da okunmayacak bir kitap…

Öte yandan câhiliyye şiiri, mevzuları itibariyle yer yer muzırdır, tamamı itibariyle de îmansız kalplerin ürünüdür. Fakat Arapçaya ve belâgata, dolayısıyla Kur’ân kelimelerine, Kur’ân tefsirine hizmet ettiği için asırlarca okutulmuş, hattâ ezberlenmiştir.

Kur’ân’a basamak olduğunda, putperestin şiiri okunabilecek bir kitap…

Zaten en mühim bir ölçü de tahlil edici bir okumaya ulaşılıp ulaşılmadığı meselesi…

Alt yapıyı sağlam kurmuş, akîdeyi sıhhatle tesis etmiş bir kişi, artık başka vadilere de dikkatle, tahlil gözlüğüyle açılabilir.

Tıpkı İmâm-ı Gazâlî gibi…

O İmam ki, bir süre İslâmî eserleri okumayı bile bir tarafa bırakacak, iç dünyasının derinliklerine, daha doğrusu Hakk’a yönelecektir.

Fakat aynı İmam, felsefeyi tahlil etmek için, filozofları ve eserlerini okuyacak, hattâ bu hususta bir kitap kaleme alacaktır. Sonunda da filozofları tenkit eden meşhur eserini…

Aynı İmam, birtakım şüphe ve vesveselere teknik bir zaruretle yer veren «kelâm» kitaplarını halkın okumasını uygun bulmadığını ifade edecektir.

Aynı İmam, onca akademik, usûlî-kelâmî eserinden farklı olarak geniş halk kitleleri için İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kimyâ-yı Saâdet gibi eserler kaleme alacaktır.

Vefatının 900’üncü yılında bulunduğumuz İmâm-ı Gazâlî’nin ikazlarında ve endişelerinde ne kadar haklı olduğunu en iyi şekilde bu devirde anlıyoruz. Kaynakların tercüme edilip halkın kullanımına sunulduğu bu devirde, Türkçe mealden içtihada kalkışan nicelerine rastlıyoruz.

Bilgi çağının mühim bir problemi…

Norveç’te sivil halkı katleden cânî, okumalarıyla bu hâle gelmiş…

Ramazân’ı zehir eden ülkemizdeki katil sürüsü de soğuk savaş devrinden kalma zehirli okumalarla dinden, îmandan, tarih ve kardeşlik şuurundan mahrum kara yılanlara dönüştü…

Sırası gözetilmemiş okumalar, iç dünya eğitiminden geçmemiş tahsiller, din sahasında bile olsa hazin mahsuller ortaya koyuyor.

İşte geride bıraktığımız Ramazân-ı şerîfin mübârek gecelerinde aziz milletin gündemini meşgul eden; «Teravih var mıydı yok muydu?» tartışması…

Her Ramazan olduğu gibi bu yıl da bir kalp bulantısını ekranlardan kusan yazar, ülkemizin dînî sahada en çok okunan müelliflerinden biri… Halkımızın az okuduğundan dem vurulan gazete köşelerindeki yazılarıyla perçinledi şöhretini… Bugün on binlerce okurunu, İslâm’da başı örtme emri olmadığına, Türkçe ibâdet yapılabileceğine, bu yıl da teravih diye bir namaz olmadığına inandırıyor. Bir şeye inandırmasa da, dîne inançlarını bulandırıyor. Şüphe hissettiriyor.

Bu, ağızları ve’d-duhâ, gözleri ve’l-fecri okuyan zevat; okuyucularının kalbinin canına okuyorlar.

Kalbi mâmur etmek için okuyan insanlar, bu belâdan nasıl korunacak; kalbin canına okuyan ile kalbe can üfleyen yazarları nasıl ayırt edeceğiz?

Bakacağız, okumaları boğazdan aşağıya iniyor mu?

«Dinde teravih var mı?» diye soran beynamaza, «zinâ haram mı değil mi?» diye sormak yeterli…

Bu tahlil şart… Çünkü, dînin emri olan okumak, takip etmeyi gerektirir, ittibâı, tâbî olmayı, uymayı îcap ettirir.

İslâm’ın ilk emri oku! İkra’!..

İkra’ kadar bilinmeyen bir «Oku!» emri daha var:

Ütlû!

Yani tilâvet et!..

Tilâvette iki farklı mânâ daha ekleniyor, okumanın içine:

1. Takip etmek, uymak, ardınca gitmek…

2. Duyurmak, seslendirmek, iletmek, ilân etmek…

Kur’ân-ı Kerim’de ayın güneşi takip etmesi, ilâhî yemine mazhar olarak, aynı fiille ifade ediliyor. (Bkz. eş-Şems, 2) Hem de, insanın felâhının nefsini tezkiye etmesi, gönlünü arındırması ile ancak mümkün olduğu mesajından önceki girizgâh olan yemin âyetlerinde…

Önce güneş ve ışığına yani, kelâmı, hadîsi, tavsiyesi takip edilecek ulvî hidâyet güneşlerine, yüksek şahsiyetlere yemin…

Sonra onları takip etmenin yegâne metot olduğuna işaretle, özü itibariyle taş-toprak olan ayın, güneşi takip ederek nurlanışına yemin…

İşte hakikî bir okuma ve tahsilden elde edilecek gerçek aydınlanma…

“(Ey Habîbim) Sana vahyolunanı oku!” (el-Kehf, 27, el-Ankebût, 45) ve benzeri âyetlerde, tilâvet ile birlikte bu tâbî oluş, takip ediş mânâsı da saklıdır.*

“Onlara âyetlerimiz okunduğunda…” (el-Enfâl, 31; Yûnus, 15)

“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini oku/anlat…” (el-Mâide, 27) ve benzeri âyetlerde de sesli okuma, duyurma, ilân etme, tebliğ etme mânâsı…

Bu iki mânâ tabakası, ardı ardınca elde edilebiliyor. Kendi uymayan, duyuramıyor. O sesli okuyuşu, kendi kalbine duyuramayan, kimselere duyuramıyor. Kendi gönlünü o pınardan doyuramayan, kimselere tattıramıyor.

Okuyuşlar bu mânâlardan hissedâr olursa, ilim ve irfan tahsil ediliyor.

Bu mânâlardan nasipdâr okumalarla yazılmış eserler, asırlarca başucu kitabı, hattâ baş tâcı kitabı…

İlk emri, Rabbin «İkra!»
Rabbim okut, okuttur!
«Fe’t-Tâliyâti Zikrâ»
Mest olduğum umuttur!

Kur’ân’ı âyet âyet,
Tâlî, eder tilâvet,
Kalpten gelirse şâyet;
Gözler bulut buluttur!..

«Şems’in peşinde» mâha,
Denmiş «izâ telâhâ»
Ermek için felâha,
Göklerde bir metottur!

Terk eyleyip hevâyı,
Ardınca mâsivâyı,
Tâkîb eden ziyâyı,
Nurlar saçar, mesuttur!

Tekrarda yoksa hisse,
Alternatif değilse,
Gāyen «Elif» değilse;
Tâlî, işin sükûttur!

Yahya Kemal’e soruyorlar ya:

“–Biz Viyana kapılarına nasıl gittik?”

Cevap:

“–Bulgur aşına talim ederek ve Mesnevî okuyarak…”

Sorulması gereken sorular:

Hangi okuma bizi / evlâtlarımızı nereye hangi kapılara götürür?

Doğru adrese götürecek okuma, nasıl bir okumadır?

“Oku!” emrinin çerçevesini, boğazdan, hançereden bütün âzâya yaymak… Gönle duyurarak, gönlün arınması için bir çağrı kılarak, oradan cemiyete duyurarak genişletmek ve bütün kitapları, Kitâb’a merdiven yapmak…

O Kitâb’a basamak olabilecek her kitabı, O Kitâb’ı anlamak ve anlatmak için okumak…

Oradan ufukların kapılarına dayanmak…

«En yüce kelime»yi âleme «en güzel ve en gür sadâ» ile okumak, seslendirmek…

Ve açılan gök kapısından cennete varmak…

İşte hakkıyla tilâvet… (el-Bakara, 121) İşte okumanın özü…
___________________

* İncelediğimiz hiçbir mealde bu mânânın yansıtılamaması, tercümenin aslın yerine tutmamasına güzel bir örnek. Ancak Elmalılı merhum, tilâvet eyle diyerek mânâyı en azından orijinal mastarla muhafaza etmeye çalışmış.