GÖNÜL TEMİZLİĞİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Dünya gittikçe kirleniyor. Temizleyecek deterjan yok. Çünkü onun tek çaresi:

GÖNÜL TEMİZLİĞİ

Talebelik yıllarımda bir kış günü.

Soğuk, bıçak gibi nefes kesici.

O gün, derslerin geç bittiği gün.

Durakta otobüs bekliyorum. Gideceğim güzergâhta bu vakitlerde sadece saatte bir otobüs var. Birini kaçırınca, bir saat daha beklemek mecbur.

O akşam, biraz da trafik yoğunluğu dolayısıyla hedeflediğim saatteki otobüsü kaçırmıştım. Benim gibi yetişemeyenlerle epey bekledikten sonra diğer otobüs geldi. Ellerimiz soğuktan demir gibi olmuştu. Havanın keskin soğuğundan dolayı aldığımız nefes bile, neredeyse ciğerlerimize varmadan donacak gibiydi.

Otobüs, önümüzde durdu. Hatırı sayılır bir kalabalık hemen binmek için ön kapıya koştu. Fakat binebilmek imkânsız. Bir kişilik bile yer yok. Birden öfkeler kabarmaya başladı. Soğuğun verdiği acı, sinir patlaması hâlinde hararete dönüşmeye başladı. Dıştan bakınca herkes haklı idi.

Çünkü;

Otobüsün ön kısmı alabildiğine dolu, iğne atacak kadar yer yok vaziyette iken arka tarafı bomboştu. Koca körüklü otobüsün üçte ikisinde yolcu yoktu. Şaşılacak olan da zaten buydu. Ön tarafta herkes neredeyse birbirinin kafasına basacak kadar zor vaziyette iken arka tarafta tam tersi bir durum vardı. Kimse yoktu.

Tabiî buna akıl erdiremeyen dışarıdakiler avazı çıktığı kadar bağıra bağıra binmeye çalışıyordu. Öndeki yığın ise, yeni binenlerin acı sözlerine hiç tepki göstermeden; «Buyurun, siz geçin arka tarafa!» diye mânidar bir şekilde kenara çekiliyorlar ve yol açıyorlardı.

Fakat;

Köpüre köpüre ileri atılan her şahıs; daha arka tarafa geçer geçmez, bir anda cin çarpmış gibi geri fırlıyordu. Bir saniye bile orada duramadan hemen ön kapıdaki yığının arasına karışıyordu. Az evvel kullandığı hakaretli cümleler sebebiyle dudaklarında kırık dökük özür ve şaşkınlığa mağlûp mırıltılar içerisinde bu defa sabrı tercih ediyordu. Çünkü arabadan inse, dayanılmaz soğukta bir saat daha beklemesi gerekiyordu. Bunu da göze alamadığı için; «Yâ sabır!» çekerek dişini sıkıyordu.

Kimsenin elinden başka bir çare gelmiyordu. Şoför de bu durum karşısında âciz kalmıştı.

Öfkeyle otobüse binerek söylene söylene arkaya geçip de geri kaçmayan kimse yoktu. Çünkü geri kaçmamak mümkün değildi.

Çünkü;

Çok haklı bir sebep vardı.

Bir sebep.

Sadece bir kişi.

Evet;

Arka tarafta yerinden hiç kıpırdamayan tek başına bir kişi vardı.

Tuhaf bir kişi.

Her türlü iğrenç kirin ve en çirkin kokuların âdeta üretim fabrikası hâline gelmiş bir kişi.

Öyle ağır kokuyordu ki, otobüsün bütün camları açık olduğu hâlde temiz bir nefes alabilmek imkânsızdı. Mübalâğa etmiyorum, en kötü leş bile bu kadar berbat olamazdı. Herkes kendi arasında çileli bir sabırla konuşuyordu:

–Yahu bir insan bu kadar ağır kokar mı?

–Kokar kardeşim, temizliğe dikkat edince insandan daha pırıl pırıl olabilen varlık yok. Ama şu gördüğümüz şekilde kirlendiği zaman da insandan daha beter kokan başka bir varlık da yok.

–Yahu arabadan atacağım, fakat buna el değmeye bile gelmez. Kazara, biri elini sürse, herhâlde bir hafta yemek yiyemez.

–Kardeşim, adamın hâli çığırından çıkmış. Bu adam, artık yıkansa bile yine leş gibi kalır.

–Öyle öyle. Üç-beş itfaiye deposu tüketilse de onu temizlemeye yetmez.

Halk, böyle konuşadursun, o berbat adamın keyfi yerindeydi. Yanına kimsenin yaklaşamaması da, ona tuhaf bir keyif veriyordu. Bir ara, öne doğru yürüdü. O anda öndeki yığın hızlı bir dalga misali arkaya döküldü. Adam da sırıta sırıta şoförün yanına dikildi. Dayanılmaz, ağır ve kötü kokudan başı sersemleyen şoför can havliyle haykırdı:

“–Bana kaza yaptıracaksın be adam, çekil başımdan!”

Adam dik dik baktı:

“–Dert etme baba! Şu durakta ineceğim.”

Şoför, bir bayram müjdesi almış gibi sevinçle sağa yanaştı ve durdu.

İğrenç kokulu adam, kapıya yöneldi. Bir iki adım attı. Vazgeçip geri dönecek gibi yaptı. Herkesin yüreğini ağzına getirdi. Bakışlarını arkada köşeye sıkışmış kalabalığa çevirdi. Kirli bir sırıtıkla güldü. Sonra ânî bir kararla otobüsten hızla indi ve gecenin karanlığına karıştı gitti.

Böylece, arabada yarım saattir süren zehirden acı, rezaletten kötü, kusmuktan iğrenç ve leşten berbat olan pis koku işkencesi bitmiş oldu. Ancak otobüsün her köşesine sinmiş bu felâket koku, hemen temizlenmedi tabiî. Adamdan sonra da aynı ağır koku devam etti. Bu hâle sabır, gidilecek yere kadar herkes için âdeta dayanılmaz bir işkenceydi. Öyle ki kimileri istifrâ etmek zorunda kalmıştı.

Şu an, aradan on sekiz sene geçti.

Fakat eminim ki bu gerçek oradakilerin hâlâ aklındadır.

Bir insanın;

Aşırılaşmış olan zâhirî bir kirlenme neticesinde içine düştüğü şu hâl, unutulmayacak kadar düşündürücü! Hele o berduşun leşten berbat bir hâle alışıp da hiç keyfini bozmaması, kurşun kadar acı! Gezici bir mikrop yuvası olarak ortalığı perişan etmesi de, bir o kadar kahredici!

Maddî kirlenmede durum böyle.

Ya mânevî kirlenmede?

Vaziyet daha fecî.

Çünkü;

Mânevî kirlenmenin neticesi, yukarıdaki adamın hâlinden daha kötü.

Çünkü akılları, gönülleri ve ruhları kirlenmiş olanlar; şu cihanda nice belâların, âfetlerin, felâketlerin, cinayetlerin, katliamların ve akıl almaz zulümlerin sebebi olmuştur. Hâlâ oluyor, olmaktadır.

Zaten;

Yeryüzünde dökülen ilk kan, böylesi kirli ve mikroplu bir rûhun, çamurlu bir vicdanın cinayeti değil midir?

Evet, virüslü bir kalbin cinayetidir.

Aynı şekilde;

İstîlâlar, işgaller, savaşlar ve nice hunhar saldırılar hâlinde sayısız ocakları yakıp kül eden gaflet ve zulüm alevleri de, şeytanın çöplüğü olmuş pis kalplerin merhametsiz yangınıdır.

Hazret-i İbrahim’i ateşe atan mancınıklar da, kirli ve mülevves bir beynin ahmaklığıdır.

Nûrunun karşısında güneşin secdeye vardığı Hazret-i Yûsuf’u, gaddar bir şekilde kuyunun dibine atan içlerdeki haset yılanı da, gözlerdeki kıskançlık çapağıdır.

Hele Varlık Nûru Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve selem-’in Kâbe-i Muazzama’da secde hâlinde iken üzerine deve işkembesi koyan câhiliye çılgınlığı, rûhun bakışını kör etmiş bir cehalet ve gaflet çamuru, kibir ve nefsâniyetteki inat balçığıdır.

Mescid kuşu iken, Sâlebe’yi bir sahrâ uyuzu hâline getiren mal hırsı da; bal görünümlü şeytan kusmuğudur.

Hâsılı;

Mânevî kirlerin ve onun iki âlemi de ziyana döndüren acı neticelerinin haddi hesabı yok.

Yani;

Şirkten nifâka, küfürden isyana, gafletten günaha, cehaletten nefsâniyete; insanın iç dünyasını, aklını, gönlünü, rûhunu pis hâle getiren hangi şey varsa hepsi şeytan ve nefsin yol açtığı kirlerdir.

Âyette buyurulduğu gibi; «İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz.» (el-Mâide, 90)

Fakat;

Çamurdan yaratılmış bir ten içine giren insan, bu fânî dünyada nice kirlere bulanmaya çok müsait. Çünkü çamurdan olan yönüne, çamurlu ve kirli işler garip görünmemekte.

Yüce imtihanın sırrı da aslında bu!

Bu mânidar hakikati görebilmek ve ona göre yüce huzura dönüş olan bu kısa hayatta her türlü çamurdan, ten esaretinden, gaflet ve isyandan, günah ve suçtan arınarak mîrâc-ı vuslata yükselebilmek.

Onun için;

Cenâb-ı Hak, hayatı; altı, cehennem alevleri, üzeri de imtihanlarla dolu bir sırat köprüsü olarak takdir etmiş. Kıldan ince, kılıçtan keskin. Üstünde düşmeden yürüyebilmek, ebediyyen kazandıran büyük maharet. Böylesi maharet için hem gönül gözünün hem de kafa gözünün tozlardan ve kirlerden arınmış bir vaziyette olması, attığı her adımı görerek, bilerek ve en doğru şekilde atması şart. Yoksa gönle ve göze mânevî kirler, birer çapak gibi oturduğu an, insan, o incecik yolda; «Rengârenk bir yaygının üzerine basıyorum.» zannederek öyle yanlış adımlar atar ki, ayağı o incecik sırat köprüsünün dışına kayar ve tabiî olarak alevlerin ortasına düşer. Rengârenk yaygı zannettiği şeyin cehennem olduğunu da ancak içine düştükten sonra anlar. Çamurlu ve çapaklı bakışının başına açtığı belâyı o zaman fark eder. Çaresizce;

«Âh, eyvâh!» der: «Gönlümdeki ve gözümdeki mânevî kirler, çamurlar ve çapaklar yüzünden şu azgın cehennem alevlerini, bana ışık raksı yaparak göz kırpan bir eğlence zannetmişim! Yazıklar olsun ki, hayat sıratının altındaki cehennemi ayağımın altına döşenmiş yaldızlı parıltılara sahip bir yaygı zannetmişim!»

Ne kötü bir zan bu! Ne zehirli bir zan! Ancak alevlerin ortasına düşünce zan olduğu ortaya çıkan bu gaflete kapılmış ve çakılmış insana, hiçbir hakikat tesir etmez, başına gelecek felâketi idrak ettirmek mümkün olmaz. Olmadığı için cehennem nice gafil kurbanlarla dolup taşıyor.

Dolayısıyla;

Huzur ve saâdeti, en acı azapları tercih ederek elde etmek isteyen gözü ve gönlü çapaklı kimselere bunun yanlış olduğunu anlatmak da zor. Faydalı da değil. Hele kendini daha akıllı zanneden bir aptala bunu kavratmak âdeta imkânsız. Bırakın başkasını, bu vaziyette olan insan, zâhiren bilse bile mânen bu hakikati kendine bile anlatamıyor, idrak ettiremiyor.

Bu çaresizliğe çare yok mu?

Hiçbir şekilde yok.

Ancak tek şekilde var. O da, Cenâb-ı Hakk’ın üst üste yedi defa yemin ile bize takdim ettiği şu Kur’ânî reçete:

“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına yemin olsun,

Güneşi takip ettiğinde aya yemin olsun,

Onu açığa çıkarttığında gündüze yemin olsun,

Örttüğünde geceye yemin olsun,

Gökyüzüne ve onu bina edene yemin olsun,

Yere ve onu yayıp döşeyene yemin olsun,

Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin olsun ki;

Nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 1-10)

Bir diğer ilâhî vurgu da şöyle:

“(Nefsinin kötülüklerinden) temizlenen; Rabbinin adını zikredip namaz kılan (kulluk eden) kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A’lâ, 14-15)

Yani, hayatın özü, kurtuluşun yegâne çaresi;

Tezkiye.

Arınmak.

Temizlenmek.

Her türlü maddî ve mânevî kir ve pisliklerden içi dışı pâk etmek. Can sarayını padişahlar padişahının teşrif edeceği güzelliğe ve berraklığa kavuşturmak. Gönüldeki ve gözdeki çamurları ve çapakları yok etmek. O zaman insanın göremeyeceği ve anlayamayacağı hiçbir şey olmaz. Üzerinde yürüdüğü kıldan ince, kılıçtan keskin hayat sıratını da doğru görür, varması gereken yeri de, altındaki korkunç cehennem alevlerini de.

Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın gözleri, şeytanın sürdüğü malûm çamurla çapaklanınca cennetten dünyaya düştüler. Sonra tevbe gözyaşlarıyla o çapakları yıkadılar, temizlediler de tekrar o makama yüceldiler. Bir daha gözlerine ve gönüllerine şeytan çapağı bulaştırmadılar.

Onların tevbe yolundan gidenler de sâlihler kervanına dâhil oldu. Dünyevî imtihanlardan başarıyla geçti. Aykırı gidenler de kaybetti.

Malûm;

Gönlüne ve gözüne çapak ve çamur düşürmeyen, her an tezkiye hâlinde olan Hazret-i İsmail, başını bıçağın önüne koydu. O böyle yapınca bıçak kesmedi. Fakat gözü çapaklı olan Kenan, teslim olamadı, tufandan aklı sayesinde kurtulacağını zannetti, zannıyla beraber boğulup gitti.

Gönlü ve gözü, içi ve dışı tezkiyede gayretli ve muvaffak olanlar, en aşılmaz dağları da aşıp geçti ve en yüce mertebelere erişti. Hazret-i Ebûbekir, bu şekilde «ikinin ikincisi» bir sıddîk-ı ekber oldu. Hazret-i Ömer, bu şekilde Peygamber’in övdüğü müstesnâ bir fâruk oldu. Hazret-i Osman, bu şekilde zinnûreyn / iki nur sahibi bir âbide oldu. Hazret-i Ali, bu şekilde ilim şehri olan yüce peygamberin kapısı ve haydar-ı kerrâr oldu.

Bu şekilde Bâyezîd-i Bistâmîler yetişti, Cüneyd-i Bağdâdîler yetişti, Şâh-ı Nakşibendler yetişti, Mevlânâlar, Yûnuslar, Hüdâyîler yetişti. Osman Gazîler, Fatihler, Yavuzlar, Kanunîler yetişti.

Velhâsıl;

Bu dünya, idrak edebilenler için beşikten mezara dek aslında bir tezkiye mektebi.

Bu mektebin en seçkin bölümü de, tasavvuf dersânesi.

En mühim dersi de takvâ.

Takvâ nedir?

En öz ifadesiyle;

İçte ve içten olmak…

Namaz mı kılınacak; mutlaka içten ve içinde olmak şart. Hayalen değil, fiilen şart. Yoksa namaz, makbul bir namaz olmaz. Oruç mu, aynı şekilde. Güzel bir söz mü, aynı şekilde. Hizmet mi, aynı şekilde. Kardeşlik mi, aynı şekilde. Çalışmak mı, aynı şekilde.

Her şeyde bunu gerçekleştirmek, takvânın özü.

Bu da, tezkiye / arınmakla alâkalı.

Çünkü;

“Dünya istekleri, nefsânî arzular, hamamların ısıtılması için odun ve tezek gibi şeylerin yakıldığı yer olan külhana benzer. Dindarlık, takvâ hamamı da; dünya isteklerini ve nefsânî arzuları yakarak ısınır, parlar.” (Mesnevî)

Takvâ hamamında yıkanan gönüller ise, sulardan daha temiz ve billûr bir hâle gelirler. Böyle olunca, yani;

“Gönül aynası dünya sevgisi tozundan, nefsânî arzulardan temizlenir de pak ve saf bir hâle getirilirse, orada su ve toprak nakışlardan başka şeyler görürsün.

Zira;

Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsânî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür.” (Mesnevî)

Bu çerçevede Hazret-i Mevlânâ şu ikazlarda bulunur:

“Ey hakkı arayan kişi! Sen vakit geçirmeden nefsânî duygu musluklarını kapa ve gönül testini aşk küpünün suyu ile doldur.

Cenâb-ı Hakk’ın; «Nefsin isteklerine karşı gözlerinizi kapayın.» buyruğuna dikkat ve riâyet et. Çünkü insanların çoğu, his musluklarını kapamadıkları için, beden testileri acı ve tuzlu olan günah suları ile dolmuştur. Böylece mânen hastalanmışlar, yarı kör olmuşlar, gerçeği görememişlerdir.

Ey yeri-yurdu tuzlu su çeşmesinin başı olan kişi! Sen Ceyhun’u, Şatt’ı, Fırat’ı ne bilirsin?

Ey bu fânî dünyadan ve onun zevklerinden kurtulamayan zavallı! Sen yokluğu, mânâ sarhoşluğunu, ruh neşesini ne bilirsin?

Ey kirli olan kişi! Sen havuzun etrafında dönüp dolaşıyorsun, ama insan havuzun dışında iken nasıl temizlenebilir?

Mânâ havuzundan uzak düşen kimse maddeten temiz olsa da kirlidir. Çünkü dış yüzü temiz olmakla beraber bâtını, özü kirli kalmıştır.

Ey kendine güvenip de; «Kalbim, gönlüm temizdir.» diyen kişi! Senin kalbinin gerçekten temizlenmesi için bir velînin gönül havuzuna ihtiyaç var. O ilâhî yardım olmasa, harcandıkça azalan para misali, senin mahdut olan temizliğin de azalır ve kirlenir.

Günaha batmış, kirlenmiş, pislenmiş kişiye, su, hâl dili ile; «Ey kirli kişi, koş bana gel!» der. Günahkâr da; «Ben sudan utanır, yani mürşidden çekinirim. O benim kirliliğimi keşfeder.» cevabını verir.

Su der ki: «Fakat seni utandıran o kirlilik, o günah bensiz nasıl gider? Ben olmadan şu pislik, nasıl temizlenir? Unutma; kirlenmiş ve pislenmiş olanın bu olumsuz utanması, îmânına bile engel olur.”

Yani;

Utanılacaksa, tezkiyeden/arınmaktan değil, kirden ve pislikten utanmak daha yerinde olur. Yoksa, utanmak gibi yüksek fazîlet, hayırlı bir haslet iken hayırsızlıktan ibaret bir gaflet kesilir. Yani şeytana yarayacak şekilde bir çekinme ve utanma duygusu da, gönül için kirdir, gaflettir, günahtır.

Dolayısıyla;

Hakk’ın huzûruna utanmanın da temizini arz etmek gerek. Daha doğrusu, her şeyin temizini; îmânın, ihlâsın, takvânın, amel-i sâlihlerin, aklın ve gönlün daima tertemizini sunabilmek gerek.

Çünkü; «Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin!» (el-Bakara, 172) buyuran Hazret-i Allah, bize her şeyin en temizini lâyık görüyor. Her şeyi, kirlerden arındırarak bize veriyor. Suları bile yıkayıp temizleyerek bize sunuyor. Onları ya göklere çekerek semâlarda süzdükten sonra tertemiz bir rahmet hâlinde, ya da yer altında sayısız filtrelerden geçirerek billûr ve buz gibi pınarlar hâlinde ikram ediyor.

Yüce Allah, şu çamurlu toprağın kara bağrında bile bizim için sayısız temizlik fabrikaları kurmuş. O fabrikalar her türlü kiri tertemiz ediyor. Çer-çöpler, gübreler, atıklar, o fabrikalarda öyle tezkiyelerden / arınmalardan geçiyor ki, içinde hiçbir toz, kir ve mikrop bulunmayan tertemiz, pırıl pırıl bitkilere, meyvelere dönüşüyor. Toprak altındaki simsiyah şeyler bile bu arınma ile bembeyaz çiçeklere, güllere dönüşüyor. Her birinde ayrı bir güzellik ve şifâ tecellî ediyor.

Buna mukabil insanoğlu;

Huzûr-i ilâhîye kirli bir gönül götürürse, revâ olur mu? Çamurlu bir akıl götürürse, lâyık olur mu? Çapaklı bir göz ile giderse, yakışır mı? Kokuşmuş bir hayat sunarsa, mükâfat bekleyebilir mi?

Üstelik, O Hâkimler Hâkimi yüce Allah; «İğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayın!» (el-Bakara, 267) derken? «Kirlerini giderip temizlensinler!» (el-Hac, 29) diye emrederken? «Şüphesiz Allah, daima temizlenenleri sever!» (el-Bakara, 222) buyururken?

Bu hususta rikkat-i kalbiyyeyi Hazret-i Peygamber’den öğrenmeli. O, insanların en takvâlısı ve en temizi olduğu hâlde şöyle duâ ederdi:

“Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)

“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu duâlarındaki derinliği, mânâyı ve hakikatleri görebilmek için gönüldeki gözler tertemiz hâle gelmeli. Bir mürşid rehberliğinde nice mesafeler katedilmeli. O mesafeler ki, bir- iki adım atmakla alınmaz. Baştaki adımlar, sadece taklittir. Sonraki adımlar, kaymamak şartıyla gerçek adımlardır. Tezkiye yolunda feyiz hâli de böyledir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“İlk önce gelen feyzi sen taklit bil; ancak ardı ardına gelmeye başlarsa, işte o gerçek feyz olur. Gerçek feyze kavuşmak için sakın mürşidden ayrılma; katrenin inci olması için sakın sedefi bırakma.

Gözün, aklın, kulağın arınmasını istiyorsan; derhâl gözünü kapayan, aklını örten, kulağını tıkayan tamah perdelerini yırt.

Ham sûfînin tamah yüzünden taklide kapılması aklını körleştirir de, o yüzden nûru ve nûrun lem‘alarını, parıltılarını göremez. Lokma hırsı ve zevke düşkünlük de, gerçeği düşünmesine engel olur.

Düşün;

Eğer terazide tamah olsaydı, tarttığı şeylerde gözü kalırdı da onların gerçek hâlini bize dosdoğru söylemezdi.

Kimde tamah varsa, onun dili tutuk olur, rahatça konuşamaz. Tamahı olan kişinin gönlü ve gözü nasıl olur da parlar?

Ancak; Hak aşkıyla gönlü dolmuş, mest olmuş kişi başkadır. Onlara defineler, hazineler versen de gönül hürriyetlerini satmazlar.

Daha dünyada iken Hakk’ın cemâlini müşâhede eden, mânen ona kavuşmak mutluluğuna eren kişinin gözüne, bu dünya leş gibi görünür.”

İşte bu noktaya erebilen, gerçek takvâya erişmiş demektir.

Takvâya erebilmek için yegâne fiilî kıstâsımız ise, emsalsiz örnek şahsiyet olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-… O’nun aile hayatı. İçtimâî hayatı. Kulluk ve istikameti. Gayret ve hizmeti. Muhabbet ve merhameti. Ahlâk ve iffeti. Dirâyet ve azmi. Sabır ve sebatı. Her hâli, bizim için fiilî kıstas.

Bizim için rahmet.

Bizim için tertemiz bir ayna.

Sürekli bakacağımız ve kendimize çeki düzen vereceğimiz ilâhî bir ayna. İnsanlığımızı, îmânımızı, dünyamızı ve âhiretimizi seyredip anlayabileceğimiz ve ona göre şekillendireceğimiz yegâne ayna.

Çok şükür, o aynada nice temâşa ile;

Kutlu bir mevsim, Ramazân-ı şerif iklimi henüz yeni yaşandı. Hepimiz, gücümüz nisbetinde rûhâniyetimizi yükseltmeye gayret ettik. Onun bayramından aldığımız ilhamla gerçek bayram için hazırlıklar yaptık.

Şimdi o güzîde ayna bize diyor ki:

“Asıl iş, Ramazân-ı şerif hâlini diğer aylarda da devam ettirebilmek. Artırarak devam ettirebilmek.

Bu eksende bir düşünün; hâliniz, Hazret-i Peygamber’e ne kadar benziyor?”

Belli ki bizler;

Kendimizi, en çok bu suâl ile mîzan etmek mecburiyetindeyiz. Eğer tezkiye ile ebedî kurtuluşa talip isek, bilhassa bu muhasebeye muhtacız.

Hangi yönümüz Allah Rasûlü’ne benziyor? O’na çok benzeyen taraflarımız ne kadar? Az benzeyen taraflarımız ne kadar? Hiç benzemeyen taraflarımız var mı? Ne kadar?

O’nun; «Kişi, sevdiği ile beraberdir.» hadîs-i şerîfini O’nunla amelî, fikrî, kalbî, hissî, mânevî ve hakikî beraberlik ve benzemek olarak ne kadar gerçekleştirebiliyoruz?

Elbette;

Sevdiği ile beraberlik ve ona benzeme hususunda sahâbe-i kiram, en muhteşem nümûne. Onların tamamı, elbette, bu beraberlik ve benzeme gayretinin toprağında çınar oldu. Bu gayretin coşkusunda pınar oldu. Bu gayretin mevsiminde bahar oldu. Bu gayretin aşkında ebedî birer yâr oldu. Cennet de onlara sonsuz diyâr oldu.

Bu gayrette, köleler bile büyük bir izzet kazandı. Hazret-i Üsâme bir köle oğlu iken, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordu kumandanı makamına yükseldi. Hazret-i Sevbân da bir köle iken, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in özel sevdiği bir gönül hâline geldi. Hazret-i Bilâl de bir köle iken Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in baş müezzini olmak şerefine erişti.

Onlar ve bütün sahâbe, bu uğurda her şeylerini bezl ettiler. Hazret-i Peygamber’le beraberlik şerefi için canlarını da mallarını da fedâ ettiler. Cenâb-ı Hak buyurdu:

“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da kesin olarak va‘detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, büyük bir başarı ve kurtuluştur.” (et-Tevbe, 111)

Hazret-i Peygamber’le beraberlik ve O’na benzemekte bu ifadelere dâhil olanlar ile olmayanların durumları arasında uçurumlar var. Bu hakikat, âyette şu kıyas ile beyan edilir:

“Yapısını, Allah’tan korkup (kötülüklerden) sakınmak ve O’nun rızâsına erişmek (temeli ve niyeti) üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını, çökmek üzere bulunan bir yar kenarına kurup da onunla beraber cehennem ateşine yıkılıp giden mi hayırlıdır?” (et-Tevbe, 109)

Bu tokat misali, cevap dolu suâl etrafında insan, bin bir tefekkür ile yoğunlaşmalı.

Kendini inşa ederken de unutmamalı ki;

Kendini çökmek üzere olan dik bir uçurum kenarında inşa etmeye çalışanlar, binalarını ne kadar sağlam zannetseler de, cehenneme yıkılıp gitmekten kurtulamazlar.

Ancak rızâ-yı Bârî için ve Hazret-i Peygamber’le beraberlik ekseninde kendilerini inşa edenler, hiç yıkılmayan cennet binalarına kavuşurlar. Onlar, mallarını kurban ederler, Firdevs kısmet olur. Canlarını kurban ederler, Cânân’a mazhar olurlar.

Mal ve can vermek, fakat nasıl?

Tabiî tertemiz olarak. Tezkiyeden geçerek. Çünkü tezkiyeden geçmeden ve tertemiz olmadan verilen can, sahibine bir takdim değil, sadece vakti geldiği için mecburî bir geri teslim ediştir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zâhiren can vermiş ve şehid olmuş görünen bazı kimseleri, mânevî tezkiyeleri yoksa şehid saymamıştır. Fakat Uhud Harbi esnasında îman eder etmez muharebeye katılmış ve îman ile birlikte tezkiyesi de gerçekleşip şehid olmuş, ama henüz ibâdet hayatına fırsat bulamamış bir yiğit hakkında da; «Az çalıştı, çok kazandı.» buyurmuştur.

Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın cennet müjdesi, tezkiye ile temizlenmiş olarak can verenler hakkındadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Melekler onların canını temizlenmiş olarak alırken: «Selâm size; yaptıklarınıza karşılık haydi girin cennete!..» derler.” (en-Nahl, 32)

Gerçek tezkiye, işte insanı bu mertebeye ulaştırmak.

Bunun yolu da, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le beraberlik, O’na benzemek, O’nun hâliyle hâllenmek.

İnsanı terbiyede tasavvuf denir, takvâ denir, zühd denir, ihsan denir, bunların hepsi aslında aynı mânâyı ifade eden muhtelif kelimeler. Temel itibarıyla hepsinin özü ve hakikati, Allah Rasûlü’ne benzeyebilmekten ibaret.

Tasavvufla benzeyebilmek, kalbin safâya ermesini ifade eder.

Takvâ ile benzeyebilmek, havf ve recâ / korku ve ümit arasında yaşamayı ifade eder.

Zühd ile benzeyebilmek, dünyaya ait her şeyi Allah rızâsı için kullanabilmeyi; kalbimizi kasa yapmamayı, dünyevî imkânları kalbimizin dışında taşıyarak Allah yolunda bezl edebilmeyi ifade eder.

İhsan ile benzeyebilmek ise; her hâlükârda ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzu hissedebilmeyi ifade eder.

Hepsinin özü de;

“(Ey Habîbim!) Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol! Sen’inle beraber tevbe eden (mü’min) ler de emrolundukları gibi istikamet üzere olsunlar!..” (Hûd, 112) âyetini yaşayabilmek.

Tezkiyede bu makama erişebilenler, birer ebediyet kandili hâline gelirler. Ancak bu, öyle zorlu ve çileli bir vazifedir ki, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e; «Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı…» (Tirmizî, Tefsîr, 56/3297) dedirmiştir.

Demek ki, istikamet üzere gönül temizliği için saçları ağartacak bir şuur ve gayret gerek. Tezkiyesi tam bir takvâ gerek. Çünkü, ancak;

“Takvâ sahipleri için kurtuluş vardır.” (en-Nebe, 31)

“İşte büyük kurtuluş, şüphesiz budur. Çalışanlar bunun için çalışsın!” (es-Sâffât, 60-61)

Hiç şüphesiz;

Hayat, çalışma için. Çalışma da büyük kurtuluş için. Büyük kurtuluş da takvâ ile. Takvâ da tezkiye / arınma ile.

Esasen tezkiye, her şeyin özü ve şartı.

Sıhhat mi lâzım, tezkiye / mikroplardan arınmadan asla mümkün değil. İlim mi lâzım, tezkiye / cehaletten arınmadıkça mümkün değil. Gıda mı lâzım, tezkiye / yenecek kıvama getirici bir arınma olmadan mümkün değil. Taze nefes mi lâzım, tezkiye / isten ve pisten arınmadıkça mümkün değil.

Namaz için başlangıç farzı da, yine tezkiye, arınmak. Hadesten ve necasetten temizlik olmadan namaz mümkün değil. Bu hem maddî hem de mânevî. Sadece maddî anlayanlar, şekilden ibaret bir namazdan öteye geçemezler.

Kur’ân için, yine tezkiye farz. Abdest almadan Kitabullâh’a dokunmak yasak.

Kısaca gönül temizliği, canların ve ruhların berraklığı; dizi dizi lâf ile değil, ancak tezkiye ile. Mânevî kirlerden ve günahlardan kurtulmak ile. Bunun yolu da Hak dostlarına yakınlık ve onların hâliyle hâllenmek. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Mânevî kirlerini gidermek, günahlardan arınmak mı istiyorsun? Gönül kirlerini yıkamasını bilen velîlerin, ermişlerin mahallesinden ayrılma.

Kırıklarla dolu isen de üzülme, mânevî kırıkları saran kırıkçıya yani bir mürşide başvur da, onun yardımı ile kırıklıktan kurtul, yükseklere çık.

Onun eli; kırıkları sarar, onarır; hattâ bazen onun kırması da, gerçekten de onarmaktır.

Eğer sen, o mânevî kırıkçının dileğini kıracak olursan, o sana; «O zaman gel, bunu sen sar, sen iyi et.» der. Hâlbuki senin saracak elin, ayağın yoktur.

Yani tedavi için tekrar kırmak ve kırık sarmak, kırıkçının hakkıdır. Çünkü o, kırık sarıp iyi etmesini bilir.

Dikkat et, mahir mimar da, eski evi yıkar, altüst eder; ama sonra bir anda eskisinden daha mâmur bir hâle koyar.

Bunları anladıktan sonra ey hakikati arayan kişi,

Tezkiye mektebinin hocası olan Hak dostu mürşidi, senin gözün gibi bil. Onu çer-çöpten, tozdan temiz tut.

Aklını başına al da, dil süpürgesi ile ona toz kondurma, gözün gibi olan mürşidine çer-çöp ve toz armağan etme.

Sakın o ayna, senin nefsinle ve nefesinle buğulanıp, yüzünü senden gizlemesin. Seni sana göstermez hâle gelmesin, onun için sana, her vakit nefes tutmak, susmak, yersiz, lüzumsuz söz söylememek gerekir.

Sen topraktan da aşağı mısın? Toprak, bahar gibi bir yâr bulunca, ondan yüz binlerce nûr elde eder, çiçeklenir. Sen de öyle olmaya bak!

Kendinden uzaklaşarak kendi nefsânî benliğinden kurtulup da bir diriye, kendinde bulunan ölümsüze bağlanan kişi, ne mutlu bir kişidir!

Yazıklar olsun, o diriye ki, ölü ile oturmuş, mânen ölmüş, hayatını kaybetmiştir!

Şunu idrak et;

Hulûs ile, canla, başla, Kur’ân-ı Kerim okur, ona sığınırsan; peygamberlerin ruhları ile âşinâlık peydâ edersin. Çünkü Kur’ân, peygamberlerin hâlleridir. Onlar; tertemiz, saf vahdet denizinin balıklarıdır.

Hâl böyleyken;

Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymazsan, Kur’ân ahlâkını yaşamaz isen, o takdirde sana peygamberleri ve velîleri görmenin ne faydası olur?“

Tabiî ki hiçbir faydası olmaz.

Çünkü gerçek fayda, ancak yaşayış bağlılığı ile mümkün. Yaşayış da, kendi istediğimiz gibi değil, denildiği şekilde olursa makbul. İşte yansıması:

Saîd bin Müseyyeb Hazretleri, tâbiînin büyüklerindendi. Kerahat vaktinde nâfile namaz kılan birine rastladı. Yüzü ekşidi. Adam da, kendini savunarak ona dedi ki:

“–Namaz kıldım diye Allah azap mı eder?”

Bunun üzerine o mübârek zat şu mânidar cevabı verdi:

“–Hayır! Namaz kıldığın için değil, fakat sünnet-i Peygamber’e ters hareket ettiğin için Allah azap eder.” (Dârimî, Mukaddime, 39/442)

Yani;

O’na, Hazret-i Peygamber’e ters düşünce, secdeler bile hakikatsiz ve tehlikeli.

Ancak ve ancak;

O’na, O’nun istediği şekilde tam bağlılık ve muvâfık beraberlik, çare. O’na benzemek çare. O’nun hâliyle hâllenmek çare. O’nun ahlâkına bürünmek çare. O’nun terbiye ve tezkiyesinden geçmek çare. O’nun aşk ve hizmet pınarında arınmak çare.

İşte bunu başarabilen âşık ümmetine O, «kardeşim» diyor ve «özlediğini» beyan buyuruyor.

Hâsılı O;

O’nun yüce tezkiyesi ile arınmış gönülleri müjdeliyor:

“İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günahtan çeksin!..” (Buhârî, Salât, 80; Îbn-i Sa’d, II, 227)

Ne mutlu bu müjdeye mazhar olabilecek bir gönül temizliğine nâil olabilene!

İşte o gönül, Allâh’ın nazargâhı.