NE ÇIKAR?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Arslanın huzurundaydılar.

Kedi, etrafından aldığı hızla miyav miyav konuşuyordu:

–Vampirlik benim de hakkım. Sadece kedilik yapmaya mecbur muyum? Bazen timsahlık da yapsam ne çıkar?

Fare zıpladı:

–Madem öyle; benim de kedilik hakkım olmalı. Bir ömür sadece fare mi kalacağım? Hattâ zaman zaman arslan da olabilirim. Fil bile olsam, ne çıkar?

Bir ördek, vak vak sesiyle araya girdi:

–Ya benim neyim eksik hindiden, neyim noksan kargadan. Sadece ördek olarak mı yaşamaya mahkûmum. Ben de biraz baykuş olsam ne çıkar?

Ceylân da ortaya atıldı:

–Hepimiz bu dağların ve ovaların parçası olduğumuza göre aramızda eşitlik şart. Öyleyse şu kaplanlar gibi hür ve hükümdar veziri olmak benim de hakkım. Hep sadece ceylân mı kalacağım? Bazen biraz da çakal kesilsem, ne çıkar?

Çakal hopladı:

–Yavaş ol nazlı ceylân! Pençem kaşınmaya başladı. Ama galiba doğru söylüyorsun, ben de sadece çakal olarak mı yaşayacağım? Biraz tâvus gibi davranmaya hakkım yok mu? Zaman zaman arslanlık bize düşüyor ya. Arada bir akbabalık da yapsam ne çıkar?

Kara bir sinek, arslanın burnuna kondu:

–Arkadaşlara katılıyorum. Ben sadece sinek olunca nokta kadar kan emebilmek için canım çıkıyor. Damarları ağız tadıyla ısırabilmek için yılan olmak da hakkım değil mi? Bazen de kartal olsam ne çıkar?

Tilki, alkışlayarak söze daldı:

–Hepinizi kutluyorum. Özgüven işte bu! Daha nice haklarımız var. Göreceksiniz hepsini keşfedeceğiz; hepsini fark edecek ve sahip olmak için mücadele vereceğiz. Haklarımızı ve imkânlarımızı daha da genişleteceğiz. Geleneklerimiz ve şimdiye kadar bize öğretilenler, buna müsaade etmiyorsa etmesin, ne çıkar?

Ağustos böceği heyecanlandı:

–Kimse kimseye karışma hakkına sahip değil. İster çalışır, ister çalışmam. Başkasına ne bundan? İstediğim gibi serbest olmak, keyfime ve can sıkıntıma göre saz çalmak, kimseyi ilgilendirmez. Tabiî arada sırada kurtlar gibi ulumak da hakkım olmalı. Karınca çatlasın bana ne? Sonra sadece ağustos böceği olarak mı yaşayacağım? Senede bir tane ay yok ki. Eylül var, mart var, nisan var. Biraz da neşeli bir köpek gibi keyfimce havlasam, ne çıkar?

Horoz, kanat çırptı:

–Tebrikler. Ben de sadece horoz olmaktan bıktım. Papağandan neyim eksik? O her sesi deniyor, taklit ediyor. Hattâ insanlar gibi konuşabiliyor. Ben de onun gibi hür hareket edeceğim bundan sonra. Hani belki tuhaf ama senaryo sanatı adına eşek sesini bile denesem, ne çıkar ki?

Bunun gibi pek çok mahlûkat, uzun uzadıya konuştu, konuştu.

Başından beri hepsini sessiz bir şekilde dinleyen arslan da söylenenler karşısında heveslenmiş gibiydi:

–Ne desem? Belki… Evet evet! Konuştuklarınız bana göre de mantıklı, ama…

Bu cümleleri fırsat bilen tilki, iş başka tarafa kaymasın diye hemen taşı gediğine koydu:

–Artık sınırlar kalkmalı. Her şeyin sınırsız olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Artık öyle veya böyle ne düşünürsek, onu yapmak hakkımız. Bundan daha normal ne olabilir ki! Hayal ettiklerimiz hakkımız değil mi? Doğruymuş, yanlışmış kaygısından artık kurtulma zamanı. Şu, yasak; bu, kötü; o, olmaz gibi şeyleri, boşu boşuna kendimiz uydurmuşuz; aslında her şey mubah, her şey hakkımız. Bundan sonra sınır tanımayacağız.

Onların bu iradesiz, nefsânî ve ahmakça konuşmalarını hakikat dalında dinleyen idrak bülbülü, üzüntülü bir şekilde söz alıp îkaz etmek istedi ise de onca şamata arasında sesini duyuramadı.

Yine de duyurmak için çırpındı durdu.

Sonunda;

Onun bu çırpınışını mağrur bir karga fark etti. Serde, bülbülü rezil etmek için ortalığı bastıran gak sesi ile sordu:

–Hey şaşkın bülbül! Herkes Mersin’e, sen tersine! Ne geveleyip duruyorsun? De bakalım, ne diyeceksin!

Bülbül, karganın bu iğneleyici ifadelerine aldırmadan dedi ki:

–Ey dostlar! Çıldırdınız mı siz? Kendi nâmınıza yanlış olan ne varsa onları nasıl olur da hak zannedersiniz?

Onun bu basîretli îkazı, o vakte kadar oluşan heyecan sıcaklığının üstüne soğuk su gibi dökülünce suratlar bir anda beş karış oldu. Hep birden tepki ile feryat ettiler:

–Ey bülbül! Bu parazit ses, sana yakışmadı. Bu kıskançlık, senin gibi gül âşığına hiç gitmedi. Belki aklın kıt kaldı, belki de sana meydan kalmadı zannedip böyle yapıyorsun. Fakat merak etme, senin de bir sürü hakların var. Onları fark etmeye bak!

Hicranlı bülbül, muhataplarının bu gafletleri karşısında inledi:

– Siz kör olmuşsunuz. Yazık ki bana da kör olmayı tavsiye ediyorsunuz!

Hain tilki, marifetli bülbülün mantıklı ve dengeli sözlerinin adım adım önceki konuşmaları altüst edeceğini hissetti. Telâşla itiraz etti:

–Sen zaten kuş beyinlisin! Bu gerçeklerden ne anlarsın! Bari sus da, öfkelerimizin tükürükleri seni boğmasın!

Fakat her şeye rağmen ağırbaşlı davranmasını bilen arslan, meseleye el koydu:

–Dur hele ey tilki! Burada söz verip alma, benim hakkım! Ben varken bülbülü sen susturmaya kalkma! Bırak o da söyleyeceğini söylesin!

–Ama efendim, görüyorsunuz ki zırvalıyor.

–Bekle biraz. Acele etme. Önce iyice dinleyelim. Sonra değerlendiririz. Eğer zırvalarsa, ben onu akşam çerezi yapmasını bilirim. Ama evvelâ kulak kesilelim. Şimdi, ey bülbül, haydi söz sende, diyeceğini açıkça söyle!

Bülbül, rahat bir nefes aldı ve tane tane anlatmaya başladı:

–Ey dostlar! Söz güzel bir yere geldi. İsterseniz o güzel yerden tefekkür kitabını açalım. Hani, az evvel içinizden arslan olabilme hakkından bahsedenler olmuştu. Fakat şu anda arslanın yanında bu isteğin ne hükmü kaldı? Görüldü ki bu bahisler, sadece kuru bir lâkırdı imiş. İşte tilkinin arslanlık manevrası da, gerçek arslanın pençesine tosladı. Geçersiz bir yalan olarak buhar oldu. Diğer olmayacak isteklerin de âkıbeti böyle olacak. Üstelik kendi haklarınızı da ziyan edecek. Yani olması mümkün olmayan şeyler, asla hak değil, sadece ahmaklık. Olmayan hakların peşine düşmek gafleti ve aptallığı da, her zaman eldeki hakları da heba eden, kaybettiren bir akıl hastalığı. Daha da ilerlediğinde bu hastalık, iradenin ve kalbin ölümü demek. Kaldı ki nerede bir yanlış var, onu hak zannetmek ne büyük cinayet! Nerede bir isyan var, günah var, felâket var, rezâlet var ise onları hak zannetmek, ne acı bir azap çukuru!

Ey dostlar!

Hiç düşünmüyor musunuz; bir sineğin kıl ucu kadar küçük ağzını fil borusu olarak kullanmak ne mümkün? Bir karış suya bile giremeyen bir kediden timsah olur mu?

Sonra;

Olunmak istenen şeyler, niye hep kötü ve olumsuzluk deposu olan istekler?

Enini sonunu hiç hesap etmeden, kuru kuruya; «Ne çıkar?» gibi boş bir gazın alevine kurban olmak, akıl ve mantığı yakıp kül etmez mi? Zehir içmeye; «Ne çıkar?» denebilir mi? Cehennem azabına; «Ne çıkar?» diye bir cesaret gösterilebilir mi?

Ey dostlar!

Şunu hatırdan hiç çıkarmamak gerek:

Bir kedi, tutup da vampirliği hak zannederse, eyvah onun kediliğine!

Bir serçe, akbabalığı hak zannederse, eyvah onun serçeliğine!

Bir balık, ateş üstündeki tavaya uzanıp yatmayı hak zannederse, eyvah onun balıklığına!

Kezâ bir güvercin, kuzgun olmayı hak zannederse, eyvah onun güvercinliğine!

Kezâ bir ceylân, çakallığı hak zannederse, eyvah onun ceylânlığına!

Kezâ bir horoz, eşekliği hak ve sanat zannederse, eyvah onun horozluğuna!

Ey dostlar!

Her varlık; kendi özel cinsi, çapı, kapasitesi, alanı ve ekseni çerçevesinde kıymetli olur. Bulunduğu pozisyon ve aşamaya göre hareket ettiği nisbette değerli ve dengeli, huzurlu ve şuurlu olur. Ekvatorda iken kendisini Sibirya’da zanneden bir maymun, üzerine iki post daha çekmeye kalkar da sıcaktan çıldırır. Ya da Sibirya’daki bir ayı, kendini ekvatorda zannedip kürkünü bir kenara fırlatmaya kalkışır da donarak ölmeye mahkûm olur.

O hâlde ey dostlar!

Siz kendinizi tanımaya bakın! Hâlinize ve olmanız gereken yapıya göre hareket edin! Unutmayın ki, bir kedi, ömür boyu sadece kedidir ve yalnızca kedilikte başarılıdır. Diğer mahlûkat da böyledir.

Ey dostlar!

Herkes, kendine râzı olsun! Kendi vazifesine râzı olsun! Ekmek arası zehirli fikirlerin, nefsâniyetin ve gafletin sahte tadına aldırmasın! Hele ki; haramların, yanlışların, günahların ve azap tuzağı boş heveslerin kapısını hiçbir şekilde aralamasın! İsyanların ve âsîliklerin kucağında zâhiren göze çarpmayan fakat mutlaka mevcut olan azap mayınları, bir hak değil, dayanılamayacak kadar acı bir ilâhî kahırdır, felâkettir, belâdır, hüsrandır.

Ey dostlar!

Kendinize gelin! Sizin çareniz sizde. Sizin şifanız içinizde, sizlikte.”

Bülbül, bu şekilde anlattıkça anlattı.

Eğitim notlarına yağmur misali mânâlar saçıldı.

O mânâlardan nice hakikat gülleri açıldı.

Anlaşıldı ki;

İnsan, gerçekleştirdiği bütün yersizlikleri, gafletleri, hataları, günahları, genellikle hak zannedince yapıyor. Çünkü onun nefsi, hak zannettiğinde çöpü bile altın yerine koyma özelliğine sahip. Dolayısıyla en olmadık ve olmayacak işleri insan, sırf bu sebeple irtikâp ediyor.

Eğer hak zannetmişse, en büyük günahları bile en büyük sevaptan daha istekli ve hırslı bir şekilde çekinmeden işliyor.

Maalesef bugün, bu gerçeği bir türlü göremeyen yanlış eğitim sistemi, hataları bir hak hâline getirdi. Tembelliği ve savrukluğu bile bir hak olarak prensipleştirdi. Arsızlığı ve uğursuzluğu da bir hak olarak sınıflara soktu. Cehâlet ve rezâletleri de bir hak sadedinde allayıp pulladı.

Netice;

İçi boş diplomalar üretildi. İsimleri olan, fakat şahsiyetleri olmayan yığınlar türetildi.

O akımda;

Şımarıklık, girişkenlik hakkı.

Edepsiz tavırlar, en sağlam özgüven ve fikrini rahat söyleyebilme hakkı.

Tembellik, zekilik hakkı.

Arsızlık, sınırsız düşünebilme hakkı.

Dengesizlik, her şeyi değerlendirebilme ve ölçebilme hakkı.

Boşboğazlık, onur ve şeref hakkı.

Haramlar, özel kişilik hakkı.

Mekruhlar, bundan ne çıkar ifadesinin hakkı.

Geriye ne kaldı? Hiçbir şey.

Bu yanlış ve şişirme haklar, insandaki güzel özellikleri de balon misali içi boş hâle getiriyor ne yazık ki.

Oysa;

Her şey, yerli yerince kullanıldığı nisbette güzel. Ayak, ayak olarak kullanılırsa güzel ve faydalı. Onu hayalen punduna getirip de kafa yerine kullanma aptallığına kalkışılırsa, tedavisi ve telâfisi olmayan tıkanıklıklar, aksamalar ve perişanlıklar içerisinde o nimet ziyan olur. Aynı gerçek, bütün nimetler için geçerli.

Dolayısıyla;

Her nimeti, onun alanı ve muhtevası içinde değerlendirmeli. Herkesi de. Bir talebe, ne olursa olsun hoca değildir, talebedir. Eğer o, bunu unutup da şairin;

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayın der,
Dün mektebe vardı, bugün üstâd olayın der…

şeklinde bir tavır içerisine girerek kendisini allâme-i cihan sanırsa, hiçbir zaman verimli bir talebe olamaz. Talebe olamadıkça da asla hoca olamaz. Olması da mümkün değil. Çünkü talebeliği anlamamış ve gerçekleştirememiştir.

Hâlbuki talebelik de, bütün işler gibi ancak kendi haddi ve sınırları içinde tecelli eder. Bunun başka şık ve ihtimali yoktur. Başka bir şıkkı, her zaman arayanlar olmuştur, fakat bulabilmek daima imkânsız ifadesi içinde kalmıştır.

Hâsılı eğitim;

Önce bu meseleyi tam mânâsıyla halletmesini bilmeli. Yoksa en ağır yanlışa kadar her şeyi hak zanneden tipler arasında hiçbir zaman büyük şahsiyetler yetiştirebilme imkânını bulamaz. Âdeta eğitme hakkını kaybeder. Bunu fark etmeyen talebe de, eğitilme hakkından mahrum kalır. O zaman vay eğitimin hâline! Vay eğitilenin hâline! Vay yarınların hâline!

Hâl böyleyken;

Bugünkü gençlerin önünde olabilecekleri o kadar çok şişirme şeyler var ki, olmayacak derecede. Adam olma hakkını öldürecek kadar aşırı. Eğitilmiş ve okumuş olabilme hakkını yok edecek nisbette cahilce.

Hâlbuki eğitimin talebe açısından tek hakkı, her bakımdan eğitilmiş olmak. Hoca açısından da tek hakkı, eğitmiş olmak. Bu bir mahkûmiyet değil, tatlı bir mecburiyet. Bu mecburiyeti anlayamayanlar, iki dünyada da acı mahkûmiyetler ve mahrumiyetlerin zebûnu.

Yani eğitme çerçevesi dışındaki hak zannetmelerin tamamı, tuzak. Tamamı, eğitimden uzak.

O uzak ve tuzak kaygıların ve de sahte hakların hepsi de boş!

Bunu idrak etmeyenlerin elde ettikleri neticeler ise, tamamen nâhoş!..

Ne çıkar? demek, mümkün değil.