GENÇLİĞİMİZ GELECEĞİMİZDİR

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bir yaz boyunca âdeta sağır ve dilsiz kalakalan, suskun duran koca koca okul binaları yine şenleniyor… Serçe kuşları cıvıltılarıyla, açan renk renk çiçeklerle tekrar hayâtiyet kazanıyor; bir bahar cümbüşüyle girmeye hazırlanıyor kışa, onun renksiz ve soğuk tabiatına inat. Gelecek kaygısıyla evlâtlarını eğitim câmiasına emânet eden ebeveyn yürekleri de buraları şenlendiren minik yüreklerle, genç yüreklerle beraber atıyor; onlarla hemhâl oluyor. İlâhî kanun muktezâsınca, bu devreler geçilmeden olgunlaşılmıyor; gelecek bu temeller üzerinde yükseliyor. Onun için de esas olan; temeli, usûlüne uygun bir şekilde ve sağlam olarak atmak…

Yeni eğitim devresinde takrîben, ilk ve orta öğretimde on altı milyon; yüksek öğretimde de bir buçuk milyon talebe ders başı yapacak. Bu sayı; dünyada kalkınma gayretindeki birçok ülkenin muhtaç olduğu, arayıp da bulamadığı bir değer. Ancak bizde, en azından bazı çevrelerce «bir problem» olarak görülen, «nüfus plânlama»larıyla engellenmek istenen bir mesele.

Tıpkı;

“Okullar olmasaydı maârifi ne güzel idare ederdim.” dediği rivâyet edilen maârif vekilini hatırlatacak tipte kolaycı bir zihniyet bahis mevzuu.

Yani ataların;

“Azıcık aşım; ağrısız başım.” diye ifade ettikleri cinsten. Hâlbuki: “Her nimet, bir külfet karşılığıdır.” Ne kadar emek sarf edilirse, elde edilecek semere de o kadar fazla olacaktır.

Çocuklar, gençler bir milletin geleceği mesâbesinde olmakla; bu istikamette yetiştirilmelerinde ne kadar ihtimam gösterilse yeridir. Bir cemiyet, gençliğini iyi yetiştirebildiği nispette yarınlarından ümitvâr olabilir; bayrağını şanla, şerefle istikbâle ulaştırabilir. Kısa zamanda neticeleri görülemeyen bu uzun vâdeli yatırımı, bir Çin atasözü şöyle ifade ediyor:

“Bir sene sonrasını düşünüyorsan buğday ek; on sene sonrasını düşünüyorsan meyve dik; yüz sene sonrasını düşünüyorsan adam yetiştir.” Tarih bu mânâda; değerlerini taşıyacak insanlar yetiştiremediği için, fıtratından sapmış nesiller elinde parlayıp sönmüş bir kavimler mezarlığıdır aynı zamanda.

İnsanlığa her bakımdan en güzel örnek olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; memur edildiği vazifesi mûcibince, zamanını inşa edecek ve geleceğin de teminatı olacak insanın eğitimine adamıştır mübârek hayatını. Tebliğ edilen yüce değerler manzûmesi de, Hakk’ın rızâsına uygun muhtevada, dünya ve âhiret saâdetini kazanacak kıratta insan yetiştirmeye yöneliktir. Cahiliye cemiyetini «asr-ı saâdet»e yükseltirken, -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in huzûrunda pek çok genç sahâbî vardı. Mescid-i Nebevî’nin bir köşesi de eğitim faaliyetlerine tahsis edilmişti. Merhamet ve şefkat timsâli Efendimiz’in etrafı, her yaştan sahâbî tarafından emsalsiz bir sevgi hâlesi ile çevrilmişti. Öyle ki; izin verilmemesine rağmen, henüz kılıcını bile taşıyamayacak yaştaki çocuklar, cihad aşkıyla orduya karışıyorlardı.

Müsbet sonuçlar devşirebilmek için; her şey gibi, tefekkür de sağlam bir zemin üzerinde cereyan etmelidir. Bu muhtaç olunan esas da îmandır. Bundan mahrum olan bütün düşünceler, fikir hareketleri, insanları yanlış yollara, dalâlet girdaplarına sevk etmiş; sukût-ı hayallere uğratmıştır. İnsanların hayrına olabilecek bu kadar ilmî ve sosyal gelişmelere rağmen hüsranlara dûçâr kalmak; bilgi çağı denilen zamanımızın acı bir gerçeğidir. Yüksek tahsil seviyesini tamamlamış, en ileri eğitimlerden geçmiş «aydın» vasıflı olması gereken pek çok kişinin «organize suç çeteleri» mensupları olarak mahkemelerde arz-ı endam etmeleri başka ne ile izah edilebilir?

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanların yollarını şaşırmamaları için şöyle îkaz buyuruyor:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta‘, Kader, 3) Ümmeti üzerine şefkat ve merhametle titreyen Efendimiz; yine geleceği taşıyacak olan çocukların yetiştirilmeleri için de, husûsiyle şu tembihatta bulunuyor:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, ehlibeyt sevgisi ve Kur’ân kıraati…” (Münâvî, I, 226)

O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiçbir şeyi nazariyatta bırakmamış; eğitimin en önemli düsturu olan tatbikatıyla da işaret buyurmuştur. Bu cümleden olarak çocuk terbiyesi usûlünü de bizzat, on yaşında iken hizmetine verilen Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Hazretleri vasıtasıyla göstermiştir. Ebeveynin çocukla ilgili mes’ûliyetini; «hiçbir babanın çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey veremeyeceği» şeklinde ifade buyuran -Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;

“Allâh’ın yolunda yürüyen bir gencin, kıyâmet gününde Arş’ın gölgesinde gölgeleneceğini…” müjdeliyor.

«Asr-ı saâdet» iklimini, asırdan asra, kıtadan kıtaya, fevkalâde geniş bir zaman ve mekân boyutunda; iyi yetiştirilmiş nesiller taşımıştı. Bu bakımdan; onlara vâris olan günümüz cemiyeti hangi keyfiyeti hâizdir? Ebeveynler, okullar, basın, resmî ve sivil müesseseler, haberleşme vasıtaları… nesillerin yetiştirilmelerinde ne kadar tesirli veya en azından bunu ne kadar mesele addetmektedirler? Çocuklarımız;

“Daha dün ölen arkadaşım benden küçüktü.” diyerek koşa koşa camiye giden ve bu şuuruyla Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı ağlatan çocuğun ruh hâliyle ne nispette uyumludur? Gençlerimiz, yirmi bir yaşında İstanbul’u fethederek, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han’ın rûhî ve zihnî donanımından ne ölçüde hissedardır? Gençlerin örnek aldığı şahsiyetler kimlerdir ve gaye olarak önlerine hangi hedefler konmaktadır? Nesillerin eğitiminde, mevcûdât içerisinde mes’ûliyet sahibi tek varlık olarak; uçsuz bucaksız kâinattaki idrak ötesi sonsuz hikmetleri anlamaya çalışacak tefekkür derinliğini kazandırmak gibi bir esas var mıdır?..

Okul çıkışları, caddeler, parklar, araçlar gibi toplu bulunulan yerlerde çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin hareketleri, birbirleriyle münasebetleri, konuşmaları, tavır ve davranışları; bugünümüz ve geleceğimiz için hiç de müsbet kanaatler uyandırmıyor.

Bugünlerde basında yer alan, kaygı verici, düşündüren iki hâdise şöyle:

Birisi İngiltere’de:

Bir genç çok yakın bir arkadaşını, fecî şekilde öldürür. Sebep de; bir diğer arkadaşının şaka ile; «Onu öldürürsen sana bir kahvaltı!» demesi.

Ondan aşağı kalmayan diğeri de bizden:

Bir ilimizde, yüksek bir binanın tepesine çıkan üç kafadar, dürbünlü tüfekle aşağıdan geçmekte olanlar üzerinde atış tâlimi yaparlar…

Heyhât; genç hayatlar, nasıl da beyhûde yere heder olup gidiyor! Böyle elem veren manzaralar; dünyevî (seküler) cereyanlarla savrulan nesillerin dûçâr kaldığı hazin âkıbetin bir tezâhürüdür; içtimâî hayatımızın bir aynasıdır. Hele de geleceğimiz mesâbesindeki gençlerimiz bakımından… Onların ümit edilen diri bir rûhî kıvamı gösterememe endişesi, daha da vahim.

Düşünmek; Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun, insanlara ihsan buyurduğu, onu diğer varlıklardan ayırıp, mahlûkatın en şereflisi kılan bir nimet. Kur’ân-ı Kerim’de, hikmetleri anlamaya ve ibret almaya teşvik sadedinde, sık sık düşünmeye davet edilir bu sebeple. Hadîs-i şeriflerde de bu hususa; «nâfile ibâdetlerden daha hayırlı olduğu» buyurularak, ayrı bir önem atfedilir. İnsanın kemâlâtı, ilmin gelişmesi, barışın tesisi, cemiyetin yükselmesi bu esasa istinat eder.

Fransız filozof Descartes de, bu altın gerçeği, meşhur; “Düşünüyorum; o hâlde varım.” sözüyle ifade ediyor. Tefekkürün, insanın alâmet-i fârikası olduğu hususunu, Mevlânâ Hazretleri de şöyle bir misalle izah buyurur:

“Bir öküz Bağdat’a gelir. Şehri baştanbaşa gezip dolaşır. Bütün o zevki, hoşluğu, tadı, tuzu görmez de; göre göre karpuz kabuğunu görür.”

Canlının en küçük yapı maddesi olan hücrenin çekirdeğindeki genlerde kodlanmış olan bilgilerin, yüzlerce cilt ansiklopedi muhtevasında olduğu belirtiliyor. Bu bakımdan uçsuz bucaksız kâinat, sonsuz çeşitlilikte ve sayıda varlıklarla beraber, künhüne vâkıf olunamayacak bir esrar hazinesidir; bir hârikulâdelikler meşheridir. Bu esrar perdesini biraz aralayan Nâbî, göz kamaştıran hakikati şöyle terennüm eder.

Kitâb-ı kâinât esrâr-ı hikmetle lebâlebdir;
Şikâyet cehlden feryâd bî-idrakliktendir.

Bu muazzam kitabın satırlarını okumak bir hüner, satır aralarını okumak ayrı bir hünerdir. Recâizâde Mahmud Ekrem, böyle bir okumada vâkıf olunacak sırrı da şöyle ifade ediyor:

Bir Kitâbullâh-ı a‘zamdır serâser kâinat
Hangi harfi yoklasan, mânâsı hep Allah çıkar.

İnsanlara ilk emir;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alâk,1) olarak buyuruluyor. Eğitim sistemi sağlam ve doğru bir düşünce zemini yerleştirme anlayışı çerçevesinde yeniden tanzim edilebilirse; doğru okumanın şifresi de çözülebilecektir. Bu sûretle de kâinat kitabını okuyabilme hüneri kazandırılabilecek, dünyada barışın ve saâdetin yolu açılacaktır. Kâinâtın harcının karıldığı sevgi, adalet, yardımlaşma, müsâmaha, intizam… gibi bütün güzel fazîletler gönül âlemine sinecektir. Varlığının şuuruna varan, rahmet nazarıyla çevreye bakma istîdâdını kazanan nesiller; uhdelerine tevdî buyurulan «hilâfet» vazifesini bi-hakkın yerine getirerek, dünyayı gülzâra çevirme gayretinde olacaklardır.