HASRET VE KIRINTILAR…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Yarım saattir okuyorum ama hâlâ yazarın ne anlatmaya çalıştığını anlamadım… Hani Kur’ân-ı Kerim’de «edğas u ahlâm» diye isimlendirilen rüyalar vardır, başsız-sonsuz, mânâsız, kopuk kopuk… Öyle hikâyeler birbirini izliyor sayfalar boyu… Yazar ne anlatmaya çalışıyor, nereye bağlayacak diye anlamaya çalışıyorum. Arada tasavvufî sembollere atıflar var, bilhassa onları nereye bağlayacak merak ediyorum. Sonunda sabredemeyip kızıma soruyorum;

“–Sonunda ne oluyor?” diye. Zaten onun kitabı. O;

“–Çok güzel bir kitap.” dedi diye merak ettim, okumaya başladım. Söylemiyor; “Okuman lâzım.” diyor muzipçe…

Ondaki bu okuma sevgisi hoşuma gidiyor. Onun yaşındayken okumayı ne kadar sevdiğimi hatırlıyorum. Elime ne geçerse okuduğumu… Her kitapla başka bir ruh iklimine girdiğimi… Şimdilerde o kadar okuyamıyorum. İnsan, benim yaşıma gelince zamanını harcayacağı şeylere daha çok dikkat etmeye başlıyor. Bir kitaba zaman harcayacaksa «harcadığım vakte değiyor mu?» diye daha fazla ölçüp tartıyor. Meselâ yarısına geldiğim hâlde bende bu kitabın okumaya değer olduğu kanaati hâsıl olmadı. Ama sırf kızımla, onun bu kitabı okumaktan aldığı zevki paylaşmak için okumaya çabalıyorum.

Aslında yazarın üslûbu akıcı, kelimelerle oynayışı ustaca… Hani kendini okutturuyor. Zaten son zamanlarda epeyce beğenilen, «marka» bir yazar. Fakat yaşla gelen görmüş geçirmişlik, doygunluk hâli mi bilmem bu çeşit kitapları okumaz oldum. Hattâ epey bir zamandan beri Kur’ân-ı Kerim tefsirleri, tasavvuf klâsikleri gibi belli başlı eserler dışında pek bir şey okuyamaz oldum. Okumaya başlasam da devam ettiremiyorum. Yazarın bana maharetini ispat etmek için hayli gösteriş yapıp, «söz vadilerinde» dolaştırdıktan sonra orta yerde bırakması zoruma gidiyor.

Kızım bu kitabın neresini beğenmiş, anlamaya çalışıyorum. Sonunda kendisine soruyorum:

“–Sence en güzel yeri neresi?”

Kitabı elimden alıp sayfalarını karıştırıyor. Sonunda kitabın en sonunu açıyor:

“–Böyle birbiriyle alâkasız gibi görünen hikâyeler yazmak moda. Ama kitabın sonunda hikâyeler birleşecek. Sen onu oku en iyisi… Bak o hoşuna gidecek…” diyor.

Kitabı sevmem için çabalayışı takdire değer. Sevdiği şeyler için mücadele ediyor. Bu özelliğini seviyorum. Modalara, markalara kapılması çok hoşuma gitmese de umudumu yitirmiyorum. Rûhunu besledikçe seçmeyi, tenkit etmeyi de öğrenecek.

Bu kitabın bir hikâyesi var. Yazarın bundan önce yazdığı kitaptaki kahramanının gizli defteri oluyor bu kitap…

“Hani sana anlatmıştım ya, kadının bir defteri vardı, kocası çok merak ediyordu ama göstermiyordu. Ben de merak ettim. Baktım ki arkadaşım almış ondan ödünç aldım, okuyup vereceğim.”

O kitabı hatırladım. Hoşuma gitmeyen tarafları vardı, Osmanlı tarihine güya objektif ama aslında tepeden bir bakışı vardı.

Demek o kitap boyunca merak odağı hâline getirilen kadının defteriymiş bu kitap… Doğrusu iyi pazarlama taktiği… Şimdi hevesim iyice kaçtı. Hiç okuyasım yok ya, sırf kızımın hatırına onun açıp önüme koyduğu kısmı okuyorum zoraki. Bu sırada kızım da aradaki atladığım kısımları özetliyor. Bu arada kızımın kitabı neden bu kadar benimsediğini anlıyorum. Bu yazar ve yayınevi «bizim câmianın yazarı ve yayınevi» olduğu için destekleniyor. Artık bizim câmia da marka yazarlar üretiyor, moda kitaplar yayınlıyor. Ama kitapların muhtevası ne kadar bizim?

Kitabın yazarı, yine modernitenin gözlüğüyle bakıyor geçmişimize. Durduğu noktadan eleştirici, şüpheci hattâ nihilist bir edayla analiz yapıyor. Bizim gençlerimiz ise hikâyelere serpiştirilen, bizim kültürümüze ait motifler sebebiyle onların gözlüğünü takıyor, onların baktığı yerden bakıyor.

Kızım;

“–Nihilist ne demek?” diye soruyor.

Uzun hikâye ama onunla daha evvel konuştuğumuz bir konuya atıfta bulunarak anlatmaya çalışıyorum.

“–Hani felsefe dersinin kitabını karıştırırken sormuştun; «Bunlar ne demek, neden ilâhiyatta bunları okuyorsunuz?» diye ya…”

“–Evet.”

“–Bugünkü dîni dışlayan, seküler dünyanın ortaya çıkışında felsefî kavgaların rolü vardır, bunları da bilmek lâzım, demiştim.”

“–Evet.”

“–Felsefe tarihinde bir kırılma yaşandı ve artık lâfızların mânâya delâleti bakımından ciddî bir kopukluk başladı. Meselâ felsefeciler şu anda kullandığımız mânevî isimlerin hakikî bir varlığa delâlet etmediğini, sadece insan psikolojisinin ürünü, hayalî isimler olduğunu söylerler. Hâlbuki bizler mânevî değerlerin ve onlardan türeyen kavramların Allâh’ın esmâü’l-hüsnâsından kaynaklanan bir hakikat olduğunu kabul ederiz.

Yani Allah Teâlâ’nın el-Adl ismi olduğu için adalet diye bir kavramın bir hakikati vardır, deriz. Hâlbuki adalet kavramını sırf insan aklının ürünü bir isme indirgeyecek olursan ne olur? Hele bir de insana «maymunlarla akraba bir canlı türü» nazarıyla bakıyorsan… Dile ve kültüre sırf bu canlı türünün iletişim ihtiyacı ile ürettiği işaretler toplamı nazarıyla bakarsan…”

“–Nihilistler böyle mi diyor?”

“–Öyle bir şey işte… «nihil» hiç demekmiş, bu sebeple hiççilik de denilir; hiçbir değer, ideal, kural yoktur. Her şey uydurmadır, anlamsızdır, diyorlar. Zaten Allâh’ı inkâr ile başlayan yolun bu uçurumda bitmesi kaçınılmazdır. Çünkü bütün mânevî değerlerin dayanağı Allâh’a îmandır. Önceleri felsefeciler insan merkezli, îmanla alâkası olmayan, akılcı bir mâneviyat kurmayı denedi. Ama insanın değeri de; «Âlemlerin Rabbinin; insanı hususî bir şekilde yaratması, ruh nefhetmesi ve isimleri öğretmesinden» geliyordu. Bunları inkâr edince insanın da değeri kalmadı. Bu yüzden nihilizm merhalesinde insanoğlunun bütün birikiminin temelindeki mânevî değerler ve idealler de reddedildi. İşte bu reddedişin veya şüphenin ifadesi olarak edebî eserlerde amaçsızlık, mânâsızlık, kuralsızlık hâkim oldu. İşte bu hâl beni rahatsız ediyor.”

“–Ama bu kitap öyle değil ki! Kitabın sonunda tek Allâh’a îman eden bir prens var meselâ. Hattâ bir heykeltıraş var, kendi yaptığı putları kırıyor.”

“–Öyle mi? Ver bakayım o zaman.” diyorum, seviniyor…

Gençlerimiz kendi özüne, tarihine ve değerlerine dayanan bir edebiyat hasreti çekiyor. Öyle ki birkaç atıf, birkaç motif, azıcık mânâ kırıntısı onları bir sürü masalı okumaya râzı ediyor.