O KANDİL…
Hüdâyî ÜSKÜDARLI
Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…
Orhan ve Nasipli Şevket, Yûnus Dede’nin yönlendirdiği eğitim merkezinde besmele çektiler.
Kendilerini iki yönlü yetiştirebilecekleri bir mübârek yerdi burası. Hem Kur’ân-ı Kerim öğreniyorlardı, hem dînî eğitimlerini ikmâl ediyorlardı, hem de yarım kalmış olan tahsil hayatını sürdürüyorlardı. Nasipli Şevket, âdetâ bu güzel fırsata inanamıyordu:
“–Orhan kardeşim, nereden nereye? Aklımdan bile geçiremeyeceğim güzelliklerin içindeyim. Benim için eğitim hayatı bitmiş gibiyken…”
“–Benim de öyle değil miydi? Şimdi bir anda hepsine birden yüce Rabbim nâil etti. Üstelik bu muhabbet, samimiyet ve gayret dolu iklimde…”
“–Çok şükür!”
“–Sonsuz şükür…”
Hızlı ve canlı bir gayret yarışı içine girdiler. Kendilerini; etraflarındaki hâfızların, hâfızlık çalışanların ortasında, sanki cennette şakıyan bülbüller içinde gibi hissediyorlardı.
Kısa zamanda büyük mesafeler aldılar.
Gün geçtikçe hem zâhirî bilgileri artıyordu hem de mânevî olgunlukları. Üzerlerindeki mes’ûliyetleri bütün ağırlığıyla hissetmeye başlamışlardı. Yapacakları çok işler vardı. Büyük işler vardı. Bugünleri ve yarınları inşa etmek vardı. Bu bakımdan daha gayretli ve daha başarılı olmalıydılar. Geceleri de gündüz misâli dolulukla geçmeliydi. Tıpkı ecdâdın yaptığı gibi.
Ders arası çay içerken Orhan ile Nasipli Şevket hep bu hususlar üzerine konuştular:
“–Fatih Sultan Mehmed Han, bizden çok daha küçükken gecelerini İstanbul’un fetih projeleriyle ve buna göre kendini yetiştirme gayretleriyle geçirmiş.”
“–Evet, gecelerin kandili olmuş. O kandil, sonunda İstanbul’da güneş gibi parlayarak bütün cihanı îmanla, adâletle ve hidâyetle aydınlatmış.”
“–Onların gayret kandili; yaşadıkları günün güneşi, gecelerinin dolunayı, geleceklerinin de süreyyâ yıldızı hâlinde gerçekleşmiş.”
“–O kandil, bütün geceleri; mübârek kandil geceleri hâline getirmiş.”
“–O kandil, Ramazân-ı şerif mevsimini bir infak ve hizmet yarışı hâlinde müstesnâ bir huzur ve ebedî sürur iklimi olarak dipdiri yaşamaya vesile olmuş.”
“–O kandil, her geceyi kadir gibi bilmeye ve değerlendirmeye enerji olmuş.”
Derse geçerken gönüllerinde o kandil, daha bir farklı tutuşmaya başlamıştı. Bir kat daha fazla çalışma azmi içindeydiler.
O hafta Orhan, yengesinin evine izne çıktı.
Amca Turgut Bey, eski tas eski hamam kabîlinden hâlâ aynı terâneleri okuyordu. Yine Orhan’a söylemedik ağır cümle bırakmadı.
Fakat Orhan alışmıştı. Ona sadece acıyor ve duâ ediyordu.
Soğuk ve huzursuz bir yemek yediler. Kalkarken amcası çatık kaşlı bir şekilde Orhan’a döndü:
“–Bugün seninle beraber imza atmamız gereken bir evrak var. Bir yere gitme; önce onu halledeceğiz, yoksa sonrasına karışmam.”
Fatma Hanım araya girdi:
“–Hayır, o imza atılmayacak. Çocuğun nesi var nesi yoksa heder ediyorsun, buna hakkın yok!”
Turgut Bey, bu itiraza öfkelendi ve hışımla Orhan’ın kolundan tutup kapıya doğru yöneldi. Orhan, sakin bir şekilde kolunu çekerek üzüntülü konuştu:
“–Amca, merak etme, endişelenme! Benim dünya malında gözüm yok. İstediğin imzayı atarım.”
Sonra yengesine döndü:
“–Yengeciğim, üzülme! Rızkın ve mülkün sahibi Allah’tır. Bize dünya malına rağbet değil, Allâh’a rızâ düşer.”
Turgut Bey bu anlayışlı cümlelere bile kızdı:
“–Bırakın softaca lâfları! Biz işimize bakalım.”
Bu vaziyette çıktılar.
Yolda hiç konuşmadılar. Gidecekleri yere yaklaşmışlardı ki, büyük bir kalabalık trafiği kapatmıştı. Ortalıkta bir telâştır gidiyordu. Bazıları bir yerlere koşuyor, bazıları merakla birikiyor, bazıları yere eğilmiş duruyordu.
Turgut Bey, arabanın camını açıp yol kenarındaki birine seslendi:
“–Bu kalabalık ne kardeşim? Gideceğimiz yere geç kalıyoruz. Böyle olur olmaz trafik kapatılır mı?”
Adam, bu anlayışsızlığa acı acı ve mânidar baktı:
“–Bir yolcu uğurlaması bu kaptan! Sen de yolcusun, anlaman lâzım!”
“–Neyi anlayacakmışım? Bu sıcakta bu iğneli lâflar, saçmalık!”
Adam yine sakince:
“–Beyefendi! Dikkatli konuş. Bir yaya yol ortasında kalp krizi geçirdi. Son yolculuğa çıktı. Biraz saygılı ol. Tabiî biraz da kaygılı olmalı…” dedi ve ileri doğru yürüdü.
Turgut Bey, bir anda neye uğradığını şaşırdı. O başka bir şey beklerken yol üstünde bu ânî ölüm gerçeği rûhunu titretti. En duymak istemediği kelime ölümdü. Fakat o kendini hiç unutturmuyordu. İşte şimdi tam karşısına çıkmıştı. Gayr-i ihtiyarî olarak arabadan indi ve kalabalığın içine girerek caddede yatan adamın yanına yaklaştı. Neden böyle davrandığını da bilmiyordu.
Baktı.
Tam kendi yaşlarında bir kişi.
Bütün hayat emâreleri, yerlerini tamamen ölüm emârelerine bırakmış cansız bir ceset.
Etrafında çeşit çeşit mırıltılar, konuşmalar, telâşlar uçuşmaktaydı:
“–Ambulâns gelmedi mi hâlâ?”
“–Vah zavallı, çok yaşlı da sayılmaz hani!”
“–Kimi kimsesi yok mu?
“–Hiç kimsesi yok. Oğlu, kızı, akrabası, hiç kimsesi yok. Sadece bir sürü malı var. Hepsi o kadar.”
“–Tabiî şimdi asla kendinin olmayan malı…”
Son cümle Turgut Beyin beynine ok gibi saplandı. Altüst olmuştu. Bütün hücreleriyle ilk defa ölüm karşısında bu kadar tesir altında kalmıştı. Nefesi tıkandı. Kalbi küt küt çarpmaya başladı. Neredeyse bayılacaktı. Ânîden geri fırladı. Hemen arabasına bindi. Geri vitese taktı. Sonra arka yolda döndü ve oradan da tekrar evine doğru gaza yüklendi. Gözleri kısık, dudakları kapalı, aklı karmakarışıktı.
Orhan, bu ânî gelişmeler etrafında sadece seyirci gibi kalmıştı. Amcasının bu hâline şaşkındı. Çekinerek konuştu:
“–Amcacığım, imza atmaya gidecektik. Fakat eve geri dönüyoruz.”
Amca, karmakarışık duygularla bulanık ve soğuk bir cevap verdi:
“–İmza falan yok.”
Orhan, amcasının ruh dünyasında ansız bir fırtına estiğini fark etmişti. Bu sebeple; «Hayrola amca?» demeden sükûtu tercih etti.
Eve vardılar.
Orhan, amcasına fark ettirmeden yengesine bir şey sormaması için «sus» işareti yaptı. Basîretli Fatma Hanım, hiçbir şey sormadı. Amca, serî hareketlerle odasına geçti ve kapısını kapattı.
Orhan, bildiği ve gördüğü kadarını aktardıktan sonra;
“–Yengeciğim, tam anlamadım aslında. Fakat içinde bir fırtına koptuğu muhakkak. Durulmasını beklersek en doğrusu. Yoksa daha ters teper. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler…” dedi.
Fatma Hanım içini çekti:
“–Ah, onun gönlünde de hidâyet kandili bir tutuşsa. Âh o kandil, biraz onun kalbini de aydınlatsa, nurlandırsa…”
«O kandil» ifadesi, Orhan’ı heyecanlandırdı:
“–Yengeciğim, daha dün Nasipli Şevket’le biz de o kandilden bahsettik. O kandil, aslında hiç sönmeden güneş misâli ışıl ışıl. Ancak alıp da gönlüne yerleştirebilenler için ışıl ışıl. Nasıl ki güneş ışığı dünya atmosferine girince bir ampul gibi kendini gösteriyorsa, hidâyet de ancak gönle girince nûrunu tecellî ettiriyor.
Yengeciğim, bu ay Ramazân-ı şerif. Duâların kabul olduğu ay. Sen de, ben de Ramazân-ı şerîfin kandil misâli gecelerinde Allâh’a niyaz edelim. Kadir Gecesi’nde de bilhassa duâ edelim. Umulur ki, hidâyet kandili amcamın kalbinde de ışıl ışıl parlamaya başlar.”
Fatma Hanım, cân ü gönülden iştirak etti:
“–İnşâallah Orhan’ım, inşâallah…”
Ertesi gün, Yûnus Dede’nin sohbetinde Orhan, Nasipli Şevket’le birlikte en ön safta yerini almıştı. Arka saflarda bir yeni kişi daha sohbete katılmıştı. Bir sütunun arkasına saklanmış bir kişi. Kimseye görünmek istemeyen bir kişi. Kapıya yakın oturmuştu. Îcâbında yine kimseye görünmeden çıkacaktı. İçindeki fırtınanın sürükleye sürükleye buraya getirdiği bir kişi. Orhan’ı gizlice takip edip de sohbete gelen bir kişi:
Turgut Bey.
Sohbet vakti gelince Yûnus Dede, vakarla kürsüye çıktı. O tatlı ve güzel sohbetine başladı:
“Amellerin değerlendirilmesi Allâh’a aittir. Ömrün hayırlısı, O’nun yanında geçen ve O’nun uğrunda harcanandır. İnsan, mezara indirilirken fânî hayatın ancak hâtıraları ile gömülecektir.
Mezarlar, amel-i sâlihten başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceği mekânlardır.
Hadîs-i şerifte;
«Mü’min öldüğü zaman, namaz başucunda, sadaka sağında, oruç sol tarafında bulunur.» (Fezâil-i A’mâl, 267-268) buyurulması, bunun en güzel bir delilidir.
Allah rızâsına uygun düşmeyen bir hayat, çöllerdeki seraplara benzer. Hakikatten nasipsiz bir hayalden ibarettir.
Allâh’ın sonsuz kereminden umulur ki, mübârek Ramazan ayları, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in buyruklarına riâyetle onun kıymetini biraz daha fazla bilmemize, ona daha fazla değer verip daha fazla sevap işlememize ve daha az günaha girmemize sebep olur.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
«Eğer insanlar, Ramazân-ı şerîfin ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu ederlerdi.» (İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 190)
Zira Ramazân-ı şerif, baştanbaşa bir mağfiret iklimidir. İslâm’ın dört şartının heyecanla yaşandığı mübârek bir aydır. Rûhu incelterek derinleştiren Ramazân-ı şerif, «refes», «fısk» ve «cidal»in yasaklandığı hassas hac ibâdetine rûhen bir hazırlıktır.
Hiç şüphesiz ki Ramazân-ı şerîfin bütün günleri birer fırsat demidir. O, baştan sona feyiz semâsının bereket yağmurudur. Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurur:
«Ramazân-ı şerîfin evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden âzâd olmaktır…» (İbn-i Huzeyme, Sahîh, III, 191)
Ramazân-ı şerif, gönüllerde feyz ü bereketin taştığı, rûhânî bahar yeşilliklerinin açtığı bir mevsimdir. Kurumuş îman sîneleri, amel-i sâlihle tazelenecek, solmuş sararmış kalpler, takvâ ile bezenecek ve rûhânîleşecektir. Bu ay, baştan sona bir ganimet ve kazanç fırsatı olacaktır.
Bu mübârek rahmet ve mağfiret ayında ihtimam göstereceğimiz diğer bir husus ise Kadir Gecesi’ni ihyâdır.
Kadir Gecesi, Rabbin, ümmet-i Muhammed’e sonsuz merhametinden saçtığı müstesnâ bir lütuf gecesidir. Bu gece, nice mânevî hazineler bahşedilmektedir. Bu gecenin ihtişam ve azametine binâen hakkında müstakil bir sûre nâzil olmuştur.
Kadir Gecesi, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisinde indirilmesiyle nurlanmış, Cebrâil ve diğer meleklerin iştirâki ile mânevîleştirilmiştir. Mü’minlere görülmez nûrânîler tarafından selâm verilen bu gece; feyz ve bereket dolu bir lütuf, Rabb’in kullarına bir merhamet gecesi ve Ramazan ayının bir bahar faslıdır.
Kadir Gecesi, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’den gelen mâneviyat dolu af ve gufran yâdigârı olan bir gecedir.
Hadîs-i şerifte;
«Kadir Gecesi’ni; fazîlet ve kudsiyyetine inanarak, sevabını yalnız Allah’tan bekleyerek ibâdet ve tâatle geçiren kimsenin -kul hakkı hariç- geçmiş günahları bağışlanır.» (Buhârî-Müslim) buyurulmaktadır.
Bizi Kadir Gecesi’nin hakikatine; ancak dünya gayeleri ile karıştırılmayan; riyâ, gösteriş, ucub gibi bulaşıklıklarla kirlenmeyen ve ihlâsla îfâ edilen bir oruç, namaz, zekât ve emsâli kulluk vazifeleri nâil eder. Bu rûhâniyet ile Ramazan mektebini bitirirsek, işte o zaman gerçek bayram şahâdetnâmesini almak nasîb olur.
Unutmamalı ki;
Bizler, bir gün şu fânî lezzetler ellerinden alınacak olan hakikat yolcularıyız.
Feyizli gönüller, gelip geçmekte olan şu rûhânî günlerin hasretini çekecektir. Bu mağfiret ve cehennemden âzâd olma günlerinden ayrılış, müttakîlere vedâ gözyaşı döktürecektir. Rabbimiz, bayram günlerini; ancak sabır ve nimetlerin kadrini bilip yapılan amel-i sâlihler ve verilen infaklar mukabilinde bir mükâfat olarak ikrâm edecektir.”
Bu cümleler sanki Turgut Beye söylenmekteydi. Her kelime, içindeki bir düğümü çözüyordu âdetâ. Ancak yeğenine kendini fark ettirmemek için sohbetin bitmesini beklemeden sessizce camiden ayrıldı.
Yıllardır hiç oruç tutmamıştı. Oruçsuz oluşuna ilk defa bugün hayıflandı. Gönlünde de kulağında da Yûnus Dede’nin cümleleri vardı.
Hele;
“Bizler, bir gün şu fânî lezzetler ellerinden alınacak olan hakikat yolcularıyız.” cümlesi rûhunda ayrı bir yankı bıraktı. Çünkü dün şahit olduğu manzaranın en canlı ifadesiydi.
Bu ifade, diğerleri ile birlikte gönlünde bir kıvılcım meydana getirdi.
Tıpkı bir kandil gibi.
Daha önce hiç görmediği ışıl ışıl bir kandil gibi.
Bağrını hidâyet şûleleriyle dolduracak ilâhî bir kandil…