İDEAL BİR NESLİN FÂRİK VASIFLARI -1-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

O -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM-’DEN NESİLLERE…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Habîbim) elbette Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu âyet-i kerîmeyi tamamlayıcı mahiyette şöyle buyurur:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 8)

Peygamberler; insanlığa Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı olarak gönderilmiş muallimler, terbiyeciler ve hakikat yolunun rehberleridir. Bu nurlu kafilenin serveri olan Peygamber Efendimiz Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise beşeriyetin en büyük muallimi ve mürebbîsidir.

O Ümmî Nebî’nin talim ve terbiyesi, yalnızca Âlemlerin Rabbi tarafından ikmal edilmiş; en güzel edep, terbiye, ilim, mârifet ve ahlâk ile donatılan Efendimiz; mü’minler için üsve-i hasene, (en güzel örnek) olarak takdim buyurulmuştur. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakikat şöyle beyan buyurulur:

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlullah’ta üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’nin 23 senelik risâleti; sadrına vahyolunan Kur’ân âyetlerini, ümmetine tebliğ etmek; yaşayışına, ahlâkına ve hayatının her safhasına nakşolunan Kur’ân’ı da hâl lisânıyla ashâbına öğretmek, onları sohbet ve irşâdıyla tezkiye etmek ile dopdolu olan mübârek bir ömürdür.

O’nun nübüvvet hayatı; sahâbe neslini müstesnâ ölçüler ile, zirvesini bulmuş mükemmel ahlâkî hasletlerle yetiştirme gayesine mâtuf idi. O’nun yetiştirdiği ashâb-ı kirâmın da bütün gaye ve arzusu, gelecek nesilleri bu hasletlerle kâmil ve ârif insanlar hâlinde terbiye etmek idi.

O nesiller… İsimli isimsiz kahramanlar…

Fakat mutlaka vasıflı kahramanlar…

Ulvî gayeler etrafında, mükemmel, müstesnâ husûsiyetlere sahip kâmil insanlar… Mânâ ile, mâneviyat ile, rûhâniyet ile dopdolu insanlar…

Her biri birer yıldız mâhiyetinde, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kudret akışlarını sergilerken aynı zamanda cemâlî sıfatların mâkesi, yani Rabb-i Rahîm’in rahmetinin, muhabbetinin tecellîgâhları…

Yolunu şaşıranlara dil-dudak deprenmese de hâl lisanlarıyla, berrak nurlarıyla yol gösteren rehberler, nur sebilleri… Şefkat ve merhametleriyle, matemlerin civarında Hakk’ı arayan ve bulan fedâkâr, cefâkâr, vakıf insanlar…

O nesiller, hâlleriyle, kıssalarıyla, hâtıralarıyla; kıyâmete dek, nesil yetiştirmenin prensiplerini, terbiye esaslarını, kâmil bir insanın muttasıf olması gereken ahlâkî kıymetleri de bizlere arz etmiş oldular.

Kur’ân-ı Kerîm’in;

«Felâha kavuşan mü’minlerin vasıfları», (el-Mü’minûn, 1-11)

«Rahmân’ın has kullarının husûsiyetleri», (el-Furkān, 63-76)

«Ziyan ve hüsrandan müstesnâ olan kulların özellikleri» (el-Asr, 1-3) ilh. sadedinde saydığı ahlâkî hasletleri ve tarif ettiği kıvâmı yaşayarak gösterdiler. Onlar, amel-i sâlihlerini muhabbetleriyle ortaya koydular. Âdetâ Kur’ân’ı hayatlarıyla tefsir ve beyân ettiler, Peygamberler Sultanı’nı da berrak gönül aynalarında bizlere temâşâ ettirdiler. Hedefleri Hakk’ın rızâsı, Allah Rasûlü’nün hoşnutluğu idi.

Asırlar sonra gelen her mü’min; o nesillerin aynasında, kendisinde ve nesillerinde yeşertmesi îcâb eden ahlâk ve ibâdet düsturlarını görmeli ve o nesillerin izinde gitmeli…

O yüksek hasletleri, birkaç misal ile zikretmek; nesil endişesindeki mü’minlerin gönüllerine şifâ ve rehberlik vesilesi olacaktır.

O nesillerin en başta gelen husûsiyeti; îmanda da, ibâdette de, ahlâkta da zarurî olan bir hakikat ölçüsü:

İHLÂS VE SAMİMİYET

Allah katında îmânın da amellerin de makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır. İhlâsı bulunmayan bir îman, nifak olup küfürden ve şirkten daha ağır bir vebaldir. İbâdetlerdeki ihlâssızlık ise, riyâdır ki, o da Fahr-i Kâinât Efendimiz tarafından; «gizli şirk» olarak tarif edilerek, ne büyük bir tehlike ve bâdire olduğu beyan buyurulmuştur.

Sahâbe ve onların yolundan ihsan üzere giden tâbî ve takipçileri, ihlâs ve samimiyeti imtihan eden çetin fitne ve musibetlerden yüz akı ile geçmiş, samîm-i kalpten îmanları, ibâdetleri ve fedâkârlıkları ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve rızâsına nâil olmuşlardır.

Onların îmanları kalptendir…

İbâdetleri, samimîdir. Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasınadır.

Tevbeleri nasuhtur…

İçleri ve dışları, zâhirleri ve bâtınları, tenhadaki ve cemiyet içindeki hâlleri birdir.

İhlâs ve samimiyet öyle bir sırdır ki, kudsî hadîs-i şerifte;

“Kulumun niyeti, amelinden daha hayırlıdır.” buyurulmuştur.

Yani Cenâb-ı Hak, fiiliyata değil, amelin tahakkuk edip, muvaffak olup olmadığına değil; o fiilin temelinde var olan niyetin samimiyetine nazar eder.

Böylece niyetine nefsânî maksatları bulaştıran bir kimsenin, bin bir meşakkat içinde bile olsa yine de gerçekleştirdiği bir ameline hiç kıymet vermezken; samimî bir niyet taşıyan fakat imkânı bulunmadığı için gerçekleştiremeyen kulunun, niyetini, gerçekleşmiş bir amel gibi kabul edebilir.

Şu kıssa bu hakikatin güzel bir misâlidir:

Horasan melik ve kahramanlarından olan Amr bin Leys’i vefâtından sonra sâlih bir zât rüyasında görür. Aralarında şu konuşma geçer:

“–Allah, sana nasıl muâmele etti?”

“–Allah, beni affetti.”

“–Allah, seni hangi amelin sebebiyle affetti?”

“–Bir gün yüksekçe bir tepeye çıkmıştım. O hâkim noktadan, askerlerime bakınca, güç ve sayılarının çokluğu hoşuma gitti ve;

«Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında yaşasaydım da O’na yardım edip destek olsaydım…» diye duygulandım. İşte bu niyet ve iştiyâkıma karşılık yüce Allah, beni mağfiret etti.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Niyet, amelden hayırlı…

Çünkü bu öyle samimî öyle gönülden bir niyet ki, sadırlarda saklanan her şeyi en iyi şekilde bilen Zât’ın dîvânında gerçekleşmişçesine kabul görüyor.

Bu sır ile, bir dinar on bin dinarı geçer…

Bu sır ile, tatlı bir söz, minnet ve eziyetin zedelediği bir sadakadan çok daha hayırlı ve daha makbul olur.

Bu sır ile, azlar çok olur, çoklar az olur… Bu sırrı anlayan, amelini hor görmez. Bu sırrı anlayan günahını küçük ve basit görmez.

Nesillerimize bu sırrı kazandırmak zarûrî… Hakikatlerimizi onların kafalarına boca etmek değil, gönüllerine içirmek, ruhlarına zerk etmek elzem… Bu yolda sarf edilecek gayretlerde gönül ferahlatan, ye’si iptal edip ümit aşılayan düstur da şu:

Niyet hayır, âkıbet hayır…

Cenâb-ı Hakk’a ihlâs ve samimiyetle kul olan bir mü’minin, bu imtihan cihanında insanlarla münâsebetlerindeki esas düstur ise kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir.

Yani dil susturulduğu gibi kalbi de susturabilmek.

İşte Allah’a karşı en büyük edep. En güzel haslet:

NEZÂKET

Nezâket, rakîk ve hassas bir gönle sahip olmak ve kimseyi incitmemektir. Her davranışında zarâfet içinde olmaktır.

Allah Rasûlü’nün tarif ettiği ve sevdiği mü’min, ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir gönül insanıdır. Kabalık, huşûnet, düşüncesizlik, kırıcılık, müslümanın hayatında asla yer almaz.

Düşünmeli ki;

Bahar vaktinde açan ve etrafına râyihalar, âhenkler ve güzel renkler tevzî eden güller karşısında her gönül hassaslaşır, güzel ve rûhânî duygularla dolar, yüzü güler, içi ferahlar.

Hâlbuki rûhî meziyetleri itibarıyla insan, o güllerden ve çiçeklerden çok daha zarif, çok daha nâzik ve çok daha ferahlık verici bir istîdatla yaratılmıştır.

Bu bakımdan;

Mü’min bilir ki, muhatap olduğu her insan, Cenâb-ı Hakk’ın sırrı ve emânetidir.

Molla Câmî buyurur:

“Öyle bir gönül bul ve o gönle gir, yani bir gönül al ki, hacc-ı ekber olsun!”

Zira insan gönlü, nazargâh-ı ilâhîdir. Hak dostları, insanın hatırını veya kalbini kırmayı, Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır bir cürüm olarak görmüşlerdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar, konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199)

Hikmet ehli der ki:

İnsanlar içerisinde kendini bilenler şu üç sıfata sahip olanlardır:

1. Rüzgârdan bile incinmeyenler,

2. Kendi adlarını bile söylemekten utananlar,

3. Allâh’ın mahlûkatına Hâlık’ın nazarıyla bakanlar…

Bilhassa Osmanlı toplumu nezâketin ve zarâfetin imbikten geçmiş, zirve tezâhürlerinin yaşandığı bir cemiyet hâline gelmişti. Pervaza konulan kırmızı bir çiçek ile, mahalle çocuklarının ve yoldan geçen satıcıların, evde hasta olduğu için yüksek sesle rahatsızlık verilmemesi konusunda îkaz edilmesi, başka bir toplumda eşine rastlanamayacak bir zarâfet tablosudur.

İslâm ahlâkının; ecmel, ahsen ve ekmel ölçülerinde yaşanmasından ibaret olan bu edep, âdâb ve zarâfetin bir başka tezâhürü de bağışlayıcılık;

AFFEDİCİLİK

Cenâb-ı Hak; affedicidir, bağışlayıcıdır, hemen cezalandırmayıp tevbe için mühlet vericidir, sabırlıdır, tevbeleri kabul edicidir. O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. Cenâb-ı Hak, mü’minlerden de bu cemâlî sıfatlarıyla vasıflanmalarını arzu buyurmaktadır.

Allah Teâlâ’nın affına mazhar olmak için, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına affedici olmak îcâb eder. Semâ ehlinin merhametine nâil olmak için, arz ehline merhamet etmek şarttır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendisine ve yakınlarına zulmeden nice bedbahtı, Mekke fethinde cezalandırmaya kādir iken affetmiştir. O’nun en yakın dostu Hazret-i Ebûbekir’in şu kıssası da affedicilik husûsunda Rabbimiz’in murâdını ne güzel ifade eder:

Cömertliğiyle meşhur Hazret-i Ebûbekir t, Mıstah adlı bir fakire devamlı yardımda bulunuyordu. Bu şahsın ifk hâdisesine karıştığını, yani kızına iftira attığını duyunca, bundan sonra o kişiye yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Yardım kesilince Mıstah ve ailesi perişan hâle düştüler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

Bu âyetin nüzûlünden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

“Elbette Allâh’ın beni bağışlamasını arzu ederim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Onlar sadece şecaatleriyle, pazularının kudretiyle değil, gönüllerinin derya misâli enginliğiyle, af ve merhamet kahramanlığıyla da yüceldiler. Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“… Kul başkalarının hatalarını affettikçe Allah da onun şerefini yükseltir…” (Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)

Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından affedicilikle birlikte, nice rahmet tezâhürü ahlâkî vasıfla da mücehhez idiler.

Onlar, yumuşaklık ve hoşgörü sahibiydiler;

HİLİM VE MÜSÂMAHA

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” (Müslim, Birr, 78-79)

“Rıfktan (yumuşak huyluluktan, mülâyimlikten) nasibi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasibi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)

Peygamber Efendimiz şahsı adına asla öfkelenmez, muhatabına dâimâ müsamahakâr ve halîm bir şekilde yaklaşırdı. Şahsî olmayan bir mevzuda bir yanlışla karşılaştığında ise, ekseriyetle yumuşaklıkla yaklaşır, doğrusunu öğretir, isimleri fâş etmeden umûma hitâb ederek tatlı bir şekilde îkāz ederdi. Hattâ kendisine galat-ı ru’yet / yanlış görme izâfe ederek;

“Bana ne oluyor ki, ben sizleri böyle görüyorum…” buyururdu.

Ancak lüzumu hâlinde, yani bir hak gasp edildiği zaman, meselenin ciddiyeti dolayısıyla hak nâmına gazaplanır, alnındaki damar kabarır, sesini yükseltir, haksızlığı bertarâf edinceye kadar bu tavrını sürdürürdü.

Çünkü İslâm’ın mesajı gönülleredir. Cenâb-ı Hakk’ın; kullarından riâyet etmelerini istediği emir ve yasakları vardır. Fakat bunu zorla değil, gönül rızâlarıyla yapmalarını istemektedir. Bu sebeple peygamberler de, vârisleri de insanlara zorla güzellik yaptırmaya çalışmazlar. Tedrîcî bir sûrette adım adım, ıslah etmenin, gönülleri uyandırmanın, akılları erdirmenin, ruhlara nüfûz etmenin yollarını ararlar. Kısaca muhataplarının ruhlarına girmek için bir damar ararlar.

Bilirler ki bunun için en tesirli metot, yumuşaklıktır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa’yı, ilâhlık taslayan, kibir ve azamet timsâli Firavun’a yollarken dahî;

“Ona «قَوْلًا لَيِّنًا / yumuşak söz» söyleyin, olur ki, ders alır, haşyet duyar…” (Tâhâ, 44) buyurmuştur.

Tahammülsüzlük, tahammülsüzlüğü doğurur. Sertlik; kaçırır, soğutur, uzaklaştırır. Yumuşaklık; cezbeder, ısıtır, yaklaştırır.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle buyurur:

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!”

Nitekim Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in nebevî metodundaki mülâyemeti şöyle tebrik ve takdir buyurur:

“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)

İnsan gaflete düşüp hata işleyebilir. Mühim olan nedâmet gösterip, tevbe etmesi, bir daha hataya dönmemesidir. Bunun için mühlet vermek, tevbe ve nedâmetine yardımcı olmak, günahkâra değil, günaha düşman olmak zarûrîdir.

Hak dostları; günahkârlara karşı, hastalara karşı gösterilen şefkat ve merhamet hisleriyle yaklaşmışlar; onları, günah mikrobundan, isyan virüsünden temizleyip, şifâya kavuşturabilmek adına, onların cahilliklerini görmezden gelmişler, hatalarını hoş görmüşler, neticede onları kazanmaya çalışmışlardır. Gönüllerini bir dergâh hâline getirerek o dergâhta nice gönülleri tedavi etmişlerdir.

Tarih boyunca tasavvuf mektepleri, cemiyetleri rehabilite etmek yolunda bu büyük vazifeyi deruhte etmiştir. Bugün hapishanelerin almadığı kadar mahkûm, o devirde, derya gönüllerin irşad ve terbiyesinde topluma yeniden kazandırılıyordu.

Nesiller, yine o müsâmahakâr, halim-selim tavır içinde; gönüllerini câzibe merkezi bir dergâh hâline getirmiş, gönül tabipleri olarak yetişmelidir.

Bu da, affın, hilmin, müsâmahanın neş’et ettiği o muazzam ahlâk ile mümkündür. O ahlâkın özü de;

MERHAMET…

Cenâb-ı Hak bize kendisini en çok iki ismiyle tanıtıyor:

“Rahmân” ve “Rahîm”

Rahmân, dünyada tecellî eden ve bütün mahlûkata şamil olan bir merhamet sıfatıdır. Rahmeti bol ve devamlı.

Rahîm ise, âhirette sadece mü’minler hakkında tecellî edecek bir merhamet sıfatıdır. Her mü’min mahşerde bu sıfat-ı ilâhiyeden takvâ durumuna göre nasipdar olacaktır.

Her fiilinde ve hükmünde rahmet eserleri temâşâ edilen Cenâb-ı Hak, bu isimlerini bize bol bol tekrarlatarak, bizden de mahlûkāta merhametle bakmamızı, gönüllerimizden rahmet taşırmamızı istiyor.

Merhamet, insanlığımızın bu âlemdeki en mûtenâ cevheridir ki bizi kalben Hakk’ın vuslatına erdirir. Merhametli mü’min; cömert, mütevâzı, hizmet ehli ve aynı zamanda ruhlara hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur.

Bir mü’minde îmânın ilk meyvesi, şefkat ve merhamettir. Ondan uzak bir gönül, canlı sayılmaz.

Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği merhamet, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tarifiyle, «bütün mahlûkāta şâmil bir merhamet»tir. Yani sadece fıtrî olarak evlâd ü ıyâlimize karşı beslediğimiz, sadece tabiî olarak hissiyâtı galeyâna getiren manzaralar karşısında meydana gelen bir merhamet değil, bütün mahlûkatı şümulüne alan, ihâta eden ve histen ibaret kalmayıp fiiliyata dönüşen bir merhamet…

İşte o merhametin engin şümulüne eşsiz bir misal:

Kocası vefat eden Amerikalı bir kadıncağız, kızı ile birlikte Teksas’tan Oklahoma’ya oğlunun yanına taşınıyor.

Oğlu, bir müddet sonra geçimsizlik veya başka bir sebeple öz-be-öz annesini ve kız kardeşini kapı dışarı ediyor, evden kovuyor.

Kadıncağız çaresiz.

Kızı ile birlikte sokakta, ortada kalıyor.

Mahzun ve bîçare bir şekilde kiliseleri arıyor, devlet dairelerini arıyor;

“–Dışarıda kaldık, yatacak yerimiz yok. Ne olur bize sahip çıkın!” diyor.

Fakat kendileriyle ilgilenen çıkmıyor.

En sonunda bir ümit;

Amerika’da müslüman kardeşlerimizin Oklahoma eyâletinin Tulsa şehrinde kimsesiz hanımlar ve çocuklar için kurduğu bir vakıf olan SAF / Süreyya Anne Foundation’a müracaat ediyor. Vakfın başında kardeşlerimizden Mustafa OYLUDAĞ’ın eşi, eski adı Jacquline olan Melek Zeynep OYLUDAĞ Hanımefendi var. Kardeşlerimiz gidip kendisiyle görüşüyorlar ve onlara kalma imkânı sağlıyorlar. Her türlü ihtiyaçlarını gideriyorlar.

Aradan iki gün geçtikten sonra kadıncağız kızıyla birlikte Melek Zeynep Hanımefendi’nin yanına geliyor ve teşekkür ettikten sonra diyor ki:

“–Biz hıristiyan olduğumuz hâlde bağrınıza bastınız. Dindaşlarımızın göstermediği merhamet ve şefkati gösterdiniz!

Öz oğlumun yapmadığı insâniyeti sergilediniz. Anladık ki, bu yüce haslet, sizin dîninizden kaynaklanmaktadır. Kızımla karar verdik:

Müslüman olmak istiyoruz.”

İşte merhametin şümûlü… İşte merhametin hayırlı neticesi…

Hak dostları buyurur:

“Üç kişiye merhamet edin:

1. Varlıktan yokluğa düşene,

2. Şerefli iken zelil olana,

3. Cahiller arasında kalan âlime…”

Merhamet hissinin, fiiliyata dökülmesinin en güzel hâli de hayırlı bir neslin vazgeçilmez vasfı:

CÖMERTLİK…

Cömertlik, Sözlerin En Güzeli’nin ifadesiyle;

“Allâh’ın ihsân ettiği gibi, kullara ihsanda bulunmaktır.” (Bkz. el-Kasas, 77)

“Cenâb-ı Hakk’ın rızık verdiği şeylerden, mahrum olanlara infâk etmektir.” (Bkz. el-Bakara, 3; ez-Zâriyât, 19)

Merhametin mahsulü olan cömertlik, bir müslümanın fârik vasıflarından biri olmalıdır. Zira cömertlik, Allâh’ın sıfatlarından biridir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de «kerem ve ihsanı bol, sonsuz cömert» mânâsındaki «Kerîm»dir.

Kâinat; ibret nazarıyla bakanlar için, Cenâb-ı Hakk’ın engin merhametinin, sonsuz cömertliğinin bir meşheri hükmündedir. Güneşin arzın her yerindeki, her köşe bucaktaki mahlûkatı ısıtışı, besleyişi, aydınlatışı; bulutların, yağmurların, derelerin, nehirlerin susuz gönüllere rahmet taşıyışı; nebâtatta ikram hâlinde meyveler; balıyla, sütüyle, yünüyle ikram hâlinde mahlûkat…

İnsan da yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olarak, merhamet ve cömertlik içinde olmalı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-şöyle buyururlar:

“Her sabah yeryüzüne iki melek iner. Bunlardan biri;

«Allâh’ım! Malını hak yolunda harcayana halefini (infâk ettiğinin yenisini) ihsan buyur!» diye duâ eder.

Öteki de;

«Allâh’ım! Pintilik edene malının telefini ver!» diye bedduâ eder.” (Müslim, Zekât)

Bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Cömertlik, dalları dünyaya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür. Cimrilikse, dalları dünyaya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de, onun dallarından birine tutunursa, bu (da) onu ateşe (cehenneme) götürür!..” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435)

Her iki hadîs-i şerifin ortak noktası, cömertliğin olsa da olacak, olmasa da olacak sıradan bir meziyet değil; varlığıyla insanı dünya ve âhirette âbâd edecek, yokluğuyla da iki cihanda berbâd edecek bir temel vasıf olduğudur.

Bu o kadar mühimdir ki, Hak dostları şöyle demişlerdir:

“Cimri, kibirli ve ahmak, asla Allah dostu olamaz.”

Kibirli kişi, nefsine aldanmıştır, cimri, mal ve imkânlara aldanmıştır. Ahmak ise, âhireti bırakıp dünyayı tercih edendir ki, cimriliği de şümûlüne alır.

Yani;

Kibirli, Cenâb-ı Hakk’ın Kibriyâ sıfatına ortak olmaya kalkışmaktadır. Cimri, «mülk Allâh’ın» olduğu hâlde kendisinin olduğunun zannı içindedir. Ahmak ise, âhiret karşısında hiç mesâbesinde olan dünyayı tercih etme gafleti ve hüsrânına kapılmıştır.

Hakk’ın Habîbi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz ise, tevâzu, cömertlik ve her şeyde âhireti tercih etme basîreti noktasında insanlığın zirvesidir. Bilhassa merhamet mevsimi olan Ramazân-ı şeriflerde, Efendimiz, rüzgârlar kadar cömert olurdu. Her hususta olduğu gibi, mü’minin eşyayla münasebeti konusunda da üsve-i hasene olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kâh hanımı Hazret-i Hatice ve dostlarının desteğiyle, kâh ganimetlerle imkân zenginliği içinde bulunmuş, bazen de açlıktan karnına taş üstüne taş bağlayacak kadar ağır şartlarda, iftihar vesilesi gördüğü fakirlik içinde yaşamış, fakat her zaman kendisi kifâyet miktarıyla iktifâ edip, arta kalanıyla, âlîcenap bir şekilde infak hâlinde olmuştu.

Ashâbı da infak yarışı içindeydi. En sevdiklerinden infak etme yarışındaydılar. En sevgili bahçelerini, en münbit arazilerini, en çok ihtiyaç duyulan su kuyularını vakfediyor, muhtaçların emrine veriyorlardı. İçlerinde imkânı olup da vakfı olmayan kalmamıştı.

Cömertlik, zenginlere mahsus da değildi. En fakir sahâbî de, gidiyor, odun taşıyor, birkaç kuruşla, birkaç hurmayla infak yarışına katılıyor, münafıkların istihzâsına âyetler tokat gibi iniyordu. Efendimiz, fakir sahâbîlerden Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a infakın üç husûsiyetini tebliğ ile şöyle buyurmuştur:

“Çorbana bol su koy, etrafını gözet ve nezâketle tevzî et!” (Müslim, Birr, 142)

Cömertlik, sadece bol zamanlara da mahsus değildi. Şehâdeti yudumlamaya hazırlanan üç sahâbî, Yermuk Harbi’nde, dudaklarına uzatılan bir bardak suyu, şiddetli ihtiyaç ve arzularına rağmen, inlemesini duydukları bir başka arkadaşlarına gönderiyorlardı.

Sahâbî, sözde değil, fiilde sahabiydi. En zor şartlarda bile muhabbetleriyle cömertliklerini ortaya koyuyorlardı.

Çünkü onlar için cömertlik bir vazifeydi. Îmanlarının, muhabbetlerinin ispatıydı. Nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemeyi, îmânın şartı bilmişlerdi.

Onların en bariz vasıflarından biri de diğergâmlık ve;

FEDÂKÂRLIK…

Muhabbetin en bâriz alâmeti fedâkârlıktır. Bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlıkla ölçülür. O hâlde Allâh’a ve dînine muhabbet besleyen mü’minlerin, Allah yolunda infaklarda bulunup bazı meşakkatlere gönüllü olarak katlanmaları lâzımdır.

Allah yolunda maldan ve candan fedâkârlık, cennete girebilmek için gerekli iki mühim şarttır. Bunu şu rivâyet açıkça ortaya koymaktadır:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at etmek için gittim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namazı, zekâtı, haccı, Ramazan orucunu ve Allah yolunda cihâd etmemi emretti. Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine, yani cihad ve sadakaya gücüm yetmez.

İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplar da kaçarım diye endişe ediyorum.

Sadakaya gelince, benim malım birkaç koyun ve üç-beş deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini yumdu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok, peki ne ile cennete gireceksin?!»

Bunun üzerine;

«–Yâ Rasûlâllah, bey’at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Muhabbetin, îmânın, kardeşliğin ispatı için; maldan, candan, uykudan, rahattan, menfaatten fedâkârlık şart…

Enâniyetin her şeyin üstüne çıktığı, ferdiyetçiliğin öne sürüldüğü, ferdin rahatının, menfaatinin dînî ve millî dâvâların bile üzerinde görüldüğü bir devirde, nesillerimizi, fedâkâr yetiştirmemiz elzem…

Çünkü düne ait zafer tabloları; “Şehâdet sırası bizde!” şuuruyla canını hiçe sayarak düşman saflarına atılan, surların üzerine yürüyen fedâîlerin eseriydi. Rahat yatağından bile ferâgat edemeyen, nefsine düşkün nesiller, maâzallah ancak zillet ve hezîmet sahnelerinde rol alabilirler.

Fedâkârlığı kolaylaştıran en büyük âmil; bu dünyanın geçiciliğini, ömrün, malın, canın ve her şeyin âhiret sermayesi olduğunu tefekkür etmek…

Tıpkı;

“–Yâ Rasûlallâh! Kayser ve Kisrâ dünya nimetleri içinde yüzüyor! Rasûlullah ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” diye gözyaşlarına boğularak, hissiyâtını dile getiren Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a Fahr-i Kâinât Efendimiz’in verdiği cevap gibi:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nimet ve zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, X, 162)

Cenâb-ı Hak; bizleri Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yetiştirdiği sahâbe neslini örnek alan, onların nurlu ve kutlu izlerinden yürüyen ecdâdımıza lâyık ideal nesiller eylesin.

Nesillerimizi Allâh’ın rızâsına, Rasûlü’nün şefâatine mazhar, yüksek ahlâkî vasıflarla mücehhez ve müzeyyen eylesin!..

Âmîn!..