“KİM NEFSİNİN «ŞUHH»UNDAN KORUNURSA…”

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Bir âyet-i kerimede; “Nefsinin «şuhh»undan korunanlar, işte yalnızca onlar gerçekten iflâh olan kimselerdir.” (el-Haşr, 59/9) buyuruluyor. Fîrûzâbâdî, Besâir adındaki eserinde «şuhh» kelimesi hakkında -daha anlaşılır olması için bizim biraz serbest bir şekilde aktardığımız- şu izahâtı yapıyor:

“Şuhh, pintilik ve açgözlülüğün bir arada bulunmasıdır. Şuhh aynı zamanda îsârın / diğergâmlığın, yani başkasını kendisine tercih etme özelliğinin zıddıdır. Zira bir başkası için hakkından vazgeçen kişi, muhtaç olduğu bir şeyden başkası lehine ferâgat etmiş olmaktadır.

Şuhh özelliğine sahip olan kişi ise kendine ait olanı elinde tuttuğu gibi kendine ait olmayanı da elde etmek için yırtınır. Elde ettiğinde de bir daha elinden çıkarmak istemez. O hâlde cimrilik, şuhhun neticesidir. Cimriliği ortaya çıkaran şuhhtur.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Şuhhtan sakının! Çünkü şuhh sizden öncekileri helâk etmiştir. Onlara cimriliği ve akraba bağlarını kesmeyi emretmiş, onlar da cimrileşmiş ve akrabalık bağlarını koparmışlardır.» buyurmaktadır. Cimri, şuhh dürtüsüne uyan kimsedir. Diğergâm olan ise cömertlik, sehâvet ve bağışta bulunma dürtüsüne uyandır.”

Şimdi bu malûmatı maddeleştirerek zamanımızın zihniyet ve itiyadına uygun bir hâle getirelim:

Kur’ân’ın kullandığı şuhh kelimesinin birkaç mânası vardır:

1. Cimrilik;

2. Hırs ve açgözlülük;

3. Bencillik. (Çünkü şuhh diğergâmlığın zıddıdır);

4. Kıskançlık. Çünkü şuhh özelliğine sahip olan kişinin başkasının elindekine göz dikmesinin temelinde ona haset etmesi yer almaktadır. Başka bir ifadeyle kıskançlık, hırs ve bencilliği meydana çıkarıp körükleyen temel sâiklerden biridir.

İşte âyet-i celîlenin va‘dettiği kurtuluş, bu dört kötü hasletten arınma şartına bağlıdır. Ancak Kur’ân mealleri âyetin ihtiva ettiği anlamları tam olarak aktarmaktan tabiatıyla âciz kalmaktadır.

Burada bir cümle-i mu‘teriza hâlinde belirtelim ki, bir metnin bir dilden başka bir dile aktarılması oldukça zor bir iştir. Çünkü iki dilin cümle yapıları ve vurguları farklı olduğu gibi kelimelerinin anlamları da birbirine aynıyla mutâbık olmamaktadır. Üstelik dil, onu kullanan toplumun hayat ve kültürüyle tamamıyla mezcolmuş, bu sebeple ihtiva ettiği kelimelerin çoğu âdeta o topluma mahsus bir arka plân kazanmıştır. Hele edebî, hukukî ve felsefî bir metnin tercemesi söz konusu ise daha müşkil bir işle karşı karşıyayız demektir. Bu durumda hayatın bütün yönlerine ışık tutan, teknik adı «i‘câz» olan edebî zirvedeki Kur’ân’ın aynıyla tercemesinin hiç mümkün olmayacağı ortadadır.

Kur’ân-ı Kerîm’i anlamanın olmazsa olmaz şartlarından biri, nâzil olduğu çağdaki Arapçayı bilmek ise bir diğeri de nüzûl şartlarını dikkate almaktır. Kur’ân’a yorum getiren müslüman âlimler, tarih boyunca bu iki hususu da büyük ölçüde dikkate almışlardır. Bu sebeple Arap diliyle ilgili çalışmalar çok erken bir devirde başlamış ve bu sahada lügat, sarf, nahiv, bedî‘, beyan, meânî, garîbü’l-Kur’ân, i‘câzu’l-Kur’ân, vücûh-nezâir vb. oldukça geniş ve göz kamaştırıcı bir literatür ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın nâzil olduğu ortamı belirlemek için ise siyer ve genel tarih ilimlerinden başka sebeb-i nüzûl, Mekkî-Medenî ve nesih / teşrî‘ tarihi gibi ilimler tedvin edilmiştir.

O hâlde üzerinde durduğumuz âyet-i celîleyi de hakkıyla anlayabilmemiz için bazı kelimelerine getirdiğimiz yukarıdaki açıklamalar yeterli değildir. Nüzûl ortamı hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekir. Söz konusu âyet-i kerîme, Uhud Gazvesi esnasında müslümanlarla yaptıkları anlaşmaya ihânet eden Benî Nadr Yahudilerinin kalelerinin müslümanlarca kuşatılıp ele geçirilmesini ve bu arada münafıkların sergilediği davranışları vb. ele alan Haşr Sûresi’nde Yahudilerden elde edilen fey mallarının (düşmanla savaşılmadan ele geçirilen ganimet) taksimini konu edinen pasaj içerisinde yer almaktadır.

Bu pasajdaki âyetlerde müslümanların at ve deve koşturarak ele geçirmediği fey mallarının Allâh’a, devlet reisi sıfatını hâiz olan Peygamberi’ne, O’nun zekât ve sadaka alması yasak olan muhtaç durumdaki yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yurtlarından çıkarılmış ve bu sebeple mallarından-mülklerinden olmuş fakir muhâcirlere ait olduğu belirtiliyor. (el-Haşr 59/6-8)

Daha sonra da meâlen şöyle buyuruluyor:

“Ve yine (bu fey malları) muhâcirler gelmeden yurdu (Medine’yi) ve îmânı (İslâm toplumunu) hazırlayıp kendilerine hicret edip gelenleri bağırlarına basan, onlara verilenlerden dolayı içlerinde hiçbir kıskançlık duymayan, yoksulluk içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih eden ensar içindir. Nefsinin «şuhh»undan korunanlar, işte yalnızca onlar gerçekten iflâh olan kimselerdir.” (el-Haşr, 59/9)

Kur’ân’ı doğru yorumlamanın bir üçüncü şartının da âyetin bulunduğu siyak / bağlama dikkat etmek olduğunu burada eklememiz gerekmektedir. Zira meâlini verdiğimiz âyet, bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde şuhh kelimesiyle ilgili Fîrûzâbâdî’den yaptığımız lügatle ilgili açıklamaları hemen hemen bütünüyle vermektedir. Çünkü gerçekte iflâh olduğu belirtilen bu kimseler -ki onlarla kastedilen öncelikle nüzûl dönemindeki ensardır-, muhâcirlere verilenlerden dolayı kıskançlık duymamakta ve onları kendilerine tercih etmektedirler. Öyleyse bu kimseler;

1. Kıskanç değildirler;

2. Bencil değil, diğergâmdırlar;

3. Diğergâm olmaları dolayısıyla cimri değil, cömerttirler;

4. Yine diğergâm oluşları onların dünyalığa karşı harîs ve tamahkâr olmadıklarını gösterir. Görüldüğü üzere şuhhun kelime mânâsını izah ederken saydığımız dört maddenin de onlarda bulunmadığı anlaşılmaktadır. Öyleyse bu kimseler şuhhtan korunup gerçekten iflâh olmuş kimselerdir.

Peki, Kur’ân bu konuda muhâcir ve ensar haricindeki müslümanlar için bir şey va‘detmiyor mu? Etmez mi? Daha sonraki âyet-i celîle meâlen şöyledir:

“Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizlerden önce îman etmiş olan mü’min kardeşlerimizi bağışla! Îman edenlere karşı içimizde hiçbir kin bulundurma! Ey Rabbimiz! Sen’sin esirgeyen, Sen’sin bağışlayan!” (el-Haşr, 59/10)

Bu duâda;

“Îman edenlere karşı içimizde hiçbir kin bulundurma!” ifadesi özellikle dikkat çekmektedir. Çünkü birine kin tutan kimse -tıpkı haset eden gibi- cömertlik ve diğergâmlıktan uzak olur, dolayısıyla şuhhtan kurtulamaz.

Allah bizi «nefsinin şuhhu»n-dan korunan, dolayısıyla gerçekten iflâh olan kullarından eylesin!