BU MÜBÂREK AYIN HİLÂLİ…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hazret-i Ömer zamanıydı. Ramazân-ı şerif yaklaşmıştı. Hazret-i Ömer, birkaç kişi ile bir dağın tepesine çıkarak hilâli gözledi.

Biri heyecanla haykırdı:

“–Yâ Ömer, ben hilâli gördüm.”

Hazret-i Ömer baktı, göremedi. Sordu:

“–Nerede?”

Adamcağız elini kaldırıp işaret etti:

“–İşte, işte! Görmüyor musun?”

Hazret-i Ömer iyice baktı. Yine gökte bir şey yoktu:

“–Benim gözlerim keskindir! Hilâl olsaydı, mutlaka görürdüm.” dedi ve adamın gözlerine dikkat etti. Meseleyi fark ederek dedi ki:

“–Sen elini şöyle bir ıslatıp gözünü ve kaşını bir ovuştur. Sonra hilâli seyret!”

Adam, denildiği gibi yaptı. Baktı ki, gökte hilâlin gölgesi bile yok. Şaşırdı:

“–Yâ Ömer! Az evvel görmüştüm. Şimdi nasıl oldu da kayboldu.”

Basîretli Halîfe tebessüm etti:

“– Az evvel gördüğün ve hilâl zannettiğin şey; kaşından aşağı sarkmış, beyaz ve eğri bir kıldı. O kıl, kıvrılarak gözünün üstüne bir yay gibi düşmüştü. Sen onu gördün de hayâlinin vehmiyle hilâl zannettin.”

Bu hâdiseden hareketle Hazret-i Mevlânâ, ince tembihlerde bulunur:

“Kıvrılmış bir kıl onu şaşırttı da adamcağız hilâli gördüm dâvâsına kalkıştı.

Kıvrılmış basit bir kıl bile gökyüzüne perde oldu. Peki, senin her uzvun, her cüz’ün eğri olunca hâlin nice olur?

Öyleyse;

Doğrulara uy da, eğriliklerini düzelt.

Bil ki;

Herhangi bir kişi, eğri kimselerle kendini ölçüp de onlarla dost olursa; eksikliğe düşer, aklı şaşırır kalır.

Ey Hak yolcusu!

Çiçek yüzlü, diken özlü düşmanlara sakın tilki gibi yaltaklanmaya kalkışma; arslan ol arslan!

Hak yolunun yolcuları, sevdikleri bir kimseyi nefsine uymuş, ya da nefsânî duygularına düşkün kişilerle dost olmuş görürlerse, gayretlerinden ötürü o kimseyi bırakıp giderler. Sen arslan ol, nefsine hâkim ol da, dostlar seni terk etmesinler. Çünkü Hak yolunun yabancıları olan o dikenler, hakikat bahçesinin gülleri olan Hak ehlinin düşmanıdırlar.

Hele mel’un şeytan, seni aldatacak çok oyunlar bilir. Boğazına bir çöp gibi takılıp kalır. Onun çöpü, senin boğazında yıllarca tıkanıklık oluşturur. O çöp nedir? Mevki, mal ve mülk sevdası.

Ey Hak yolunda kararsız olan kişi! Boğazındaki o çöp, senin âb-ı hayat içmene engel olur.”

Dolayısıyla;

Âb-ı hayâtı içebilmenin yolu, boğazı şeytan çöpünden temizlemeye bağlı. Yani oruçla pâk etmeye bağlı.

Böyle bir oruç da ancak eğriliklerimizi düzeltmeye bağlı. Gözlerin üzerine düşen eğri kaşın o büğrü kılını düzeltip de bu mübârek ayın gerçek hilâlini görmeye bağlı.

O hilâl; karanlıklardan sıyrılarak nûr olmanın, billûr olmanın hilâli.

O hilâl, yerden kurtaran semâvî yükseklik.

O hilâl, insanlara istikamet rehberi.

O hilâl, din güneşinin etrafında pervâne olmanın tecellîsi.

O hilâl; gökyüzünden yedi kat semânın ötesine, Hakk’a en yakınlığa, «kābe kavseyn»e, mîrâca açılan kapı.

İşte o kapının anahtarı, oruç.

Hakkıyla oruç.

Yalancı, aldatıcı ve sahte hilâllerden kurtularak o hilâli bayrak yapmış bir mânâ ve dirâyet ile oruç. Nefse ve kalbe yabancı her şeye karşı kazanılan zaferin sembolü olan o hilâlin nûru ile bir yıldız misâli oruç.

Böyle bir oruç, gökyüzü sofrasıdır.

Bu eksende;

Zâhiren imsak etmek / yememek olan oruç, mânen sofraya oturmaktır. Balçık bedeni beslemeyi bırakırken, gönlü sayısız nimetlerle doyurmaktır.

Dolayısıyla oruç; mânevî ve çok zengin, son derece mükellef bir sofradan ibarettir. O sofrada sayısız cennet nimetleri vardır. Oruçlu kimse; o sofrada o cennet nimetlerinden öyle gıdalar yer, öyle nimetler tadar ki, melekler bile imrenir.

Oruç tutmaktan maksat, budur.

Yani mânevî sofraya oturmak.

O sofradaki her lokma, müstesnâ ve birbirinden kıymetli. O sofradan nasip ile oruç tutanın orucu da, diğerlerinden daha üstün.

O sofradaki mânevî gıdalar seçkin ve yüce.

Onlar;

Bu mübârek ayın hilâli üzerinde nur nur serpilmiş gıdalar.

Her biri elzem.

İnsan olarak rûhumuzun ve gönlümüzün diriliği için elzem.

Mânevî hayatımız için elzem.

Hakk’a vuslatımız için elzem.

Çünkü o sofra, gönül enerjimiz. Ebedî hayat gıdamız.

O sofra;

Hilâl ile gökten yere açılan ve ondan nasiplenenleri yedi kat göklerin ötesine ulaştıran bir sofra.

O sofra;

Allâh’a yakınlık sofrası.

O sofra;

Kulluk sofrası.

O sofra;

Mânevî açlığı giderme sofrası.

O sofranın;

Zemzemi, «ihlâs ve samimiyet». Hurması, «iffet ve hayâ». Şerbeti, «nezâket ve nezâfet». Sütü «sadâkat». Çorbası, «muhasebe». Ana yemeği, «namaz ve zikir». Tuzu, «hiçlik ve tevâzu». Tatlısı, «sabır». Baklavası, «ahde vefâ». Meyvesi, «merhamet». Kaşığı, «fedâkârlık». Tabağı, «cömertlik». Bereketi, «zekât ve infak». Besmelesi, «Kur’ân’a sarılmak». Duâsı, «hamd ve şükür».

İşte oruçlu iken oturulan sofradaki latif ve kıymetli gıdalar.

İnsanı ehl-i semâ yapan gıdalar.

İşte gerçek oruç, o gıdaları alabilmek. Oruç, o semâvî rızıklara nâil olmak.

Hazret-i Mevlânâ buna işaretle der ki:

“Cesede ait olan ve rûha ağırlık veren rızık kırıntılarından kurtulursan, yüce, latif ve hafif rızıklara kavuşursun.

Sen (oruç tutarak) o mânevî rızıklardan binlerce okka yesen bile, yine de peri misali, tertemiz tüy gibi hafif bir hâlde yürür gidersin.

O mânevî yemekler; sende ne yel yapar, ne kulunç, ne mide sancısı. Ne de karın ağrısı verir.

Ama;

Dünya yemeğinden az yiyecek olsan karga gibi aç kalırsın, çok yiyecek olsan miden ekşir, geğirmeye başlarsın.

Az yersen; huyun kötüleşir, kabalaşırsın, asabîleşirsin. Çok yersen; şişmanlar, hantallaşırsın.

Fakat;

(Oruç tutarak) Allah yemeğinden, o lezzetli yemekten denizler kadar ye! Yine de hoş bir hâlde gemi gibi yüzer gidersin.

Öyleyse;

Oruca sarıl, orucu terk etme, sabret; her an Allah rızkını bekle!

Çünkü O, yaptıkları yerinde ve güzel olan Allah; tecellîsini bekleyenlere hediyeler verir, ihsanlarda bulunur.

Tok adam ekmek beklemez; ekmeği geç mi gelecek, çabuk mu gelecek düşünmez.

Fakat yemeği, ekmeği olmayan, her an; «Yemek nerede kaldı?» der, açlıktan yemeği gözler, bekler, araştırır.

Sen beklemezsen, istemezsen, o yetmiş kat devlet ve ikbal nevâlesi sana gelmez.

Bu sebeple ey gönül, sen göklerden gelecek mânâ yemeğini, ercesine bekle, bekle.

Mânen acıkmış olan her aç, sonra bir yiyecek bulur. Nihayet devlet güneşi doğar, onu nurlara gark eder.

Ey güvenilen er! Bir dağ gibi sen de başını kaldır, yücel de mânâ güneşinin ilk ışığı sana vursun.

Baksana şu ihtişamlı yüce dağın tepesi de, seher güneşini beklemektedir.”

Ancak zâhirî yemek için nasıl ki açlık ve iştihâ lâzımsa, mânevî gıdalar için de açlık ve iştihâ şarttır. Şu var ki;

Zâhirî gıdalarda açlık hissi, yemekten kesilerek ve lokmalara uzun ara vererek gerçekleşirken; mânevî sofradaki açlık ve iştihâ, ancak yedikçe oluşan bir histir. Gönül; oruç sofrasında ne kadar mânevî gıda yerse, iştihâsı o kadar canlanır ve mânevî rızıklara o kadar istekle ve aşkla devam eder.

Yani mânevî canlılığın yolu, oruç.

Bilhassa;

Orucun oluşturduğu tokluk ve açlık.

Malûm;

Oruçta bedenen bir açlık zahmeti var gibidir ancak o da rahmet. Çünkü;

“Bu açlık zahmeti; hem güzellik, hem hafiflik, hem de ibâdet, amel bakımından rahmet. Hastalıklara karşı zırh.

Açlık zahmeti, öbür zahmetlerden daha temiz; zira, açlıkta yüzlerce fayda, yüzlerce hüner var!

Açlık ki, ilâçların padişahı.

Bu açlığı canla başla benimse, onu hor görme!

Unutma;

Bütün hastalıklar açlıkla iyileşir; bütün güzel yemekler, aç olmadıkça hoşa gitmez!

Rivâyettir:

Adamın birisi küflü bir ekmeği iştahla yiyordu. Başka bir adam;

«Küflü bir ekmeği bu kadar iştahla nasıl yiyebiliyorsun?» diye sordu.

Adam dedi ki:

«Sabrın sonunda açlığım, iki misli arttı ve şu küflü arpa ekmeği bile bana helva gibi oldu!

Ben sabırlı oldum mu, daima helva yemiş olurum!

Bu açlık, öyle ilâhî bir lütuftur ki, herkes onu elde edemez! Ancak Allâh’ın has kulları onun bereketiyle mânevî derecelere ulaşırlar!

Açlık; ‘Güçlü ve kuvvetli arslanlar gibi olsunlar da, nefislerini yensinler!’ diye Allâh’ın has kullarına ihsan edilmiştir!

Açlık, Allâh’ın sevgili ve has kullarının gıdasıdır, rızkıdır!

Böyle bir rızık, senin gibi ahmak bir dilenciye hiç nasip olur mu?

Senin gibi midesine düşkün olan değersiz oburlara; bu dünyada, kâse üstüne kâse sunulur, ekmek üstüne ekmek verilir!

Kendine gel; Allâh’a tevekkül et, O’na güven de, açlık korkusu ile elin ayağın titremesin! Senin rızkın, senin ona âşık oluşundan ziyade sana âşıktır!»” (Mesnevî)

Ancak bunu idrak için;

Mânevî tokluk olan zâhirî açlığı seçmek mânâsında oruca sarılmak gerek. Çünkü ilâhî sofra, oruca sarılanlara açıktır. Şair o sofraya şöyle davet eder:

Doymayan nefs, gözünü kara toprak doyursun!

Soframıza açlığı besleyenler buyursun!.. (NFK)

Zira;

“Ekmek dervişi, toprak balığı gibidir. Şekli balığa benzerse de denizden ürker, kaçar.

O, tavuk gibi ev kuşudur; Hakk’a yakınlık dağında bulunan hidâyetin Zümrüdüankā’sı değildir. Güzel yemekler yer, şerbetler içer, yani dünya lokması yer ama, Allah lokması yiyemez.

O, yani sahte derviş; yemek-içmek için Hakk’a âşıktır. Yoksa rûhu Allâh’ın mânevî güzelliğinin, hüsn ü cemâlinin âşığı değildir.

O, kendisini Allâh’ın zâtına âşık vehmetse bile, onun vehmi aslında esmâ ve sıfâtın verdiği vehimdir.

Kendi vehminin tasvir ettiğine âşık olan kişi, nasıl olur da nimet ve keremler sahibi Allâh’ın âşıklarından olur?” (Mesnevî)

Hakikatte;

Allâh’ın rûhundan üflenen rûhumuz, tertemiz bir ırmağa benzer. Balçıktan yaratılan bedenimiz de o berrak ırmağı gaflet ve nefsâniyetle bulandıran bir çamura. Bedene ait istekler, hevesler, hayaller ve takıntılar hep çer-çöp doludur. Bunlar ruh ırmağına karıştıkça o billûr suyu bulandırır, kirletir, içilmez hâle getirir. Bu bakımdan dünya imtihanında kulun en mühim vazifesi; kendisine tertemiz verilen ruh ırmağını bulandırmamak, kirletmemek. Eğer o ırmak bulanıp kirlenmişse de ne yapıp edip onu süzmek, tertemiz hâle getirmek. Çünkü kirli su içilmez. Hele yüce sevgiliye asla takdim edilmez.

Hâl böyle iken balçık yönümüz, öyle veya böyle ruh ırmağımıza illâ toz karıştırıyor, çamur sıçratıyor. Pırıl pırılken kapkara ediyor. İnsan ne yapacağını, nasıl temizleyeceğini bilemez hâle geliyor.

İşte bunun için yüce Mevlâ, kullarına merhamet ederek orucu emretmiş.

Rûhu ten esaretinden kurtarmak için.

Bedenî ve nefsânî istek, heves, hayal ve takıntıların çamurlarını ruhtan temizlemek için.

Orucu bu yönüyle idrak açısından Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey mânâ yoksulu zavallı! Bedeninde toprakla karışmış sudan başka ne var? Ey gönül düşmanı! Suyu; topraktan, pislikten ve çer-çöpten temizle!

Fakat sen, her an uyku ile, yemek ve içmekle, şu hayat ırmağına daha fazla toprak serpmekte, bulanıklığını daha da artırmaktasın!

Bu yüzden senin için, gönlün temizlenmemiş; gönül evin şeytanla, maymunla, canavarlarla dolu!

Orada bir hayal baş gösterse, görünse; o hayalin hangi pusudan baş çıkardığını nereden anlayacaksın?

İçteki hayallerin süpürülmesi, gönlün temizlenmesi için bedenin zâhidlikle, riyâzatla zayıflaması, hayale dönmesi gerekir!”

Ancak riyâzat ve oruç vesilesiyle beden, ruh ırmağına müdahale edemez hâle gelir. Yani beden oruçla terbiye edilirken ruh güçlenir. Bu bakımdan oruçta rûhî ölçüler ile hareket edilmelidir. O zaman âriflerin buyurduğu gibi; «Açlık, Allah yemeğidir.»

Şiblî Hazretleri der ki:

“Ne zaman aç kaldımsa, gönlümde hikmetten açılmış bir kapı buldum.”

Ebû Süleyman Dârânî Hazretleri’nin ifadesiyle;

“Açlık, Allâh’ın hazinelerindendir. Allah, dilediği ve sevdiği kimselere açlığı verir.”

Çünkü nimetin değerini idrak ve şükür, açlıkta daha fazla tecellî eder. Açlığı bilen ve yaşayan; küçücük bir ekmek kırıntısına bile şükreder, değer verir. Açlığı bilmeyen ve yaşamayan ise, dağlar kadar nimetleri de azımsar, hor görür, israf eder.

Yedi bağırsağı da tıka basa hep dolu olan bir adama en lezzetli gıdalar da sunsanız beğendirmek zordur. Hatırı sayılır derecede cömertlik yaptırmak da zordur. Müsrifliğine engel olabilmek de zordur. Kibir ve gururunu kırmak da zordur. İnsanca yaşatabilmek de zordur.

Fakat;

Açlığı tatmış, açlığı bilmiş olan bir kimse başkadır.

Aç olan, kupkuru bir lokmadan bile doyumsuz tatlar alır. Şükreder.

Fakir bir ailenin çocukları olan iki küçük kardeş, çobanlık yapmaktaydı. Bir sabah anneleri onların azık çıkınına koyacak bir şey bulamadı. Evde sadece kuru bir soğan bir de kuru bir ekmek vardı. Çaresiz onları hazırladı. Sonra iç çekişini yavrularına belli etmeden dedi ki:

“–Üzülmeyin evlâtlarım. Bu koyduklarım, bir müddet sonra bal ve kaymağa dönecek. O zaman yersiniz. Ama sakın bu hâlde yemeyin. Dokunur. Bekleyin, bu kuru soğan ve kuru ekmek benim dediğim gibi bal ve kaymak olduğu an size âfiyet olsun!”

İki kardeş, boynu bükük yola çıktılar. Sürülerini otlata otlata dağ bayır dolaştılar. İyice acıktıklarında kardeşlerden biri meraklandı ve diğerine dedi:

“–Bak bakalım, annemizin dediği olmuş mu?”

Beriki baktı, yüzünü buruşturdu:

“–Olmamış; hâlâ biri kuru soğan, diğeri kuru ekmek.”

Aradan epey zaman geçti. Açlıkları daha bir artmıştı. Öteki yine seslendi:

“–Tekrar bak hele!”

Cevap değişmedi:

“–Yine aynı!”

Bir-iki saat sonra bu konuşma bir daha tekrar etti. Fakat bir yandan havanın sıcaklığı, bir yandan yaşlarının küçüklüğü, bir yandan da dağ-bayır sürülerle koşturmak derken iki küçük çocukcağızın da açlıkları, dayanılmaz bir hâle dönüşmüştü. Nihayet biri, çaresiz ve sabırsız bir şekilde çıkına sarıldı, hızlı hızlı açtı:

“–Gel kardeşim, gel. Bunların bal ve kaymağa dönüşeceği yok. Daha fazla beklersek, açlıktan öleceğiz.”

Büyük bir iştihâ ile yemeye başladılar.

O da ne?

Daha önce mızmızlanarak yedikleri kuru soğan ile kuru ekmek, o kadar lezzetli idi, o kadar lezzetli idi ki, şaştılar. Biri, saf bir eda ile itiraf etti:

“–Ben bu kadar lezzetli pirzola bile yemedim.”

Diğeri başını salladı. Meselenin özünü anlamıştı:

“–Demek ki annemizin kastettiği buydu. Hakikaten kuru ekmek âdeta bal, kuru soğan da âdeta kaymak kesildi. Eğer böylesine acıkmadan önce yeseydik; birini taş, birini tahta zannederdik.”

Demek ki açlık terbiyesi, nefsi bir başka eğitmekte.

Bu bakımdan orucun yeri bambaşka.

Oruç;

Nefsi dize getiren en tesirli yol.

Bu terbiyeyi tam yaşamayan bir nefis; insanın yıllarca biriktirdiği nice mânevî hazineleri, bir çırpıda cehenneme dökmekten çekinmez. Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Bir nefis cehennemi alevler saçmaya başladı; onun üstüne üfle de söndür!

Nefis; sûret-i haktan görünür, iyiye doğru gitmen için sana yeni yeni vaatlerde bulunur. Sonra tutar o vaatleri tevbeleri binlerce kere bozar.

Cenâb-ı Hak sana yüz yıllık ömür bağışlasa, yine uslanamazsın. Bu nefis; seni her gün yeni bir bahane bulur, aldatır.

Nefis; soğuk vaatleri, sonunda seni perişan edecek arzuları, tatlı dille, güler yüzle, sıcak ve kabul olunacak bir şekilde söyler ve seni kandırır. O, öyle kuvvetli bir büyücüdür ki, insanı can evinden yakalar ve kıskıvrak bağlar.

Namaza ve oruca nefis dâhil olursa, ifsat eder. Bu sebeple;

Yapacağın işlerde nefsine danışmak ve o ne derse tam aksini yapmak kemaldir, olgunluktur.

Eğer nefisle başa çıkamaz ve onun direnmesine karşı koyamazsan, o zaman hakikî bir dostun yanına git, onunla uzlaş!

Zira akıl, bir başka akıldan güç ve kuvvet kazanır. Şeker kamışı da şeker kamışından olgunlaşır, güçlenir.”

Bütün mesele;

İlâhî rızâ ve istikamette kazanmak. Ebedî saâdete nâil olmak. Dünyayı terk ile âhiret mükâfatına mazhariyet.

Orucun mânâsı da bu.

Yoksa yemek bulamayan kedinin açlığı, oruç değil. Çünkü açlıktan sessiz ve hareketsiz duran o kedi, ansızın önüne bir fare çıktığı an ne oruç dinler, ne sükûnet!

Yani;

Hiçbir şey yokken kuzu kuzu oruç tutanlar; herhangi bir problem veya öfkeyi taşıracak bir mesele ile karşılaştıklarında, bütün itidal ve oruç güzelliğini kedi gibi bir tarafa fırlatıp da önlerindeki fare misali boş lâkırdılara, dedikodulara, günahlara ve gafletlere dalarlarsa; kendilerine sadece kuru bir açlık kalır.

Faydasız bir açlık.

Hâlbuki oruç açlığı, mânidar olmalı.

Bu, mühim.

Çünkü orucun iki yönü var.

Biri mânevî, biri zâhirî.

Dolayısıyla orucun zâhiren bozulmaması için gayret kadar, mânen de bozulmaması için çırpınmak gerek. Zira mânen bozulmuş bir oruç, şeklen hiçbir şey ifade etmez!

Bu noktada bilmeli ki;

Bütün uzuvların kendine mahsus bir orucu vardır.

Gözün orucu, harama bakmamak. Kâinattaki kudret akışlarını temâşâ ve Kur’ân okumak.

Kulağın orucu, haram şeyler dinlememek. Dedikoduya kapılmamak. Kötü ve yalan söze sağır olmak. Allâh’ı ve âyetlerini de, en net şekilde işitmek.

Dilin orucu, yalan konuşmamak. Ancak hakikati söylemek, Kur’ân, zikir ve şükürle meşgul olmak.

Kalbin orucu, boş hayallere ve havâtıra kendini kaptırmamak. Yüce sevgilinin istemediği her şeyi ve boş sevgileri gönülden çıkarmak. Bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmek. Hak dostlarına dost, nefse ve şeytana düşman; mahrum ve kimsesizlere de şefkat ve merhamet dergâhı olabilmek.

Aklın orucu, boş ve nefsânî tefekkürlerden, her türlü bâtıl ve kötü düşüncelerden uzak durmak. Sadece azamet-i ilâhîyi idrak ile ona ve Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kurban olmak.

Böyle tutulan oruç, Allâh’ın ahlâkına bürünmektir.

Malûm;

Cenâb-ı Hak, yemekten ve içmekten münezzeh. Bu yüce sıfatını O, mü’minlere, oruç vesilesiyle ikram etmekte. Orucun sevabı da bu sebeple bizzat Cenâb-ı Hakk’a ait.

Diğer taraftan oruç;

İnsana, acziyet aynası.

Bu ayna, kimin gönlünde buğusuz bir hâlde ise; o, gurur ve kibirden âzâde olur. Noksanlıklarını fark eder. Olgunluğa yönelir. Hakk’a yükselir.

Hakikaten;

“Kendi noksanını gören kişi, olgunlaşmaya doğru on at çatlatarak koşar.

Kendini olgun sanan zavallı ise, bu zannı yüzünden bir türlü Allâh’a yükselemez.

Ey kendini olgun gören kişi! Senin rûhunda kendini olgun sanmaktan daha kötü bir illet yoktur.

Sen bu kendini beğenme ve kendini olgun görme hastalığından kurtuluncaya kadar gönlünden ve gözünden çok kanlar akar.” (Mesnevî)

Şayet gönül, oruç ekseninde mânâlı bir açlık tadarsa; o zaman tevâzu ve hiçliğe bürünmeye başlar. Her nefes biraz daha olgunlaşır. Nihayet kalbinde benlikten eser kalmaz.

Fakat;

Oruç gibi yüce bir mânâdan uzak olan bir açlık, sadece âfet getirir. Sadece boğaz hırsı doğuran ve oruç özelliği olmayan o açlık, fazîlet değil, rezîletlere sebep olur. Nitekim:

“Nice kuş vardır ki, açlığının yüzünden dam kıyısında kafes içinde mahpustur.

Nice balık vardır ki, su içinde emanda iken boğazının hırsı yüzünden oltaya takılır, avlanır.

Nice namuslu kadın vardır ki, boğazının ve aşağı duygularının etkisi altında kalmıştır da rezil rüsvâ olmuştur.

Nice iyi huylu, bilgili kadı vardır ki, boğazı yüzünden rüşvet almış; lekelendiği için yüzü sararmıştır.” (Mesnevî)

Bu sebeple Allah dostları; nefislerini, boğaz derdini alt ederek yenmişlerdir. Çünkü nefsin azgınlığı, boğaz hırsı iledir. O hırsı mağlûp eden; nefsi de, nefsâniyeti de kolayca mağlûp eder.

Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin içinde namaza karşı bir isteksizlik peydâ olmuştu. Canı namaz kılmak istememişti.

O basîret âbidesi, namaz âşığı Pîr, hemen sebebini araştırdı. Boğaz derdini de bir tarafa atarak düşündü, düşündü. Gördü ki, namaza karşı içinde çöreklenen isteksizlik, fazla su içmekten imiş. Derhâl karar verdi:

“Namaza ki isteksizlik oluşturdu, o hâlde bir sene su içmeyeceğim.”

Dediği gibi yaptı. Bir sene su ihtiyacını sulu gıdalarla giderdi, fakat asla su içmedi. Böylece nefsi; onun bu dirâyeti üzerine mağlûp düştü, geri çekildi ve bir daha su sebebiyle onun namazına isteksizlik olmaya kalkışmadı.

O mübârek Allah dostunu ulu bir mâneviyat sultanı ve kutbü’l-ârifîn yapan işte bu iradesiydi, bu gayretiydi; sadece Allah için olan bu mânevî yaşayış güzelliği idi. Nefsine ve şeytana açık vermemesi, aldanmaması idi.

Bu hisseyi tam idrak etmek ve;

Oruç ayında bağlı diye şeytanı hafife almamak gerek. Çünkü o mel’unun gönüllü neferi olan nefis, her zaman çözük vaziyette.

Şeytan, onu uzaktan kumanda ederek iğvâsına devam etmekte.

Bilhassa;

Boğaz hırsını alt etmenin nefsi dizginlemedeki yüce faydası dolayısıyla insanı keskin vesveselere boğmaya çalışmakta. Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Şeytan seni korkutur;

«Sakın ha, sakın!» der:

«Bedeninden bu hevesleri, arzuları atar, giderirsen çok pişman olursun, çok gamlanırsın.

Şunu ye, bu sıcak bir ilâçtır. Sana çok yarar. Faydalanman, iyileşmen için de şunu iç. Hem şu niyetle iç:

‘Bu beden rûhun bineğidir. Zayıf düşerse, onu taşıyamaz. Beden neye alışmış ise onu vermek doğru bir harekettir. Sakın açlığa alışma, sağlığın bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana çıkar.’»

O alçak şeytan, insanı bu şekilde korkutur. Halka yüzlerce efsun okur.

Ey karnını doyurmaya harîs olan beden! Yavaş yavaş aşağılık duygularını terk et de, mânen yüksel. Bunun yolu da; gıdanın değiştirilmesi, yani nefisten ziyade ve bedenin isteklerinden daha çok rûhun gıda almasıdır.

Ey gönül hastası! İlâca sarıl. Yapılacak tedavinin özü, mizâcı değiştirmekten ibarettir.

Ey yemeye, içmeye rehin olup hapse düşen! Eğer çocuk gibi sütten kesilmeye dayanırsan, yakında kurtulursun.

Gerçekten de açlıkta birçok mânevî yemekler vardır. Ey açlıktan tiksinen! O yemekleri araştır, bulmaya çalış!

Nûr ile gıdalan da, göz gibi ol. Ey insanların hayırlısı; meleklere uy!

Melekler gibi, Allâh’ı tesbih ve yüceltmeyi kendine gıda edin de, onlar gibi zahmetten ve eziyetten kurtul!

Allah dünyaya, bütün canlıların yararlandığı ne de hoş bir sofra yapmıştır. Ama bu sofra aşağılık kişilerin gözlerinden gizlidir.

Hakikat; can gözüne, gönül gözüne görünür. Çalış-çabala da gönlün bulunduğu tarafa, bir gönül ehline, velîye gel.

Eğer ayağın yoksa yuvarlana yuvarlana, sürüne sürüne gel. Gel de, her azı, her çoğu gör. Yani gönül yanına gel de, orada, noksanı olan kişiyi de, kâmili de gör.”

Bu noktada şuurlu açlığın, yani orucun ve sâlihlerle beraber olmanın zarûretine dikkat çeken Hazret-i Mevlânâ’nın bir başka îkazı da şu:

“Dedikodulardan, mânâsız sözlerden dilini tut. Paran varsa, onları yoksullara vermek için avucunu aç! Beden hasisliğinden vazgeç; cömertliği ortaya koy!

Şehvetleri, nefsin istediği ve zevkli bulduğu şeyleri terk etmek de, bir çeşit cömertliktir. Yoksa şehvete yakasını kaptıran, şehvete dalan kimse bir daha kurtulamaz.

Cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Böyle bir dalı elden kaçırana yazıklar olsun.

Cömertlik, bütün karşılıkları görmektir. Bu sebeple ümit ve neşe getirir. Verdiği şeylerin kaybolduğu korkusunu giderir.

Cimrilik ise Peygamberimiz’in müjdelediği karşılıkları görmemektir.

İnciyi görmek dalgıcı sevindirir.

Aslında dünyada hiç kimsenin cimri olmaması gerek. Çünkü cömertliğin karşılığı gözler önünde. Fakat görebilen için.

Yani cömertlik gözden geliyor, elden değil. Bu durumda iş gören; gözdür, görüştür. Nitekim gözü görenden başkası cimrilikten kurtulamadı.”

Hâsılı;

Her zaman cömertler, gözü görenler oldu.

Özellikle gönül gözü görenler.

O gören gözler, dünyayı ve âhireti doğru tanıdı, doğru anladı, doğru tercihte bulundu.

O gözler, Ramazân-ı şerif hilâli ile bayram hilâlini kendilerine mîrac penceresi yapmayı bildi.

O gözler, oruçlulara açılan semâvî sofraları fark etti. O sofralara oturdu. Ebedî nasiplere ulaştı.

Sonunda;

O gözler de birer hilâl oldu.

Ebedî bayram hilâli…

İşte rahmet!