ÂFİYET, CENNETE GİRMEKTİR!

Handenur YÜKSEL

İlk dönem Horasan sûfîlerinden olan Hâtim-i Esam, Belh’te doğdu. Esamm (sağır) lâkabını, kendisine soru sorarken elinde olmayarak çirkin bir ses çıkaran bir kadıncağızı, bu mahcubiyetinden kurtarmak amacıyla;

“Duymuyorum, sesini yükselt!” diyerek, sağır taklidi yaptığı için aldığı rivâyet edilir.

Hayatını Horasan bölgesinde geçiren Hâtim, şeyhi Şakîk-i Belhî’den tasavvuf terbiyesi almıştı. Tasavvuf kaynaklarında hadis ilmiyle de ilgilendiği, bazı tâbiîlerden hadis rivâyet ettiği kaydedilir. Şeyhinin vefatından sonra (810) otuz yıl uzlet hayatı yaşayarak mânevî yönünü geliştirdiği söylenir. Cüneyd-i Bağdâdî, kendisinden;

“Zamanımızın sıddîkı, Hâtim-i Esam’dır.” diyerek, övgüyle söz eder. Hâtim-i Esam, 851 yılında, Ceyhun Nehri üzerinde bulunan Vâşecird şehrinin bir yaylasında vefat ederek, buraya defnedildi.

***

İsa bin Yûsuf, bir mecliste konuşan Hâtim-i Esamm’a;

“–Ey Hâtim, sen namazını güzel kılıyor musun?” diye sordu. Hâtim;

“–Evet.” diye cevap verdi. Yeniden sordu:

“–Nasıl kılıyorsun?”

Hâtim Hazretleri şöyle buyurdular:

“–Emre uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, O’nu büyük bilip tekbir alıyorum… Tertil ve tefekkür ile okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, selâmı sünnete göre ve Allâh’a has kılarak veriyorum… Namazımın kabul olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum… Bu hâli, ölene kadar muhafaza etmekte kararlıyım.” Bu sözler üzerine İsa bin Yûsuf;

“Sen namazını güzel kılıyorsun.” buyurdular.

***

Hâtim-i Esam, dostlarından birine;

“–Nasılsınız?” diye sorunca, o zât şu cevabı verdi:

“–Selâmet ve âfiyetteyim!”

Hâtim-i Esam buyurdu ki:

“–Selâmet, ancak Sırat Köprüsü’nden geçtikten sonra olur, âfiyet ise cennete girmendir!”

ÜMMETİME MÜFTÜ OLACAK!

Tanınmış Osmanlı hukukçusu Ebussuud Efendi 1490 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Muhammed’dir. Babası meşhur matematikçi Ali Kuşçu’nun talebelerinden Şeyh Muhammed Muhyiddin Yavsı’dır. İlk görevine, 1516 yılında Bursa İnegöl’deki İshak Paşa Medresesinde başlamış, daha sonra Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulunmuş, 1537’de Rumeli Kazaskerliği’ne getirilmişti. 1545’te şeyhülislâmlık makamına tayin edilen Ebussuud Efendi, bu görevini aralıksız tam otuz yıl sürdürdü. Tarihte, bu makamda bu kadar uzun süre bulunma şerefi sadece kendisine aittir.

Ebussuud Efendi, şeyhülislâmlığı sırasında siyasetten ısrarla uzak kalmış, önemli bir makamın sahibi olduğu hâlde nüfuzunu hiçbir zaman bu yolda kullanmamıştı. 19 Ağustos 1574’te, 84 yaşında iken İstanbul’da vefat eden ünlü hukukçu, Eyüp Sultan’da yaptırmış olduğu medresenin avlusuna defnedilmişti.

***

Ebussuud Efendi, görmüş olduğu bir rüyasını şöyle anlatır:

Henüz medrese talebesi idim… Bir gece rüyamda Zeyrek Camii’ne girdim. Cami tıklım tıklım doluydu. Kendi kendime;

“–Bu topluluk neyin nesi acaba?” diye sordum.

“–Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Dîvân-ı Saâdetleridir.” dediler. Sessizce bir köşeye büzülüp, hürmetle ellerimi bağladım. O sırada önümde devrin müftüsü Kemalpaşazâde’yi fark ettim.

Efendimiz mihrapta oturuyordu; ashab-ı kiram ise, büyük bir hürmetle yanlarına sıralanmış, pür dikkat, kıpırdamadan kendisini dinliyorlardı.

Hâl ve kıyafetinden Arap olduğunu tahmin ettiğim bir zât, Peygamberimiz’le diz dize denilecek bir yakınlıkta oturmuş, sohbetini dinliyordu. Hayretler içindeydim… Ashab ayakta oldukları hâlde, Sevgililer Sevgilisi’nin huzûrunda, O’na bu kadar yakın oturan zât kimdi acaba? Daha sonra bu zâtın Mevlânâ Câmî Hazretleri olduğunu anladım. Aralarındaki sohbet bitince, Peygamberimiz yüksek bir sesle;

“–Şu oturanı bilir misin?” diye Kemalpaşazâde’yi işaret buyurdular. Molla Câmî;

“–Bilmiyorum yâ Rasûlâllah.” diye cevap verdi. Efendimiz tebessüm ederek;

“–O, Kemalpaşazâde’dir, ümmetimin müftüsüdür.” buyurdular. Sonra da ben âcizi işaret ederek;

“–Peki, onun ardında duran şu genci bilir misin?” buyurdular. Molla Câmî yine;

“–Bilmiyorum yâ Rasûlâllah.” dedi. Efendimiz bunun üzerine;

“–O, Ebussuud bin Yavsı’dır; ümmetime müftü olacak!” buyurdular.

Bu sâdık rüyayı hiç unutmadım, ömrüm boyunca takip ettim. Rüyanın üzerinden otuz yıl geçtikten sonra bendeniz âcize fetvâ işleri verildi.

GÖREYİM SENİ, CANLA BAŞLA ÇALIŞ!

1616 yılında İstanbul’da doğan Sultan İbrahim, 9 Şubat 1640’ta kardeşi Sultan Murad’ın (dördüncü) vefatı üzerine, 24 yaşında tahta çıkmıştı. Sultan İbrahim, Osmanlı sahillerinin ortasında, Kuzey Afrika’daki Türk toprakları ile deniz bağlantımızı kesen ve bir korsan yuvası olan Girit Adası’nı alma girişiminde bulunarak, Hanya ve Resmo’nun fethini sağlamıştı. 1646’da kuşatılan Kandiye’nin fethi ise 1648’de gerçekleşmişti. Sultan İbrahim; devlet mekanizmasının sağlamlaştırılması için yapılan adlî, malî, idarî ve askerî reformları desteklemiş ve teşvik etmişti. Siyasî ve askerî bir darbe ile 1648’de tahttan indirilen talihsiz Sultan, 18 Ağustos 1648’de fecî şekilde şehid edilmiştir. Kendisini şehid edenler, cinayetlerini ahâlî nazarında meşrû gösterebilmek için, ona «Deli» damgası vurmuş, ona böyle asılsız ve çirkin bir iftirada bulunmuşlardır.

***

Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, malî işlerde intizamın temini için, tedavüldeki sikkenin ortadan kaldırılmasını emretmiş, böylece devlet maliyesinde denkliği sağlamış, ülkedeki enflasyonist gidişe karşı tedbirler almaya çalışmıştı. Narh usulü dikkatle uygulanıyor, çarşı ve pazarlar ciddî şekilde kontrol ediliyordu.

Halkın saâdet ve refahı ile yakından alâkadar olan genç Sultan, işlerin düzgün yürümesiyle ilgili olarak sadrazama hatt-ı hümâyunlar gönderiyordu.

Bunlardan birinde başvezirine şöyle emretmişti:

“Sen ki vezir-i âzamsın; «İstanbul’da kıtlık vardır.» deyû söylenir. İstanbul efendisine sıkı tembih eyle! Narh ahvâline ziyâde takayyüd etsin, gezsin, dolaşsın. Yoksa kendisi bilür… Göreyim seni, ahvâl-i âlemin tanzîmine cân u başla çalış!”

Sultan, halk üzerinde iyi intibâ bırakmak arzusunda bulunduğunu;

“Ortalığı şöyle idelüm ki, hayır duâya mazhar düşelim. Ahâlî ardımızdan;

«Âdil padişaha, iyi vezire düştük.» diye söz etsin!” ifadesiyle belirtiyordu.

OKUR-YAZAR OLUYORUZ!

Ünlü Şair Keçecizâde İzzet Molla 1785 yılında İstanbul’da doğdu. Mekke kadılığı ve Eyâlet Tevzî Defteri Müfettişliği görevlerinde bulundu. Osmanlı-Rus Savaşı’na taraftar olmayışı sebebiyle Sivas’a sürgün edilen şair, haklı olduğu anlaşılıp af edildiyse de, ferman kendisine intikal etmeden 1849 Ağustos’unda hayata vedâ etti. İzzet Molla’nın na‘şı, önce Sivas’a gömüldü; sonra da İstanbul’a getirilerek Mustafa Bey Mescidi hazîresindeki aile mezarlığına defnedildi. Ünlü şair, nüktedan ve hoşsohbet bir zât idi.

***

Sultan II. Mahmut, bir gün İzzet Molla’ya şöyle sordu:

“–Molla! Allah, dostluğunuzu muhafaza eylesin. Yesârîzâde ile birbirinizden hiç ayrılmıyorsunuz. Bu ne muhabbet?”

Tanınmış şair şu cevabı verdi:

“–Efendimiz! Yesârîzâde kulunuz yazar, bendeniz de biraz ders gördüğümden okurum. Yani; ikimiz yan yana gelince okur-yazar oluyoruz… Birbirimizden ayrılmayışımız, birlikte bir adam edişimizdendir.