ACELEM VAR

Muhsin DURAN muhsinduran@hotmail.com

Zaman dolabı hızla dönüyor:

Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap,
Böyle emreylemiş Çalap,
Derdim vardır inilerim…

***

Irmağın üzerine kurulmuş, ağaçtan, tahtadan yapılmış kovalarını bir tarafından dolduran; diğer tarafından boşaltan bir su dolabı… Gacır-gucur seslerle gece demeyip, gündüz demeyip dönüyor.

Suyunu ırmaktan alıyor, biraz yüksekte; bağların, bahçelerin içine kadar ulaşan arkın, kanalın başlangıç noktasına yalap yalap boşaltıyor.

Dolap; ne hârikulâde bir iş yaptığının, nice yaptığının farkında bile değil.

Çatlamış topraklar suyu içine alırken, genleşe genleşe harekete geçiyor, hemen canlanıyor, hayat buluyor. Susamış solmuş sebzeler, meyveler, çiçek ve çimenler onu içer içmez bükülmüş boyunlarını kaldırıyor, kıyama duruyorlar.

Köylü, çiftçi, bahçıvan; bol mahsul, bol ürün aldıkça seviniyor, şükrediyor. Çarşıda pazarda, tezgâhta o mahsulleri görenler, alanlar ona kavuşunca:

“Oh elhamdülillâh tam da bana göre…” diyorlar.

Yeryüzü sofrası; mevsim be mevsim, rengârenk, tat be tat meyvelerle, sebzelerle, tatlılarla, «şekerleme tulumbacıkları»yla dolup dolup boşalıyor. Bu sofranın etrafını çepeçevre kuşatmış insanlar ve onların yardımcıları hayvanlar yiyor, içiyor bayram ediyorlar.

Meğer Derviş Yûnus’un inleyen dolabı ne ihlâsla çalışmış. Onun içindir ki; hikâyesi şiirlere, mısralara, hoş sohbet ve nasihatlere konu olmuş. Yüzyılların ötesinden sesi duyulur olmuş.

O hâlde mahlûkata, canlılara; hayat suyu, can suyu taşıyan su dolabına dinlenme yok, mola yok, istirahat yok. Onun görevi kendisini de yok sayarak, bütün güzellikleri var etmek. Onun görevi, bunca yokluk içinde herkesi, her şeyi varlıklı yapmak.

***

Hayat durmadığı sürece, güzelliklere su taşıyan bütün su dolapları hiç durmamalı…

Su dolaplarının bir ay, bir hafta, bir gün, hattâ bir saniye görevlerini tehir etmesi çok geç olabilir. Birçok hayat sönebilir.

Güzellikler dolabı hep dönmeli.

Okumalı, gidilmeli, görülmeli, konuşulmalı, yazılmalı…

***

Güzellikler manzûmesi olan İslâm dînini iki kelimede özetlemek mümkün:

Helâller…

Haramlar…

Bu iki kelimeyi de şöyle tercüme edebiliriz:

Helâl:

Güzel, iyi, yararlı, hoş, fıtratın ihtiyacı olan; bütün insanların paydası, ortak noktası, ifrat ve tefritten uzak, vasat, orta yolda olarak; yenilen, içilen, söylenen, yapılan fiiller, işlerdir.

Haram:

Çirkin, kötü, hoş olmayan, zararlı; insanların çoğunluğu tarafından onaylanmayan, kamunun, nesillerin zararına, fıtrata aykırı olarak; yenilen, içilen, söylenen, yapılan söz ve davranışlardır.

***

Hey güzelliklere âşık olanlar, iyilikten yana tavır koyanlar!

Şu mûcize yaratılışlı insanlara söyleyecek sözü, bakabilecek yüzü, ulaştıracak mesajı olanlar!

Yapmakta olduğumuz güzel davranışları asla tehir etmeyelim. Yaz-kış, gece-gündüz, evde-işte her yer ve zamanda, kalplere gıda olacak lütufları asla ertelemeyelim.

Garip Yûnus’un «dertli dolap»ı misali… Gönüllerdeki yangınları söndürmek için, paslanmış yüreklerimizi yıkamak için lütfen su çekelim, sebil olalım.

***

Şu sıcak yaz günlerinde, bizi nurlu nehrinde serinletecek olan Ramazan ayı öncesinde ebedî güzelliklere ulaştıracak nehirleri, yolları ayakların altına serelim.

Saçtığınız, suladığınız tohumlar; tıpkı uçurumların, kayalıkların, surların tepesinde yıllardır rüzgârların başını okşadığı ağaçlar gibi boy atsın, meyveye dursun.

Yeter ki, bu güzellik tohumlarının özü sağlam olsun. Çürük, hastalıklı olmasın. Velev ki, gayretimiz bir tebessüm olsa da.

Yeter ki; bu güzellikler çok basit, çok ucuz, çok bayağı, âdi menfaatler hesabına kurban edilmesin.

Bir günün defteri; «Oh be bugün güzel bir iş yaptım.» diyerek kapansın.

***

Hattâ onu da demeyelim, görmeyelim, bilmeyelim.

Tıpkı nehrin üzerine kurulmuş Miskin Yûnus’un «dertli dolap»ı gibi…