Unutulmaz Hâtıralarla ve RAHMETLE YÂD EDİYORUZ!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsan doğduğu andan itibaren bin bir tesire muhatap.

O tesirlerin toplamı, kişinin şahsiyeti. Bilgiden ziyade yoğurup şekil veren enerji, o tesirler.

Az veya çok;

Kitap satırlarında ayrı bir tesir var.

Sözlerde ayrı bir tesir.

Nasihatlerde ayrı bir tesir.

Yaşananlarda ayrı bir tesir.

Fakat hepsinden öte;

Müstesnâ şahsiyetler ekseninde apayrı bir tesir mevcut.

Eğitim ve terbiyede;

O tesire nâil olanlar, muhteşem mazhariyetlere kavuşuyorlar.

Eğitim notlarımızın bu faslında; gönül bülbülü bu ay, o mazhariyetin müstesnâ bir şahsiyetini şakıdı. O mübârek şahsiyetin gül ikliminden aldığı nefes ile, feyiz ve rûhâniyet ile… Hiç eksilmeyen, bilâkis artan bir muhabbet ile… Yanık bir hasret ile…

Bu ay;

Bülbül, hicrân ile onu şakıdı.

Bu ay;

O müstesnâ nur çehrenin Hakk’a yürüdüğü ay…

Vefatının 12’nci sene-i devriyesi.

O gönüller sultanı,

Ölüm geçidinden sonra da mânevî hayatını devam ettiren ölümsüzlerden.

Büyük bir Allah dostu.

Müstesnâ bir İslâm şahsiyeti.

Şahsiyet âbidesi.

Öyle ki;

Kitaplardan okunup da anlaşılamayan nice hakikatler, onun hâlinde gün gibi âşikârdı.

Cilt cilt eserler ile anlatılamayacak ve kavranamayacak incelikler, mânâlar ve fazîletler, onun hayatında en mükemmel şekliyle bârizdi, zâhirdi.

Gözleri, dilin ifadeye kâfî gelmediği sırları ve hikmetleri bir çırpıda gönüllere aktarırdı.

Aydan nurlu sîmâsı, tasavvufî hayatın satırlara sığmayan güzelliklerinin en mûtenâ aynasıydı. İslâm’ın bütün mahlûkatı kuşatan bir güler yüzü idi.

Aklı, Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya kurbandı.

Gönlü; merhamet, kerem ve şefkat hazinesiydi.

Bağrı, aşk-ı Muhammedî ve aşkullah ile doluydu.

İlmi, «mârifetullah»tı.

Şuuru, «muhabbetullah»tı.

Şiârı, hizmetti.

Edebi, ahlâk-ı Peygamber’di.

Makamı, teslîmiyet ve rızâ idi.

Düstûru, sadâkat ve fedâkârlıktı.

Gayesi, sadece ilâhî rızâ idi.

Her hâli, sulardan berraktı. Işıktan temizdi.

Kimsesizlere kimseydi.

Gariplere, yetimlere rahmetti.

Çaresizlere çareydi.

Her yönüyle;

Çok sevdiği ve vârisi olduğu Muhterem Sâmi Efendi Hazretleri gibiydi.

Sâhibü’l-vefâ idi.

İhvânına safâ idi.

Gül gibiydi, gülistan gibiydi.

Can gibiydi, cennet gibiydi.

Görenlerin ilk söylediği cümle;

«Ne güzel insan!» ifadesi olurdu.

Gönül bülbülümün söylediği de, şöyle mısralaştı:

Göze Musa idi, öze Hızır’dı,
Onunla başlardı söze bülbüller!
Kuru topraklara su dağıtırdı,
Bağrında öğrendi bahârı güller!

Arz u semâmızda süreyyâ idi,
Bahta inci saçan bir deryâ idi,
Sanki bu dünyâda bir rüyâ idi,
Geldi geçti; doyamadı gönüller!

Dili, düşürmezdi dostu ateşe,
Eli, Nûh’un gemisiydi kardeşe,
Yüzünü görünce onun, güneşe;
Doğmasan da olur, derdi sümbüller!

Lokman’dandı himmetinin ilâcı,
Söze sığmaz sohbetinin mîrâcı,
Koydu başımıza en güzel tâcı,
Nûruyla yeşerdi hak temâyüller!..

Onunla içimden müşküller kalktı,
Visâle yol kesen virgüller kalktı,
Yârimin olmayan kâküller kalktı,
Kül oldu önümde boş tahayyüller!..

Gönül alıp gönül veren bir kuldu,
Nûr-i Muhammed’le böyle yoğruldu,
O da şimdi Seyrî, vuslatı buldu,
Arkasında kaldı perdeler, tüller!..

O hayatta iken, huzûru ve himmeti ile perverde idik.

Şimdi de;

Hem himmeti, hem eserleri, hem de unutulmaz hâtıraları ile perverdeyiz.

Onun;

Sayısız ilim erbabını da, ticaret erbabını da, eğitim erbabını da, garip-gurebâyı da, yaşlıyı da, küçücük bir çocuğu da ilâhî istikamette gönül gönül kuşatan muhabbet ve fazîlet dolu hâtıraları, müstesnâ nasiplerdi. Kalplerimizi besleyici, bize yol gösterici, ufuk ve enerjiydi.

Hiç unutmuyorum;

1987 yılında İHL talebeleri olarak Şubat tatilinde umreye gitmiştik.

Henüz o mübârek Allah dostunu tanıyalı bir buçuk yıl olmuştu ve sadece bir kere görmüştüm.

Medîne-i Münevvere’de olduğunu öğrenince tekrar görebilme heyecanı gönlümü kapladı. Fakat onu sorabileceğim hiç kimseyi tanımıyordum. Tevâfuken bir öğle namazı sonrası kalbimin ısındığı bir ağabeye denk geldim ve sordum. Çok şükür, bilen bir kimse imiş. Dedi ki:

“Namazda birinci kumlukta oluyorlar.”

Sevinçle teşekkür edip yanından ayrıldım. Hemen arkadaşlarımın yanına gidip haber verdim. Hepimiz heyecanlandık. İkindiden önce Ravza’ya geldik. Kimseyi rahatsız etmeden, sessizce her tarafı dolaştık. Fakat Musa Efendi Hazretleri’ne denk gelemedik. Ezan okundu. Sünneti kıldık, yine aradık. Yine göremedik. Boynumuz bükük kaldı. Kamet getirilirken üzüntü içinde safa geçtik. O sırada önümdeki safta bir yer açıldı. Hemen geçtim. Bir de sağıma baktım ki, melek çehreli o mübârek nur âbidesi muhterem üstâdımız ile yan yanayım. İçim titredi. Edeple eriyip kaldım orada. Sürur içinde hamd ettim. Kalbim, nûra rabtolmuş bir pervâne gibi pır pır ediyordu. Gözlerim ise, rahatsız etmeyecek şekilde çoktan temâşâya dalmıştı. Duâdan sonra kalkmadan önce o kadar zarif, o kadar müstesnâ bir hâline şahid oldum ki, kendimi asr-ı saâdette hissettim.

Hani, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir hadîs-i şerîfinde kıyâmet günü Arş’ın gölgesi altında gölgelenecek kimseleri sayarken onların arasında «sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayanlar» var ya, işte tam o tarife uygun bir ihsan ve ikram hâlini ilk defa seyrediyordum. Öyle sessiz ve mahfî bir ihsan hâli idi ki; aşırı dikkat etmemiş olsam, ben de fark etmeyecektim.

Sağ eli düz ve avuç içi aşağıya doğru bir hâlde.

Başparmağı ile elinin altında vereceği ikramı hissedilmeyecek şekilde tutuyor. Dışarıdan bakınca sadece elinin üzeri görünüyor. Yani eli tatlı bir âdâb ile diz üstünde.

Sağında bir siyahî garip.

Onun eline sessizce ve edeple takdim. Yüzüne bakıp da mahcup etmeden. Teşekküre de hiç mahal bırakmayacak bir mahfîlik ve hiçlik hâlinde. İkisi de kıbleye dönük ve ikisi de tesbihat ile meşgul.

Sonra yine hiçlik ve edep ile kalkış ve melâike misâli tatlı adımlarla kapıya yöneliş…

Baktıkça;

Hayranlığım ve muhabbetim daha bir artıyordu.

Hele;

O müstesnâ ve mübârek üstâdımızın;

Ravza’dan öyle güzel çıkışları vardı ki, huzûr-i Peygamber’de olması gereken tevâzuu, edebi, hiçliği ve mîrac yaşatan bir aşk-ı Muhammedî’yi bundan daha güzel tabir ve tefsir olamazdı.

Ben ve arkadaşlar diğer kapıdan çıkıp dışarıda da seyretme iştiyakı ve cesareti ile uygun bir yere geçtik.

Büyük bir zarâfet ve letâfet içinde ayakkabılarını giydiler ve yürümeye başladılar.

Rahatsız etmeyecek belli bir mesafede;

Mübârek nur meşheri olan cemâli ile yüz yüze idik.

Yine;

Pervânenin müstesnâ bir nûra rabtolması nasılsa biz de öyle idik.

Tam o esnada yanıma çok iyi tanıdığım bir şahıs yaklaştı ve bana;

“–Ne güzel tevâfuk! Bu mübârek mekânda karşılaştık.” dedi.

O şahıs, başka bir Hak dostuna mensup; ilim erbabı bir güzel insandı. Niçin orada durduğumu bilmediği için uzun uzun konuşmaya başlayacaktı ki, ona Musa Efendi Hazretleri’ni gösterdim ve;

“–Gerçekten de burası bambaşka ve müstesnâ bir mekân! Bakar mısın ne güzel insanlar var!” dedim.

Maksadım; üstâdımız gidene kadar onu temâşâ etmek, başka bir şeyle meşgul olmamaktı. Bunun üzerine o da üstâdımızdan yana döndü. Mîrâca akıp giden bir kalabalığın önünde güneş misali rehberlik eden bir sîmâ. Peygamber sîmâsına ayna olmuş pırıl pırıl mübârek bir çehre.

Yanımıza gelen adamcağız, o mübârek nur çehreye, yani Musa Efendi Hazretleri’ne bakar bakmaz farklı bir şekilde titredi; büyük bir şaşkınlık içinde bir adım geri attı ve ellerini birbirine bağlayarak dedi ki:

“–Aman yâ Rabbî! Yeryüzünde Allâh’ın böyle güzel bir kulu var mıydı?”

O gün;

Bu güzel ve feyiz dolu temâşâ vesilesiyle bizim için cennetten bir gün gibiydi.

Elhamdülillâh.

Rabbimiz’e sonsuz şükürler olsun.

Şükürler olsun ki;

Ertesi yıl yine umre nasip oldu.

Bu defa 15 kişilik bir gruptuk.

Mübârek topraklarda günlerimizi elimizden geldiğince değerlendirme gayreti içindeydik. Güzel ibâdetler ve hasbihâllerle vakitlerimiz bereketli geçiyordu.

Ancak;

Zaman zaman delikanlılık ve heyecanlarımızın taşkınlığı sebebiyle sağda-solda gördüğümüz yanlışları da biraz yoğun bir şekilde konuşup duruyorduk:

“–Bir zamanlar biz buralarda iken şöyle şöyleydi. Şimdi ise…” diye söze bir başlıyorduk, tenkit ve esef hâlinde saatler harcayabiliyorduk. Herkes rastlayıp da kızdığı bir şeyi lise talebesinin toyluğu seviyesinde anlatıyordu. İçimiz daralıyordu, fakat yine de böyle konuşmalara devam ediyorduk. İyi niyetle, fakat sürekli. Başımızda büyük bir ağabey de olmadığı için hâlimizin farkına varmıyorduk.

Derken Medîne-i Münevvere’de fırsat oldu, Muhterem üstâdımız Musa Efendi Hazretleri’nin sohbetine katıldık. Sohbet boyunca her dakikanın verdiği haz, bir gün boyunca tattığımız mânevî hazdan daha fazlaydı, bambaşkaydı. Ne saâdet ki, bu doyumsuz sohbetten sonra bizlere üstâdımız ayrıca kısa bir sohbet daha yaptı. Rûhumuz, kuş gibi kanatlanmış uçuyordu. Kalbimiz, göğsümüze sığmaz hâle gelmişti. Mübârek ve nur âbidesi muhterem üstâdımızın her cümlesinden, küçücük gönül kâsemize büyük nasipler yağıyordu, feyizler yağıyordu, sırlar ve hikmetler yağıyordu. Sözleri bittiğinde gözlerimize dikkatle baktı, baktı. Sonra özlerimize, tane tane ve açıkça şu hakikati nakşetti:

“–Delikanlılar! Meleklerin de peygamberlerin de eşiğini öptüğü mübârek yerdeyiz. Hazret-i Peygamber’in yanındayız. Burada her saniye, bir ömre bedeldir. Burada bir saniyeyi boşa harcamak, bir ömrü boşa harcamak gibidir.

Sakın burada mahdut/sınırlı vakitlerinizi şu şöyle, bu böyle diye harcamayın. Durmadan tenkit olmaz. Şu, bu diye doğru şeyler söyleseniz bile bu mübârek yerde vakti değerlendirmek açısından doğru değil. Şeytan taşlamaktan ibâdete vakit kalmaması da büyük gaflettir, kayıptır.

Bu bakımdan;

Burada gönlünüzden bu tür havâtırı çıkarın! Huzûr-i kalp içinde olmaya bakın! Şöyle, böyle ile kendinizi meşgul etmeyin.

Meşguliyetiniz; tefekkür, zikir, şükür, duâ, bol bol salât ü selâm olsun!

O zaman;

Nereye baksanız bir hayır karşınıza çıkar. Sağa baksanız feyiz, sola baksanız feyiz görürsünüz. Taşa bile baksanız ayrı bir feyiz, rahmet, lütuf ve mâneviyat ile karşılaşırsınız.”

Bu sözler,

Sohbetten çıktığımızda da kulaklarımızda ve gönüllerimizde tekrar tekrar yankılandı.

İçimize çöreklenmiş bir çengel ve düğüm, Musa Efendi Hazretleri’nin bu mânidar ve basîretli cümleleriyle çözülmüştü. Bağrımız ferahlamıştı.

O günden sonra;

Bütün anlarımız öyle huzur ve sekînet içinde geçti ki, üstâdımıza gece-gündüz duâ ettik.

O mübârek üstâdımız,

Bizleri terbiye yolunda hep böyle unutulmaz nice fazîlet hâtıraları ile dolu bir irşad ömrü yaşadı.

Daima;

“Ne mutlu âhirete yüz akıyla göçebilenlere!” iştiyakı içinde yaşadı.

Ve;

Bundan 12 sene evvel;

Nebevî ahlâktan ibaret bir yaşayış güzelliği içerisinde yüz akıyla huzûr-i ilâhîye hicret eyledi.

Rahmetullâhi aleyh…

Rabbim şefâatine mazhar eylesin!

Âmîn…

O müstesnâ Allah dostuna gönül gönül Fâtihalar vefâ borcumuz.

Onun unutulmaz hâtıralarından feyiz ve ilhâm ile gönül bülbülümün son terennümü şu:

Bir gün ne beden mülkü, ne dâr, ne diyâr kalır,
Kalırsa gönüllerde ol sohbet-i yâr kalır… (Seyrî)