Ruhları İhyâ Demleri MÜBÂREK ZAMAN VE MEKÂNLAR
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Çalışan bünye yorulur. Aynı meşgaleye devam için; belli bir süre dinlenerek, güç toplamaya ihtiyaç duyar. Bunun için; âtıl bir vaziyette beklemek gerektiği gibi yaygın bir kanaat vardır. Hâlbuki meşgaleyi değiştirerek; hem farklı bir vasatta dinlenmek, hem de iş verimini artırmak pekâlâ mümkündür. Gerek batıda, gerekse doğuda büyük eserler vermiş velûd şahsiyetlerin, zamanı en iyi şekilde değerlendirmelerindeki hayranlık celbeden sır da budur. Bu basîret ve gayrete ilham kaynağı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O hâlde boş kaldın mı, yine kalk başka bir iş ve ibâdetle yorul.” (el-İnşirâh, 6-7) Kezâ yaşanılan çevredeki menfîlikler de, hâlet-i rûhiye üzerindeki yıpratıcı tesirleriyle, insanları karamsarlığa, bezginliğe sevk eder. Çağımızın hastalığı olarak belirtilen «stres», insanın rûhî direncinin, mâneviyatının iflâsıdır. Bu sebeple insanın cevherini teşkil eden ruh dünyasının da dinlenmeye, yenilenmeye, dirilmeye ihtiyacı vardır.
Rabbini unutmuş, «hevâsını ilâh edinmiş», «tağuta» köle olmuş… bedhahların irtikâp ettikleri süflî fiiller, ancak bir «cinnet hâli» ile tavsif edilebilir. İnsanlık haysiyeti ile telif edilmesi asla mümkün olmayan bu sapıklıklar; yüce dînimizde «hayvandan daha aşağı (belhüm edall)» olarak tavsif buyuruluyor.
Dünyanın geldiği seviyenin «modern, post-modern, bilgi ilh.» gibi yüceltici mefhumlarla tavsif edilmesine rağmen; bu ne yazık ki, insan rûhiyatının sahip olduğu bir kemalâtın da ifadesi olmayıp, daha ziyade teknolojik bir gelişmeyi tebârüz ettirmektedir. Yoksa; fazîletler noktasında insanlığın «cahiliye» devrinin marazları ile malûl olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır; hem de teknolojinin getirdiği imkânlarla daha şümullü olarak üstelik.
Aklı putlaştıran batı, teknolojide merhale üstüne merhale kat ediyor. Ancak; insana yön veren, onu yücelten ruh dünyasından habersiz.
İçinde bulunduğu menfîliklerden bunalan insan; fırtınaların çıldırttığı denizden kaçan gemi misali, rûhen dinlenebileceği, dirilebileceği bir melce arıyor; kendisi ile daha doğrusu sığınacağı, yüce Yaratıcısı ile baş başa kalabileceği mahiyette, âsûde bir liman arıyor. Yüce Rabbimiz, mâverâ esintileriyle ruhların dinlendiği, dirildiği mübârek zaman ve mekânları ihsan buyurmuştur; insan fıtratının bu ihtiyacını temin için.
Bu rûhânî sığınaklarda, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rahmeti coşar da coşar; «bir», «bin» olur, «yüz bin» olur; «gün olur asra bedel»…
Şehrin bunaltıcı velvelesinin yankılandığı caddeden çıkıp, üç-beş yaşlı ağacın sardığı ecdat yâdigârı bir türbeye can atmak, rûha bir dirilik katar; kızgın yaz güneşinde mecalsiz kalmış bir bedenin, gölgelik bir çeşme başında soluklanması misali. Ziyaret edilen bir bîmarhâne, bir kervansaray, bir külliye, incelenen bir vakıf eseri; insana verilen değer çerçevesinde o günkü rahmet iklimi ile günümüzün maddîleşen dünyasını kıyaslama imkânı verir.
Hadîs-i şerifte;
Dünyada en kıymetli üç mekânın «Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ» olduğu beyan buyuruluyor. Bunlardan sonra Beytullâh’ın şûbeleri hükmündeki diğer camiler, medreseler Hakk’ın rızâsını kazanmış gönül sultanları, ulemâ ve şühedânın medfun bulundukları mahaller; tazim edilecek tefekkürle kalbi sekînete gark eden rûhânî mekânlardır. Çok şükür ki; ülkemizin her karışı bu tapu senetleri hükmündeki mübârek izlerle kayıt altına alınmıştır. Batıda İspanya’dan, Macaristan’dan; doğuda Hindistan’a kadar İslâm’ın ulaştığı koca bir coğrafya, nakış nakış bu harika sanat eserleriyle işlenmiştir.
“Kalplerin ancak Allâh’ın zikriyle itminâna ereceği” (er-Ra‘d, 28) beyan buyuruluyor yüce kitabımızda. Bununla ilgili olarak; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;
“Rabbini zikredenle etmeyenin hâli, diri ile ölünün hâli gibidir.” buyuruyor. Kalbi tasfiye eden, temizleyen bu hususî gıdanın teminine bir vesile de, mübârek zamanlardır.
Bunların arasında, içinde bulunduğumuz «üç aylar»ın fevkalâde önemli bir yeri vardır. Mübârek kandillerle taçlanan bu paha biçilmez vakitler, yeryüzünü kaplayan meleklerle beraber hem âhenk icrâ edilen, ruhları ihyâ demleridir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “Receb, Allâh’ın ayıdır; Şaban, benim ayımdır; Ramazan da ümmetimin ayıdır.” diye vasıflandırdığı bu ayların değerini ifade sadedinde de şöyle duâ buyuruyor:
“Yâ Rabbî; Receb’i ve Şaban’ı bize mübârek kıl ve bizi Ramazân’a ulaştır.”
Gönül âlemini zenginleştirebilmek, onu bir gülistana çevirebilmek inanan bir insan için ne büyük bir fazîlettir. Çünkü insan, gönlünde ne varsa onunla temâşâ eder. Ebû Cehil, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek yüzlerine kör bencilliği sebebiyle nefretle bakarken; fazîlet âbidesi Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- aldığı feyizle bakmaya doyamazdı. Her biri birer nûrânî zirve olan mübârek zamanları ve mekânları seyahatle birleştirerek bereket ve feyzi katbekat artırmak; müslümanların en çok rağbet ettikleri ibâdetlerdendir.
Mübârek bir vakti yine mübârek bir beldede idrak etmek için atılan her adım ayrıca bir ecir ve sevaba vesiledir. Mübârek zamanlarda halkımızın kendisine bir çekidüzen vermesi, cami ve türbe gibi mukaddes yerlere olan teveccühü ve o günlerde tebrikleşme için telefon hatlarının kilitlenmesi takdire şâyan bir davranış güzelliğidir.
Hele umre ve hac ibâdetlerine olan teveccüh, her türlü tarifin üzerindedir. Bugün ülkemizin hac kontenjanının yetmiş bin civarında olmasına mukabil, müracaat sayısının bir milyona dayanmış olması, bunun bir ifadesidir. Ne saâdet; ruhları ihyâ fırsatlarını değerlendirerek kemalâtta merhale kat edebilen, rahmet ikliminde rahmet insanı olabilenlere…