O’NUN LUTFU OLMASA!
İrfan ÖZTÜRK
Vakt-i zamanında, köyün birinde âbid bir adam yaşardı.
Dünyadan tamamen el-etek çekmiş, kendisini her şeyiyle ibâdete vermişti. Gece-gündüz seccadesinde namazla, Kur’ân’la, zikirle meşgul olan bu adam; senenin neredeyse tamamını oruçlu geçirir, yiyip-içtiğinde kifâf-ı nefsi aşmaz, lüzumsuz tek bir söz söylemez, faydasız hiçbir işle vakit öldürmezdi. Değil haramlar, tenzîhî mekruhlardan bile ateşe düşmekten sakınır gibi çekindiğine, bütün tanıdıkları şahitti. Ömrünün altmış yılını kendini hiç bozmadan böyle emsalsiz doğruluk ve dindarlık içinde geçirmişti.
Onun bu müstesnâ hâli etraftan duyuldu. Uzaktan, yakından onu tanıyan veya nâmını duyan halk; ona karşı gönülden hürmet besliyordu. Dervişler ona benzemeye çalışıyorlardı.
Yavaş yavaş bu sofu da kendini beğenmeye başladı. İçinden;
“Allâh’ıma hamdolsun; ömrümü iyi yolda kullanıyor, nefeslerimi aldatıcı dünyanın faydasız meşguliyetleri ile değil de Allâh’a ibâdet yolunda tüketiyorum.
Kimseye en ufak bir kötülüğüm de yok. Hiçbir kulun hakkını üzerimde bırakmadım. Hayvânî duygularımın ve kötülüğü emreden nefsimin peşinden bir an olsun gitmedim. Tanıştığım, görüştüğüm, konuştuğum ve bir arada yaşadığım bütün insanlar benden memnundur; hiç kimseye karşı haksız ve saygısız davranmadım. Herhâlde ben cennetlik bir kulum. Samimî ibâdetimin hakkı budur. Kulluğumun elbette bir karşılığı olacaktır.” diye geçirmeye başladı.
Bir gece bu şekilde kendini beğenmiş, ucba düşmüş, ibâdetiyle mağrur ve fahur bir vaziyette düşünceler içindeyken uykuya daldı.
Rüyasında bir de baktı ki, dünyanın sonu gelmiş ve beklenen kıyâmet kopmuş. Âdem Peygamber’den son insana kadar; kadın, erkek, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar… bütün insanlar baş açık, çırılçıplak ve yalınayak bir hâlde koca bir meydanda toplanmış.
Herkes tek tek ulu Allâh’ın huzûruna dikilmekte, dünyadaki amellerin bir bir hesabını vermekte ve iyilikleri terazinin bir kefesine, kötülükleri de öbür kefesine konup tartıldıktan sonra ya bükük boyunla cehenneme yahut da açık alınla cennete yolcu olmakta. Ağır ağır ilerleyen telâşlı kalabalık arasında yaşlı sofuya da sıra gelince o da Allâh’ın huzûruna varmış, amellerinin tartılmasını beklemektedir.
Bu sırada zaman ve mekândan münezzeh olan yüce Allah, sofuya buyurur:
“Kulum, seni fazîlet ve cömertliğimle bağışlayarak cennete gönderiyorum.”
Sofu, amel terazisinin önünde bir şeyler söylemek istiyormuş da cesaret edip söyleyemiyormuş gibi şöyle bir duraklar. O anda içinden şöyle düşünür:
“Amellerim niçin tartılmadı? Ben, kendim cennete girmeyi hak etmiş değil miyim ki ulu Allah beni fazl u ihsânıyla cennete gönderiyor?”
Allah Teâlâ, sofuyu cennete götürmekte olan rahmet meleklerine; onu olduğu yerde bırakmalarını buyurduktan sonra, iki azap meleği çağırarak sofuyu cehenneme götürmelerini emreder. Sofu, bu defa kan terlemeye başlar. Az evvel cenneti, lütufla değil kendi kulluğuyla hak ettiğini düşünürken; şimdi kollarına girmiş azap melekleri tarafından cehenneme götürülmektedir. O dehşetli anlar içinde, düşüncesinin, ucba kapılmasının tamamen boş olduğunu anlar. Son bir ümitle; «Acaba Rabbim bu küstah kulunu affeder mi?» diye ardına, dîvânın kurulduğu tarafa bakar.
Bu bakış üzerine, Allah azap meleklerine durmalarını ve sofuyu geri getirmelerini buyurur.
Terazinin yanına varınca Cenâb-ı Hak, şaşkın sofuya;
“–Neden geriye dönüp baktın?” diye sorar.
Kul, boynunu büker, cevap verir:
“–Yüce Allâh’ım!.. Sen biz kullarının gizli düşüncelerini daha iyi bilirsin. Ben cennete gideceğime muhakkak gözü ile bakıyordum. Hattâ Sen’in lutf u ihsânınla, rahmet ve gufranınla değil de, dünyadaki ibâdetlerimin karşılığı olarak cennetlik olacağımı umuyordum. Fakat şaşkın düşünceler içindeyken ulu ferman üzerine cehennem yolcusu oluverdim. İki koluma girmiş olan azap melekleri arasında cehenneme doğru ilerlerken kendime güvenmenin hata olduğunu anlayarak, daha önceki düşünceme pişman oldum. Ve bu sırada aklıma;
«Sakın, Ben’den ümidinizi kesmeyin.» (ez-Zümer, 53) şeklindeki ilâhî beyan geldi. Onun için kusurumu bağışlar mısın, diye dönüp baktım.”
Yüce Allah, sofunun cevabına karşılık şöyle buyurdu:
“–Sevgili kulum! Sen, hayatını gerçekten emirlerime uygun şekilde yaşadın. Hem Bana karşı, hem insanlara karşı, hattâ bütün canlılara karşı en iyi şekilde davrandın. Hiçbir canlı varlığın hakkını, vebâlini boynunda taşıyarak yanıma gelmedin. Yaptıklarının hepsi dergâhımda kabul edilmiş amellerdi.
Fakat bir kul, ne kadar sâlih amel işlerse işlesin Ben’im lütuf ve cömertliğim olmaksızın cenneti hak edemez. Çünkü Ben’im ona, hayatı boyunca vermiş olduğum nimetler daima amellerinin ve iyiliklerinin sevabından kat kat üstün kalır. Şimdi sana bunu ispat edeyim de yüreğinde en küçük bir şüphe kalmasın.”
Bu sözlerin arkasından Allâh’ın emriyle sofunun bütün amelleri mîzânın bir kefesine koyuldu. Diğer kefesine de o kulun, sadece sağ gözünün nûru yerleştirildi. Sofunun şaşkın bakışları arasında sağ gözünün nûru, bütün amellerinden daha baskın çıktı, daha ağır geldi. Altmış yıllık ibâdeti, namazı, zikri, orucu, infâkı; bir tek gözünün görme nimetinin şükrüne dahî yetmemişti. Bunun üzerine ulu Allah, sofuya buyurdu ki:
“Görüyorsun, senin dünyadaki bütün iyi amellerin Ben’im sana vermiş olduğum nimetlerin arasından sadece bir tek gözünün nûrunu bile karşılamamaktadır.
Hayatın boyunca sağ gözünün nûru gibi daha nice nimetlerimi kullandın. Onları da hesaba katıp amel terazisinin sevaplar kefesinin karşısına koysam, bana ne kadar borçlu kalacağını kendin düşün.
Senin yaptığın bütün ibâdetler, hoşnutluğumu kazanan doğru hareketler, sana vermiş olduğum nimetlerin yardımı ile olmuştur. O nimetlerin biri eksik kalsa kendi derdine düşecek ve Bana ibâdet etmeye imkân bulamayacaktın. Nitekim ara sıra hasta olduğun, vücudunun herhangi bir yerinin ağrıdığı zamanları hatırla. Sancılar içinde kıvranırken, sağlam zamanlarındaki gibi Bana ibâdet edebildin mi? Hayır!..
Üstelik sana vermiş olduğum en büyük nimet de ibâdet aşkı ve iyi ahlâk sevgisidir. Bu nimetim sayesinde, sen hem Ben’im hem de bütün kullarımın hoşnutluğunu kazanan saygıdeğer bir sofu oldun. İyilik ve doğruluğun sevgisini sarsılmaz bir sağlamlıkla gönlüne yerleştiren kimdir?..
Aklını emrime uygun yollarda kullanmanı temin eden hidâyetimi sana göndermemiş olsaydım, sen de iyilik ve doğruluktan habersiz, katı yürekli bir sapık olabilir, böylece cehennemi boylardın. Demek oluyor ki, senin ömrünü iyi yolda kullanmış olman tamamen senin eserin değil, Ben’im ayrıca değer verdiğim hidâyet nimetinin neticesidir. Bütün bu gördüklerinden sonra, yine cennetlik olmayı, lütufsuz öz hakkın olarak görebiliyor musun? Yoksa, cömertliğim sayesinde seni cennetime koymama râzı mısın?”
Gördükleri ve duydukları karşısında şaşkınlıktan nerede ise aklı duran, mahcûbiyetten kıpkırmızı kesilen sofu, başını kaldırmadan şu cevabı verdi:
“–Ey merhameti bol Rabbim!.. Beni affeyle; her zamanki gibi cahillik etmiş, güçsüz ve âciz bir kul olduğumu unutarak, haddimi bilmemişim. Yaptığım iyi amelleri gözümde büyütmüş ve kendime güvenmişim. Sana karşı ne yapsam, cömertlik ve lutfuna yine de muhtaç kalacağımı şimdi ayne’l-yakîn anladım. Eğer lütuf buyurursan beni varlığa şâmil cömertliğinle cennetine korsun. Yoksa ben, ömrümün on katı kadar yaşasam ve her günümü yaptığımın yüz katı kadar ibâdet ve tâatle bile geçirsem yine kendi gayretimle cennetini hak edemem!..”
Sofunun bu sözleri üzerine yüce Allah, ona şöyle buyurdu:
“–Kulum!.. Ben yarattığım bütün varlıkları herkesin kendini esirgediğinden daha çok esirger ve severim. Hele varlık ve birliğimi tanıdıktan sonra ömrünün her saniyesini iyi yolda harcamış olan senin gibi bir kulumu rahmetimden uzak tutarak cehenneme göndermek hiç Ben’im şânıma yakışır mı? İstediğin kadar iyilik ve sevabın da olsa Ben’im cömertlik ve merhametim sayesinde ancak iyi dereceleri elde edebileceğini göstermek için sana bu dersi verdim. Şimdi haydi gir cennetime. Orada Ben’i tanımış olmanın ve her adımını atarken titizlikle Bana bağlı kalmış olmanın mükâfatlarını hayalinin bile tasavvur edemeyeceği şekilde nimetlerle tadacaksın.”
Sofu, tanyerinin ağarması ile birlikte uyanınca; gördüklerinin bir rüya olduğunu anlayarak gönlünün derinliklerinde derin bir sevinç duydu. Artık asla ameline güvenmeyecek, kendini beğenmeyecek; Cenâb-ı Hakk’a ihlâs ile kulluk ederken, hiçliğini de daima aklında tutacaktı…
Allah, cümlemizi nimetlerini yerinde kullanan ve kendini beğenerek Allâh’a bağlılığını gevşetmeyen kullarından eylesin. Âmîn!..
Bir şey oldum deyip kapılma kibre,
Altun iken sonra olursun gübre,
Dikkat eyle sakın kapılma ucbe,
Şeytanı kendine güldürme oğul! (Gülzâr-ı İrfan)