SEYYÂH-I ÂLEM

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Kendisini «Seyyâh-ı âlem ve nedîm-i benî âdem Evliyâ-yı bî riyâ: Dünya gezgini ve insanoğlunun dostu, riyâsız evliyâ» diye takdim eden Evliyâ Çelebi’den söz etmek istiyoruz. Gezip görmek, gördüğünü yazarken asırlar sonrasında da aynı zevkle okunmak her kula nasip olmaz.

1611-1682 yılları arasında yaşayan Evliyâ Çelebi, Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra, Enderun’da yetişir. Çocukluk yıllarında, taklit ve nükteleriyle büyüklerin ilgisini çekmiştir.

Sesinin güzelliğiyle de saray muhitinde sevilen bir insan olmuş, IV. Murad’ın sohbet meclislerinde bulunmuştur. Tükenmek bilmeyen seyahat; görme, bilme arzusu hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Gezip gördüklerini, hayal ettiklerini, düşündüklerini; yirmi beş yaşından yetmiş bir yaşına kadar seyyâh-ı âlem olarak yazmıştır.

On ciltlik seyahatnâme, bugün; folklor, tarih, coğrafya, sosyoloji, hukuk, Türkçenin güzellikleri bakımından incelenmeye değer bir eserdir.

Türkçenin bütün canlılığını eserde bulmak mümkündür. Şehirdeki, taşradaki askerler, aydınlar ve halk arasındaki konuşmalar, deyimler, mecazlar eserin her dem canlı olmasını sağlamaktadır. Şiiri seven ve şiir yazan, iyi bir binici, yüzücü olan ve kılıç kullanmasını bilen Evliyâ Çelebi; aynı zamanda hattat ve nakkaştır. Sesi güzeldir, mûsıkîden, tezhibden anlar. Mizaha, nükteye, taklide düşkündür.

Seyahati sırasında gördüğü; cami, çeşme, kale, çarşı, saray… her yönüyle tanıtılır, okuduğu eserlerden alıntılar yapar. Eseri bir macera romanı gibidir. Zengin olan hayal gücüyle, okuyucuyu her an meraklandırır. Daha ilkokul yıllarında Evliyâ Çelebi’yi soğuk bir kış tasviriyle tanımıştık:

Soğuk bir kış günü, damdan dama atlayan kedi, havada donmuş; bahar geldiğinde, havaların ısınmasıyla yere düşmüştür.

Üslûbunun canlılığını, Edirne’deki Dâruşşifâ’yı anlattığı bölümlerden görmeye çalışalım:

BÎMÂRİSTÂN-I
BÂYEZÎD HAN

Edirne’de dâruşşifâ… Ki diller ile takrir ve kalemler ile tahrir olunamaz. Bâyezîd-i Han Câmii’nin taşra, büyük haremi sağında… Bâğ-ı irem içre bir dâruşşifâ…

Aşağı büyük kubbe, sekiz yüz kûşe ammâ. Bu dokuz tâklı kubbe, içinde dahî sekiz kemer, her kemer altında bir kış odası… Her hücrede bir pencere: Biri güllü hıyâbâna bakar, hücre taşrasında… Büyük havuz, şadırvan kubbenin ortasında… Havza şadırvana bakar pencerenin öteki… Yine içinde büyük kubbenin, kışın sekiz hücrenin önünde sekiz adet yazlık hücre… Üç yanları mermer ile döşeli büyük küçük havuz çevresinde çağlar berrak sular şadırvanlardan. Dâhil olur havza, kubbede son bulur su…

İpek yastıklara dayanan hastalar, inler feryâd ederler. Bazı hücrelerde evvel baharda cünûn mevsiminde, çoğalır Edirne’nin aşk deryasına düşmüş, sevdâzede âşıkları. Hâkim emri ile getirirler bu tîmâristâna anları… Gerdanlarından altın, gümüş, yaldızlı zincirler… Her biri, aslan yatağında gibi kükreyip yatarlar. Havuza, şadırvana bakar kimisi… Hulyâ-yı kalenderî kabîlinden kelimât ederler… Bahar mevsiminde çiçek kısmından zerrin, deve boyu, yâsemin, gül-i nesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle ve sümbül gibi çiçekleri verip hastalara, güzel hoş kokularıyla şifâyâb ederler.

Bâyezîd-i Velî Vakıfnâmesi’nde; hastalara devâ, dertlilere şifâ, dîvânelerin rûhuna gıda ve def-i sevdâ olmak üzere, on adet hânende ve sâzende gulâm tahsis etmiştir ki; üçü hânende, biri nâyzen, biri kemânî biri çeng santûrî, biri ûdî olup haftada üç kere gelerek hastalara, delilere mûsıkî faslı verirler…

Nefis taamlar verilir. Keklik, turaç, güvercin, üveyik, kaz, ördek… Cümle kuşları, avcılar mütevellîye getirip hekimlerin arzusu ve mizacı üzre pişirilip hastalara verilir…

Amma şifâhânenin kapısı üzerinde vakfın şartı:

“Sağlam olan âdem bu devâlardan bir kırat alırsa; alîl olub, Firavun ve Kārûn lâneti üzerinde ola…” diye yazılıydı.

17. yüzyılda bir akıl hastahânesi tasvir ediliyor. Hastahâne; yapısı ve tezyinatıyla, çiçeklerin, kokuların, mûsıkînin hastalar üzerindeki tesiriyle, anlatılırken; verilen yiyecekler; hekimlerin kontrolünde tespit ediliyor. Uygunsuz hareketlerin önüne geçmek için hastahâne girişine asılan vakıf talimatnâmesi önemlidir.

Aradan geçen yılların içinde hastahânelerimizin durumunu; ağaçsız, çiçeksiz hastahâne bahçelerini, oralarda bekleşen hasta yakınlarını düşünmek bile istemiyoruz.

Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi fakültelerde okutulmalı. Bu canlı anlatım, tıp, hukuk, tarım, sosyal ilimler, siyaset okuyanlar için önemli ipuçları verecektir. Üniversiteye giden her öğrenciye, seyahatnâme armağan edilmeli, branşlarına göre mukayeseli eğitim yapılmalıdır…

Devrimize gelelim, gezi yazılarını daha çok yazarlar ve konferans verenler yazıyor. Zira gazetecilerin gezme imkânı, diğer yazarlara göre daha fazladır. Bu yazılar mukayeseli olmadığı için, taraflı bir gözle yapılıyor. Gazeteci veya televizyoncu, bağlı bulunduğu gazetenin ve televizyonun görüşüne göre gezdiği yerleri değerlendiriyor. Siyasî değerlendirmeler de aynı mantıkla yapılmıyor mu?

Dergi yazarlarının kendi imkânlarıyla yurt dışı gezileri, gazetecilere göre daha kısıtlıdır. Kendi imkânlarıyla gezip görmek ve yazmak durumundadırlar. Bir öğretmen-yazar olan benim için de durum aynıdır. Hayallerimde ve duâlarımda İslâm ülkelerini görmeyi istemişimdir. Duâlarım kabul olmuş olacak ki, İran’da düzenlenen Humeynî’nin ölüm yıldönümü törenlerine, Türkiye’den de sivil toplum grupları davet edilmişti. Birdenbire kendimi müracaat etmediğim hâlde bu davetlilerin içinde buldum.

Gezimizin ilk gününde Tahran’da son derece güzel bir otele indik. Biraz dinlendikten sonra hükûmet merkezine gittik. İhtişamlı olmayan bir binanın bekleme salonundaydık. Uzun tahta bir masada kâğıt bardaklar içinde meyve suları, birkaç tabakta kurabiye vardı. Dinlenirken; yememiz, içmemiz için konmuştu. Hizmet eden yoktu. İsteyenler istediğini alıp yiyip içiyordu. Bir süre sonra konferans salonuna girdik. Küçük bir Anadolu şehrindeki bir konferans salonuna girdiğimizi düşündüm. Üzerine oturduğumuz tahta sandalyeler uzun yıllar önce alınmıştı muhakkak. Ahmedinejad’ın ve üst düzey yetkililerin konuşmaları, İngilizce ve Türkçeye çevriliyordu.

Yetkililerin ve Ahmedinejad’ın konuşmaları ve dünyanın birçok ülkesinden gelen tebliğcilerin açıklamalarında söylenenler, birbirini tamamlıyordu. Humeynî’nin hayat felsefesi, yabancılar tarafından anlatılıyordu.

Adalet duygusuna vurgu yaptılar. Yalnız İran için değil, cihanşümul bir adaletten söz ediliyordu. İslâmî uyanışın düşünmeyle olacağını söylüyorlardı. İslâm ülkelerinin uyanışı, dünyanın kurtuluşuna vesile olacaktır. Geri kalmış ülkelerin kaderi, geri kalmışlık olmamalı. «Medenîyim» diyen ülkeler, geri kalmış ülkelerin kaynaklarını kullanmakla medenî olduklarını iddia ediyorlar. Oysa onların kaynaklarından ellerini çektikleri zaman, o ülkeler de geri kalmışlıktan kurtulacaklardır. Halkın adalete olan güveniyle fertler, fertlerin uyanışıyla ülkeler uyanacaktır. İnancını yaşayan idarecilerle, uyanış başarılı olacaktır. Ahmedinejad ve Humeynî’nin batıyı iyi tanıdıklarını yapılan konuşmalardan anlıyoruz.

Ahmedinejad, Sultanahmet Camii’nde namaz kıldıktan sonra, bütün yolların trafiğe kapalı olduğunu görünce;

“Ben, ülkemde böyle yapmam!” dediğinde dikkatimi çekmişti. Arabasının 20 yıllık olduğunu, evinin çok sade olduğunu anlatıyorlar. Anma törenlerinden dönerken, yürüdüğümüz yolda, Ahmedinejad’ın kardeşiyle beraberdik. Onun da kıyafeti orta hâlli bir halkın kıyafetinden farklı değildi.

Humeynî’nin yaşadığı eve gittik. Tahran’ın bir kenar mahallesinde iki odalı bir köy evine benziyordu. Evinin yolunu bile yaptırmamış, en yaşlı yıllarında o yollardan gidip gelmiş.

İran’da türbeler çok ihtişamlı, geniş araziler üzerinde kurulmuş. Dış mekân çinilerle kaplı, iç mekân pırıl pırıl sütunlar, avizeler… Türbelerin ve camilerin içinde anma programı olduğu için Humeynî’nin resimleri yer alıyor.

Tahran’da Humeynî’nin, Meşhed şehrinde Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in torunlarından İmam Rızâ’nın, Kum şehrinde Hazret-i Mâsûme’nin türbelerini ziyaret ettik.

Kum şehrinde Necefi Merâşî’nin kütüphânesi görülmeye değerdi. Merâşî, hayatı boyunca 37 bin el yazması eseri toplamıştı. Zengin olmadığından, gördüğü kitapları alabilmek için bazen tarlalarda çalışmış, bazen başkalarının yerine tuttuğu oruçtan aldığı meblâğları kitaplara yatırmıştır. Öğle yemeği yemez, biriktirdiklerini yine kitaba yatırırmış. Bazen de elbiselerini satarmış. Dünyada var olan Şiî dünyasının ilk kütüphânesidir. Böyle olmasına rağmen diğer dinlerle ilgili kitapları da almıştır. Kütüphâne yetkililileri, bu mertebeye varışını anlatırken, bunu; tevekkül, imamlara teveccüh ve anne-baba rızâsı almak olarak açıklıyorlar.

Tahran Üniversitesi bahçesinde Cuma namazı kıldık. Şehidliği ziyaret ettik. Bu seyahat için yakınlarım endişeliydi:

“Nasıl cesaret edip gidiyorsun?” demişlerdi.

Çünkü Türk medyası, yasaklarla yaşanan daha doğrusu yaşanmayacak bir İran’dan bahsediyorlardı. Çarşaflı olmayanların adım atamayacakları bir ülkeden bahsediyorlardı.

Biz, Türkiye’deki kıyafetlerimizle gitmiştik. Halkın bir kısmı çarşaflı, bir kısmı başörtülüydü. İranlı genç kızların bir kısmının başlarını kapatan örtü yarımdı ve saçlarının yarısı ortadaydı. Bir kısmının el ve ayak tırnakları ojeliydi.

Gece saat 23:00’da Tahran caddelerinde hanım grupları olarak dolaşıp, alışveriş yapabiliyorduk. Sadece türbelerde paketler içinde temiz uzun örtüler veriliyordu ve onları örtmemiz mecburiydi. Ayakkabılarımızı numara alarak bırakıyor, çıkarken alıyorduk.

Hava sıcak olduğu için, gittiğimiz her yerde halka su dağıtıyorlar; törenler uzun sürecekse, paket içinde yiyecekler ikram ediyorlardı.

Tahran’daki otelimizde İran yemekleri ikram edilmedi. Alışık olmadığımız düşünülerek; ızgara et, balık ve safranlı pilâv ile bol salata ikram ettiler. Yemeklerde bizim lüks otellerimizdeki abartı yoktu. Tatlı geleneği yok. Yemeğin üstüne meyve ikram ediliyor.

Otele hangi saatte dönersek dönelim, o saatte ızgara yapılarak ikramlar devam ediyor. İranlıların misafire çok değer verdiklerini her yerde hissediyorsunuz. Gidiş ve dönüşümüzde uçakta yapılan ikramlar da özenle hazırlanmıştı.

Van’a giderken ilk defa bindiğim bir özel şirketin, suyu bile ücretle vermesi beni çok incitmişti. Türk misafirperverliğine uymayan böyle bir davranışı unutamadım. Mecbur kalıp bindiğim zaman yanıma bir şişe su alarak tepkimi vermeye çalışmıştım.

Gezmek, yalnız vakit geçirmek olmamalı. Görülen her yerle kendi ülkemiz mukayese edilmeli, yeni düşünceler ve projeler oluşturulmalıdır. Grubumuzdaki hanımların çoğu, İngilizceyi anlayacak kadar biliyor, fakat konuşamıyordu. Hemen hemen hepimiz fakülte mezunuyduk. Genç bir İngiliz hanım;

“Türk kadınları neden dil bilmiyorlar?” diye sorduğunda utanmıştık.

Orta öğretimde ve üniversitede uygulanan metodların değişmesi gerekiyor. Dili iyi öğretmek için yurtdışından öğretmen getirtmeye gerek yok, yeni metodlarla öğretmenlerimizi yetiştirmemiz gerekiyor.

Bizi Diyarbakır’a, Van’a, İran’a gitme konusunda korkutan medya da değişmeli diyorum.

Diyarbakır ve Van’a gitmeden önce oralarda her gün bombaların patladığını, halkın evlere kapandığını düşünüyordum. Korku şehirleri inşa etmişlerdi.

Gittiğim zaman öyle olmadığını gördüm. Olaylar zaman zaman bazı bölgelerde oluyor, medya bize tam tersini yansıtıyordu. İran da aynı şanssızlığa kurban edilmişti.

Ne diyelim; Allah insaf versin!..