EY YOLCU UYAN! YOLCULUK NEREYE?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

“Kıyâmet gününde nereye gitmek istiyorsanız; hazırlığınızı ona göre yapın!” (Ömer bin Abdülaziz)

EY YOLCU UYAN! YOLCULUK NEREYE?

Ezelden yola çıkan insanoğlu, bir ebediyet yolcusu.

Cennetten ayrı düştüğü günden beri yollarda. Kimi âvâre, kimi bîgâne, kimi pervâne, kimi yanık, kimi uyanık.

Kaç milyon senedir yollarda.

Geri dönüşün vuslat vizesi de, dünya köprüsü.

O köprü, bir sırat.

Ateş üstünden bâğ-ı cennete geçit.

Yer yer daracık, incecik, kılıçtan keskin.

Bu bakımdan;

Üzerindeki yolcuların her an uyanık ve dikkatli olması şart. Yoksa bir anlık uyku ve gaflet, ebedî bir felâket.

Yani;

Uyku ve gaflet; o köprüde, o sıratta en tehlikeli ayak bağı. En sinsi çelme. İstirahat ihtiyacını âfete dönüştüren en acımasız istismar.

Bunu fark eden yürekler, hayatın her mevzuunda, telâşında, derdinde, imtihanında yol arkadaşlarına tarih boyu avaz avaz şöyle haykırmış:

Ey yolcu uyan!

İşte bu haykırış;

Her türlü tarihî sıkıntıların, mücadelelerin ve felâketlerin ardarda yaşandığı bir devrin insanı olan M. Âkif’te bugünleri de kuşatıcı bir sadâ hâlinde:

Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk’ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele…
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Dehşet-i mâzîyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdâdına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evlâdına?

Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh?
Beklediğin subh-i kıyâmet midir?
Gün batıyor, sen arıyorsun sabah!

Gözleri mâzîye bakan milletin,
Ömrü temâdîsi olur nekbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,
Görmeye, lâkin daha yok niyyetin!

Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,
Kalmıyacak çekmediğin mel’anet.

Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de: Muhîtindeki zulmetleri yak, yık!
Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi,
Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
Ey cemâat, yeter Allâh için olsun, uyanın…
Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!

Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!

Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den,
Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o musîbetten acı?
Sizden elbette olur rûh-i Nebî dâvâcı
Ey cemâat, uyanın! Yoksa, hemen gün batacak;
Uyanın! Korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak!
Ne vapurlarla trenler sizi bîdâr etti!
Ne de toplar bu derin uykuya bir kâr etti!
Sizi kim kaldıracak, sûru mu İsrâfîl’in?

Eyvâh! Beş-on kâfirin îmânına kandık;
Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!

Cemâat, elverir artık, bu uykudan uyanın,
Hudâ rızâsı için, dünkü hâdisâtı anın!
Kımıldamaz, yine gelmezsek intibâha bugün,
İkinci uyku ne dehşetli bir ölüm, düşünün!
Ölüm kolay… Diyebilsek sonunda: «Kurtulduk!»
Bu intihâr, öteden, üç yüz elli milyonluk,
Zavallı âlem-i İslâm için elîm olacak!
Biz olmasak bu kadar hânüman yetîm olacak!
Gıcırdamakla berâber serîr-i şevketimiz,
Bu dîni kurtaran ancak bizim hükûmetimiz.

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vâha!

Uyanmak.

Vaktinde uyanmak. Hayatın özü, aslı, esası. Canlılığı ve mânâsı.

Çünkü uykuda;

Bütün akıllar, bütün fikirler, bütün endişeler, bütün ruhlar, bütün kederler ve canlılıklar, insanı terk eder. Yarı ölü bir vaziyet. Faaliyetsiz ve iptal.

Ey yolcu;

Nereye gittiğini bilmeyen, gaflet uykusundaki insan da, gündüz bile böyle. Hak ve hakikate karşı cansız. Mes’ûliyetleri karşısında duyarsız. Dünyadaki ıstıraplara, yetimlere, mazlumlara karşı hissiz ve ruhsuz. Kulluk vazifeleri itibarıyla da yarı ölü. Hayat imtihanında başarı bakımından hep zayıf. Şuur ve idrak açısından ise tamamen iptal.

Ey yolcu;

Şuur ve idrak, akıl ve fikir, duygu ve düşünce, ruh ve hayat, uyku sebebiyle ayrılmış olduğu insana, ancak o uyandığı zaman geri gelir. İnsan, uyku sebebiyle kaybettiklerini ancak uyanış vesilesiyle tekrar kazanır. Bu uyku, ister fizikî uyku olsun, ister mânevî. İster gaflet uykusu, ister ihmalkârlık uykusu, ister tembellik uykusu. Her uyku, bin bir özelliği iptal edici. Her uyanıklık da geri kazandırıcı.

Bu sebeple;

Uyanmak, son derece geniş muhtevâlı ve mühim.

Öyleyse;

Kaptan! Uyan; batan gemiden duy nidâları,
Artık onun limânı, ha olmuş, ha olmamış!..

Uyan, uyan be akılsız, uyan vakit varken,
Başında kor tütecek kükreyen kıyâmetten!

Uyan da bir sürü mânâyı etme mânâsız!

Açık mı, gizli mi, âyetlerin murâdı ne, çöz,
Çözer uyandığı nisbette nûr-i hikmeti göz.

Solarak anlayacak nûra gönülsüz bürünen,
Ölmeden önce de zâhirdi ölürken görünen…

Can verirken şakımaz tende gönül bülbülümüz,
Kanadın varken uyan, ey gece-gündüz sürünen!…

Uyan da nûr-i Muhammed’de nûra ermeye bak,
Sahâbiler gibi göz göz Rasûl’ü görmeye bak!

Ey yolcu uyan, tâ sona binlerce sefer var,
Bir lâhzaya bin asrı vuran mühre zafer var! (Seyrî)

Uyanmak.

Her yönüyle uykudan hayırlı.

Lâkin;

Nice haykırışlara ve yüce gerçeklere rağmen, uyanma ânında;

İnsanın içinde bir ses; «–Şimdi, hemen.» derken, bir başka ses de, ısrarla;

“–Sonra, azıcık daha sonra…” diye tutturur.

Bu sonracı ses, her uyanış ve kalkış gerektiğinde derhâl türlü diller döker, ağlayarak yalvarır:

“–Hiç olmazsa birkaç saniye sonra!”

“–Bak yorgunsun, beş dakika sonra kalksan ne çıkar!”

“–İşte bak, bu beş dakika ne kadar iyi geldi, bir saatçik daha ayırsan ne güzel olur!”

“–Oldu olacak üç-beş saat daha ilâve et de, iyice toparlan!”

“–Helâl olsun, değdi değil mi, değdi değdi!”

Ama az sonra;

Bu memnuniyet, eyvahların ortasına düşer ve pişmanlık alevleri can yakmaya başlar.

Çünkü;

“Az sonra” diye diye vakitler uykuda geçerken elden kaçan nimetlerin ve vazifelerin hazin neticeleri memnuniyet yolunu tıkamıştır.

“Azıcık daha sonra” derken, neler ihmal edilmiştir neler! Yapılacak işler aksamış, verilen sözler uçmuş, namazlar unutulmuş, eldeki zaman boşu boşuna öldürülmüştür. Geriye sadece eyvahlı ve azaplı bir memnuniyetin lâfı ve lâkırdısı kalmıştır. Sahte huzurun gülleri, gerçek acının küllerine dönüşmüştür.

Böyle olduğu hâlde;

Bu senaryo, nedense hiç gündemini kaybetmez. Acı neticelerine rağmen âdeta gişe rekorları hep onda.

Nasılsa uyku bir ihtiyaç.

Onu istismar ile gaflet çok kolay.

Zaten uyku ânı;

İnsanın aldanmaya en müsait olduğu an. O anda en akıllı adam bile aklı uçmuş bir âciz. Akılsızlığın her çeşidini sergileyen bir iradesiz.

Yoksa;

Bir şoför, direksiyon başında uykuya râzı olur mu? Elbette olmaz!

Ama;

Gaflet denen tuzak, gözlere öyle bir çöküyor ki! En küçük fısıltı bile çok ikna edici oluyor:

–Biraz yum gözlerini!

–Asla! Yoldayım, trafik var, viraj var. Perişan olurum.

–Doğru, fakat hiç olmazsa azıcık kapatıp aç. Senin ihtiyacın bu. Hem dinleniver, hem direksiyon salla. Yapabilirsin. Çünkü istisnâ özelliklere sahipsin.

–Yahu herkes istisnâ. Görmüyor musun bu yüzden her gün nice kazalar ve ölümler yaşanıyor!

–Bu da doğru. Ancak şu vaziyette çatlayıp gideceksin. Çaren yok. Fazla değil, sadece iki-üç saniye gözlerini kapatıp açsan kâfî. İki saniyeden ne çıkar arkadaş!

–Galiba sen de doğru söylüyorsun! İki saniye hiçbir şeye engel değil. Evet sadece iki saniye. Buna ihtiyacım çok.

–Tabiî canım. Sadece iki saniye. Yeter de artar bile.

İş bu noktaya gelince;

Zavallı şoför, gözünü bir yumuyor, pir yumuyor. Uyandığında ise gözü, çoğu kere uyuduğu yerden başka yerde açılmış oluyor. Ya bir enkaz içinde, ya bir hastahânede, ya bir mezarda. Fakat her hâlükârda pişmanlık ve nedâmet içinde.

Onun;

Toparlanmak için fazladan daldığı iki saniye, bazen iki senesine mal oluyor, bazen iki dünyasına. Hele yollarda direksiyon başında bir saniye bile daldığı an, bin bir feryat kopuyor. Hem kendini, hem de çevresindeki nice masumları helâke sürüklüyor; peşinde acı acı çığlıklar bırakıyor.

Hiç şüphesiz;

Yollarda kısa ihtiyaç molasına tamam. Ama direksiyon başında en küçük bir gaflete ve uykuya ise, asla!

Uyku bir ihtiyaçken hep uyanık kalabilmek nasıl mümkün?

Bunun bir tek yolu var:

Nereye gittiğini bilmek, unutmamak ve ulaşmak iştiyakı içinde yanmak.

Herkes yolcu değil mi?

Yolcu.

Herkes yolcu.

Öyleyse bilmeli ki;

Her yolcunun ilk vazifesi, «Nereye?» suâli.

Bunu sormadan atılan bütün adımlar, boşuna. Bütün gayretler nafile. Bütün yolculuklar çıkmaz sokak, acı acı girdaplar.

«Nereye?» suâlinin doğru cevabıyla yol alan bir karınca bile, menzil-i maksuddan bîhaber olarak ters yöne füze gibi koşturan tazılardan daha çok yol alır. Karınca hedefe varır da, serî tazılar hâlâ sağda solda savrulur durur.

Bu bakımdan;

En kısa yolculukta bile önce; «Nereye?» suâlinin doğru cevabını oluşturmalı. Yaptığımız işlerde de, gayretlerde de, öğretimde de, eğitimde de.

Unutmamalı ki;

Hadd-i zâtında bir şeyi bir yerden bir yere ulaştırmanın her şekli, bir yolculuktur. Cahillikten bilgili hâle ulaştırmak da, en mühim yolculuk.

Bu çerçevede mutlaka sormalı:

İlimde nereye?

Îmanda nereye?

Ahlâkta nereye?

Edepte nereye?

İnsanlıkta nereye?

Şahsiyette nereye?

Adamlıkta nereye?

Doğrulukta nereye?

İstikamette nereye?

Arzu ve isteklerde nereye?

Bugün nereye?

Yarın nereye?

İstikbalde nereye?

Dünyada nereye?

Âhirette nereye?

Şayet bu sualler sorulmadan ve de doğru cevaplanmadan hareket edilirse, mevzubahis konularda ne kadar yüksek gayretler ve çalışmalar yapılsa da âkıbet hüsran olur.

Çünkü;

Nereye olduğu belirsiz ve yanlış olan bir ilim yolu, ancak bilgi ekseninde kaliteli cahil üretir. Nereyesiz îman yolu da, hurafeci, sapkın ve bozuk inanışların balçığına saplanır. Nereyesiz ahlâk, insanlıktan çıkarır. Nereyesiz edep, iffet ve hayâyı öldürür. Nereyesiz insanlık, nefsâniyet ve hayvâniyet çılgınlığı içinde helâk olur. Nereyesiz şahsiyet; münafıklık, kaypaklık ve mayasızlıktan başka bir netice vermez. Nereyesiz adamlık, omurgası ve ruhu çürümüş bir yapı üretir. Nereyesiz doğruluk, en acı yalandan ve sahtekârlıktan beter bir hâle düşer. Nereyesiz istikamet, gerçek gaye ve hedefin en zıddına yuvarlanır. Nereyesiz arzu ve istekler; aslanları farelerin esiri eder, maddeten ve mânen hazinedarları da dilencilerin zebûnu yapar. Nereyesiz bugün, hakikat şafağını kaybettirir ve hayatı öldüren zifirî bir karanlığın içinde batar. Nereyesiz yarın, meçhul adımlarla malûm bir azâbın tam ortasına sürükler. Nereyesiz istikbal, sadece felâket ve nedamettir. Nereyesiz dünya, acı bir aldanıştır. Hazin bir âkıbettir. Nereyesiz âhiret ise, ebedî bir hüsrandan, ebedî bir feryattan, ebedî bir pişmanlıktan ve ebedî bir ziyandan başka bir şey değildir.

Tekrar düşünelim;

Nereye?

Ey yolcu;

Nereye sualleri, doğru cevaplarla idrak edildiğinde; insan, ilimde ârif olur. Îmanda kâmil olur. Ahlâk ve edepte melekleşir. İnsanlıkta peygamberlerin, sıddîkların, sâlihlerin, şehidlerin yanında ve onlara ayna olur. Şahsiyette, âbide olur. Adamlıkta müstesnâ olur. Doğrulukta emsalsiz olur. İstikamette dosdoğru olur. Arzu ve isteklerinde fedâkâr ve mâneviyatçı olur. Bugününde güneş gibi, yarınında sonsuzluk kandili olur. İstikbalde ebedî mükâfata nâil olur. Dünyada cennet hayatı yaşar. Âhirette cennete ve «cemâlullâh»a kavuşur.

O hâlde her zaman soralım:

Nereye?

Altını çizelim:

İnsan; «Nereye?» suâlinin cevabını vermediği yolculuklarda devekuşuna benzer. Kafasını bir felsefeye, bir hevese, bir takıntıya, bir nefsâniyete, bir gaflete gömer, hem öyle gömer ki, ne düşeceği uçurumu görür, ne başına biriken iblisleri hisseder, ne de lâfları cilâlı, işleri belâlı avcıları fark eder.

Bu hakikat ışığında ayrıca;

Nereye gittiğini bilmekten öte görmek de şart. Çünkü görmeyenin bilgisi hiçbir işe yaramaz. Meselâ cenneti görmeyen kimsenin bilgisi, o yoldaki çilelere katlanmaya yetmez. Yani cenneti görmeyen, en azından görmüşçe idrak etmeyen insan; asla o yoldaki alev gibi yakıcı sıkıntılara ve iptilâlara sabır gösteremez. Sıratın incecik yoluna kapkalın gözlerle bakarak kendini cehennem alevlerinin ortasına salıverir. Kopunca cennet bağı, olur cehennem yağı…

Onun için;

Her yolculukta, bilhassa ebediyet yolculuğunda «nereye» ifadesinin cevabını sadece bilmek değil, özellikle görmek de gerek. Görenler, erenlerdir. Görmeyenler ise; bilgi küpü de olsalar, gaflet ve uyku içinde harap.

Zira uyuyan bir kalp;

Baksa da görmez. Duysa da işitmez. Bilse de anlamaz. Fark etse de hissetmez. Gökten gelen en gür seslere de sağırdır. Hayata ve ölüme de, dünyaya ve âhirete de âmâdır.

Gafillerdeki aşırı bîhaberlik hep bu yüzden. Bîgânelikler de hep yüzden. İhmal, tembellik, keyfîlik, alâkasızlık, bana necilik vesaire hep bu yüzden.

Uçuruma gideni kurtarmak yerine alkışlamak da hep bu yüzden. Sıhhat yerine mikroplara bravo çekmek de bu yüzden. Kötülüğe maharet imkânı tanımak ve üstelik takdir etmek de bu yüzden. Sırattan ateşe yuvarlanan evlâdı alkışlayıcı hain prensipler de bu yüzden.

Nerde dünyâyı yuyan?
Yok mu feryâdı duyan?
Ey beşer, yol bitiyor,
Ölmeden önce uyan! (Seyrî)

Uyku, ölümün kardeşi.

Ölen kimsenin hâli nasılsa uyuyan kimsenin de öyle.

Uyku, gafletin en rahat cirit attığı tehlike. Şeytanın büyük tuzağı.

Uyku, bir tarafıyla nimet, fakat bir tarafıyla da acı bir âfet. Hak’tan ve hakikatten gaflet.

Bu sebeple;

Gafil insan hariç, varlıkların hiçbiri uyku hâlinde bile uyumazlar. Daima Hakk’ı hamd ile tesbîh ederler.

İnsanoğlu bu gerçeği anladığı zaman yüce, anlamadığı zaman cüce. Kendini mes’ûliyetinden istisnâ ettiği an, artık müstesnâ değil.

Ey yolcu;

Hazret-i Mevlânâ, bizlere ne kadar açık ifadelerle bak nasıl sesleniyor:

“Kıyâmet gününü inkâr etmiyorsan, o dostun kapısına böyle eli boş olarak nasıl ayak atıyorsun?

Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da Hak’la buluşacağın zaman için bir armağan hazırla…

Ey Hak âşığı; geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol.

Ana rahmindeki çocuk gibi azıcık oyna, kımılda da; sana, nur gören duygular bağışlasınlar…”

Ey yolcu;

Yollarda, akıl ve gönlündeki tefekkür, şükür ve gayret güneşinin batmamasına dikkat gerek. Çünkü tefekkür güneşinin batması uyanıklığı öldürür. Şükür güneşinin batması, nankörlük uykusuna boğar. Gayret güneşinin batması, kalbî hayatın ölüm uykusudur.

Yine Mevlânâ’ya kulak ve gönül verelim:

“Sen ilâhî hikmetleri, ilâhî hakikatleri tekrar tekrar işitsen ve okusan; gönlün uyanık değilse, sen ehil değilsen o hikmetler, o hakikatler senden uzak durur.

Sen o hikmetleri yazıp bellesen de, ona buna söylesen de, anlasan da…

Ey inatçı kişi! O hikmetler senden yüz çevirir, yüzünü senden gizler, senden kaçar.

Sen okumasan da, senin yanıp yakıldığını, yani sende kabiliyet bulunduğunu görürse, ilâhî hikmetler; eline konmaya alışmış bir kuş gibi senin yanına gelir, sana yaklaşır, senin olur.

Bir köylü evinde, tâvus kuşunun durmadığı gibi; ilâhî hikmet de, anlayışlı olmayan ham bir kişinin yanında durmaz.

Kendine gel ey yolcu! Kendine gel!

Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere…

Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, Hak katında değerli olacak işler yap…

Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…

Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da, fitilini düzelt, çabucak yağını koy; yani hayırlı ameller işleyerek son günlerini hizmet ve ibâdetle geçir, gönül kandilini uyandır.

Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfar ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik günleri büsbütün geçmesin.

Öğüdümü dinle, beden güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkor. Hak yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; rûhânî zevkleri, mânevî heyecanları ara.

Nimet insana, gaflet verir. Şükretmek ise uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da, şükür tuzağı ile nimet avla.

Dedikodulardan, mânâsız sözlerden dilini tut. Paran varsa, onları yoksullara vermek için avucunu aç. Beden hasisliğinden vazgeç, cömertliği ortaya koy.

Şehvetleri, nefsin istediği ve zevkli bulduğu şeyleri terk etmek de bir çeşit cömertliktir. Şehvete yakasını kaptıran, şehvete dalan kimse bir daha kurtulamaz.

Cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Böyle bir dalı elden kaçırana yazıklar olsun.

Nefsin isteklerini terk etmek, sapasağlam bir kulptur. Bu kulp rûhu göklere çeker çıkarır.

Ey doğru yolda olan kişi! Cömertlik dalı, seni yücelere çeke çeke aslına götürür.

Ey Hak âşığı! Sen güzellik Yûsuf’usun. Bu dünya da bir kuyu gibidir. Allâh’ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan çıkaracak, kurtaracak iptir.

Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yûsuf! İp uzandı, onu iki elinle sıkıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu.

Allâh’a hamd olsun ki; bu ipi sarkıttılar. Fazlı, keremi, rahmet ve mağfireti birlikte ihsan ettiler.

Bu ipe yapış da, yeni bir can âlemi gör. O âlem de kirlenmemiş, fesâda uğramamış ruhlar âlemidir. O âlem, ehline apaçık; ehli olmayana da gizlidir.

Bu yokluk âlemi, yani evveli ve sonu yok olan bu dünya; var gibi görünmekte. Gerçekten de var olan, sonsuz olan öbür âlem ise yok gibi görünmekte, gizli bulunmaktadır.

Unutma ki;

Şu dünyada baş gözü açık, fakat gönül gözü uykuda nice kişiler vardır.

Ama;

Gönlü uyanık olan kişi, baş gözünü kapasa bile ona yüzlerce basîret gözü açılır.

Eğer sen gönül ehli değilsen, uyanık ol, daima uyanık bulun da, Allah’tan gönül iste; bunun için çalış, çabala!

Eğer gönlün uyanık ise korkma! Baş gözü ile uyumaya bak, bir hoşça uyu! Artık senin gözünün önünden ne yedi kat kaybolur, ne de altı yön!

Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki: «Benim gözlerim uyur, ama gönlüm hiç uykuya dalmaz!»

Gönül gözü açık olduğu hâlde uyuyanlara canım fedâ olsun!

Ey mânâ eri!

Gönül uyanıklığını anlatsak, binlerce Mesnevî’ye sığmaz!”

Gönlü uyananların ilk alâmetleri ne?

Şu gerçeği görmek:

Dünyada garip bir yolcuyuz.

Nereye?

Allah’tan yine Allâh’a.

Ezelden ebede.

Cennetten ayrıldık, inşâallah yine cennete. Aksi hâlde cehennem ağzını açmış, yalaz yalaz.

İki yönlü bir yolcuğun içindeyiz, merkezindeyiz.

Bu itibarla yolculuklarımız, «hicret» vasfında olmalı.

Çünkü hicret özelliği içerisinde olmayan bir yolculukta, ulaşmak mümkün değil. Çünkü, ancak hicret vasfında olan yolculuklar, aşk ve iştiyak özelliğine sahip. Menzil-i maksûda ulaştırıcı. Yoksa zoraki bir gidişat, insan için perişanlık ve hüsran.

Gerçek hicret nedir?

En doğru yere en doğru şekilde candan yolculuk. Her şeyi geride bırakarak vuslata koşuş.

Her yönüyle;

İstekli bir yolculuk. Neticeyi gözlerin seyretmesiyle gönüllerin aşk ile arzu ettiği bir yolculuk. Bütün sıkıntıları, zahmetleri sadece rahmet hâlinde telâkki ve tecellî ile dolu olan bir yolculuk.

Peki;

Nereye?

Fânîden bâkîye. Günahtan sevaba. Yaratılandan Yaratıcı’ya. Kesretten vahdete. Dünyadan âhirete. Azaptan rahmete.

Özellikle;

Mânen ve kalben Hazret-i Peygamber’e.

Çünkü Hazret-i Peygamber’e hicret etmeyen kimse, içinde yığıla yığıla birikmiş milyonlarca insan profili arasından sıyrılıp da doğru bir şahsiyet oluşturamaz. Doğru bir yolculuk yapamaz. Yolculuğu hayırla noktalanmaz.

Bunu çok iyi idrak eden sahâbe-i kiram, gönüllerinde Hazret-i Peygamber’e samimiyetle hicret ettiği için eski hâllerinden olduğu gibi kurtuldu, hem de tamamen kurtuldu ve her biri rûhen birer muhteşem yıldız misali yeniden doğdu. Pırıl pırıl, tertemiz, müstesnâ, âbide.

Onlar;

Her ahvalde Hazret-i Peygamber’in îmânına hicret ettiler, gerçek mü’minler oldular. O’nun ahlâkına hicret ettiler, iffet ve edep güneşi oldular. O’nun şahsiyetine hicret ettiler, yeryüzünün en karakterli kimseleri oldular. O’nun cesaretine hicret ettiler, bütün devirlerin kahramanlık timsâli hâline geldiler. Her hâlükârda O’nun yanına hicret ettiler, O’na vâsıl oldular, Allâh’a kavuştular.

Çünkü onlar;

“Yolculuk nereye?” suâlini gerçekten idrak ettiler ve en doğru şekilde cevaplandırdılar.

Anladılar, yaşadılar.

Anlattılar:

Yolculuk, ancak dosdoğru yolda. Keçi yolunda, şeytan yolunda değil. Yolculuk, ancak Allâh’a ve Rasûlullâh’a.

Gerçek yolcu da, yol hazırlığı tam olan kimse. Yol hazırlığı, âhiret azığı… Sonuna kadar yetecek bir tedârik ile…

Çünkü yollar uzun. Tehlikelerle dolu. Tedbir şart. Uyanık olmak, her şeyden fazla şart.

Ayrıca bu yolculuk, yalnız yapılacak bir iş değil. Mutlaka yol arkadaşı lâzım. Maksûda ulaşmaya mutlaka rehber gerek. Bir gün yolun en keskin virajında, herkesin terk ettiği anda yanından ayrılmayacak sadık dostlar gerek.

En birinci dost, Allah. Sonra Hazret-i Peygamber, sonra sâlih kullar ve sâlih ameller. Bunların dışında ecel virajında insanı terk etmeyen bir dost var mı? Kişinin anası-babası da, en sevdikleri de mezar içinde onu yalnız bırakmıyor mu?

Bu yolculuk nereye?

Ey yolcu uyan!