MESNEVÎ’DEN BİR HİKÂYE

Yard. Doç. Dr. Yakup ŞAFAK yakupsafak@hotmail.com

«GİZLİ LÜTUF SAHİBİ, NÛRU NÂR GÖSTERİR»

Bu yazımızda Mesnevî’den, «Mısır’da define arayan Bağdatlı mîrasyedinin hikâyesi»ni nakledip Hazret-i Mevlânâ’nın eşsiz yorumlarından bir demet sunacağız. Bağdatlı bir zenginin şımarıp yoldan çıkışını, tekrar yoksulluğa düşüp çaresiz olarak Hakk’ın dergâhına başvurmasını konu edinen bir hikâyedir bu. Şöyle anlatıyor Hazret-i Mevlânâ:

Mal ve akara konmuş bir mîrasyedi vardı. Konduğu mîrasın hepsini yedi, çırçıplak kaldı. Mîras malının zaten vefâsı yoktur. Bırakan muradına ermez, üzerine konan da kıymetini bilmez. Çünkü kolay bulmuştur. Çok çalışıp çabalamamış, o kadar zahmete katlanmamıştır. (Nitekim) Allah, bu canı bedava -karşılıksız- verdiği için sen de onun kıymetini bilmiyorsun.

Adamın elindeki para gitti, kumaş gitti, evler de gitti. Yıkık yerlerdeki baykuş gibi kalakaldı. Dedi ki:

“Yâ Rabbî! Mal-mülk, ekmek, azık verdin, hepsi gitti. Ya lutfet, bir geçimlik ver yahut da ölümümü yolla.” Her şeyden ümidini yitirince;

“Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!..” demeye;

“Rabbim beni kurtar, bana yardım et!” diye (yalvarmaya) başladı.

Nice ihlâs sahibi kimse vardır ki ağlar, sızlar, duâ eder. Duâsındaki ihlâs dumanı da göğe kadar gider. Bunun üzerine melekler, Allâh’a sızlanmaya başlarlar:

“Ey her duâyı kabul eden, ey sığınılan Allah! Mü’min kulun yalvarmada. Onun Sen’den başka dayanağı yok. Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her (istek) sahibi, dileğini Sen’den diler.”

Cenâb-ı Hak buyurur ki:

“Bu, onu zelil etmek için değildir. Kendisine geç ihsanda bulunmam, onun faydasınadır. İhtiyacı onu gafletten ayılttı, Bana döndürdü; saçından tuttu, çeke çeke Ben’im tarafıma getirdi. Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır, gaflete gark olur gider. Gerçi; «Ey sığınılan, ey düşkünlere yardım eden Allah!» diye gönlü kırık, perişan bir hâlde ağlayıp sızlanmada ama, bırak ağlasın sızlasın. Bana onun sesi hoş gelmede… O; «Yâ Rabbî!» demesi, sırlarını söylemesi, hoşuma gidiyor.”

İşte mü’minlerin, iyiden, kötüden bir murada hemencecik nâil olamamaları, iyice bil ki bu yüzdendir. Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de ona yüzlerce baharla icâbet edilmedi?

(Adam) bir rüya gördü; gaipten bir ses ona dedi ki:

“Senin zenginliğe ulaşman Mısır’da olacak. Yürü, Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Duâlara icâbet eden Allah, (senin de) niyazını kabul etti. Falan yerde büyük bir define var. Onun ardına düşmen, Mısır’a kadar gitmen gerek.” Adam Bağdat’tan kalkıp tâ Mısır’a kadar gitti. Mısır’ı görünce umudu ve iştahı arttı. Oraya kadar gitti ama geçinecek hiçbir parası-pulu kalmamıştı. Halktan dilenmeye niyet etti.

Dedi ki:

“Geceleyin usul usul çıkarım; karanlıkta görülmem, o şekilde dilenirim.” Bu düşünceyle dışarı çıkıp mahallelere düştü; o tarafa, bu tarafa gidip gelmeye başladı. (Derken) ansızın onu sokakta, bir bekçi yakaladı. Açlıktan tâkati kesilmiş olan zavallıyı yumruklamaya, sopayla dövmeye başladı. (Meğer) o karanlık gecelerde halk, hırsızlardan çok zarar görmüş.

Halife;

“–Geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benim adamlarımdan, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp cezalandırın.” demişti. İşte bekçi, o adamı böyle bir zamanda yakalamış, ona adamakıllı sopa atmış, kendisini yara bere içinde (bırakmıştı).

O yoksul;

“–Vurma, doğruyu söyleyeceğim.” diye bar bar bağırmaya başladı.

Bekçi dedi ki:

“–Peki, (sana) mühlet verdim, söyle. Neden geceleyin sokağa çıktın? Sen buralı değilsin, yabancısın, belli… Doğru söyle, ne düzen peşindesin bakalım?”

(Adam);

“–Ben ne hırsızım ne zalim. Ben Mısır’ın yabancısıyım; Bağdatlıyım.” dedi. Rüyasını, o define işini söyledi; bekçi onun doğru söylediğine inandı. (Adamın) yemininden doğruluk kokusu aldı. Sözünden, içinin yandığı anlaşılıyordu.

Dedi ki;

“–Evet, sen ne hırsızsın, ne kötü bir adam! İyi bir adamsın ama, ahmağın (tekisin). Bir rüyaya inanmış, bir hayale kapılmış, şu kadar yolu aşıp buralara gelmişsin. Aklın yok mu senin? Ben, yıllardır hep Bağdat’ta bir define var; filân yerde, filân mahallede gömülüdür diye (rüyada) görüyorum…” der demez adam kendine geldi. Çünkü bekçi, kendisinin mahallesinden bahsediyordu. Bekçi sözüne devam etti:

“Git diyorlar, filânın evinde o define…” Adam büsbütün ayıldı. Çünkü o, kendisinin evini ve adını söylemekteydi. Bekçi diyordu ki:

“Ben defalarca bu rüyayı gördüm. Bağdat’ta böyle bir define var dediler de, o hayale kapılıp yerimden bile kıpırdamadım. Sense hiç usanmadan bir rüyaya aldanıp buralara kadar geliyorsun!”

Adam kendi kendine;

“Meğer define benim evimdeymiş! Nasıl orada bunca sefâleti çektim, ağlayıp sızladım? Definenin üzerinde yoksulluktan ölmüşüm meğer! Ne kadar da gaflet içindeymişim, ne kadar da basîretim bağlanmış!” dedi.

Bu müjdeyle (âdeta) kendinden geçti, derdini unuttu. İçinden yüz binlerce duâlar okudu. Allâh’a secdeler, rükûlar ederek, hamdlerde, şükürlerde bulunarak Mısır’dan Bağdat’a döndü. Bütün yolda, muradına böyle ters taraftan eriştiğine, maksadının böyle tuhaf bir tarzda gerçekleştiğine şaşıyor, kendinden geçmiş bir hâlde ilerliyordu.

Diyordu ki:

“(Yüce Allah) beni nereden ümitlendirdi, nereden mal-mülk verdi? Bu ne hikmetti ki murat kıblemi başka yerde sandım, yolumu yitirdim; koşa koşa yanlış bir yola düştüm. Her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum meğerse. Ama yine Allah; o yanlışlığı, keremiyle lütuf hâline getirdi, doğru yola erişmeme vesile kıldı. Nasibime ermek için bu sıkıntıya uğramam lâzımmış. Meğer âb-ı hayat, benim evimdeymiş. Yürü, ben yüce bir nimete nâil oldum. Kendimi müflis sanıyordum; körlüğüme rağmen (Hakk’ın kapısını çaldığım için) bu nimeti buldum.”

Nihayet evine geldi, defineyi buldu. İşi, Allâh’ın lütfuyle düzene girdi.

(Evet) Allah, sapıklığı îman yolu yapar; eğri gidişi, ihsan mahsulünü devşirme çağı kılar. O, hiçbir iyilik sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir günahkârın da ümitsiz kalmamasını sağlar. Bir kişi Hak’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu insan olsun, cin olsun onu kim görse çekinir. (Âriflerin) emniyeti, korkunun ta kendisinden meydana gelmiştir. Korkuda yüzlerce emniyet gizlidir. Allah, kendisine gizli lütuf sahibi denilsin diye zehir içine panzehir gizler. Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah, nâr (ateş) gösterir; hâlbuki o, nurdur. Yüce Yaratıcı’dan çekinen kişiye mükâfatta bulunmak, gizli ve olmayacak bir şey değildir. Dünyada bu çeşit nice aksi şeyler olur. Adam, onu zehir sanır, hâlbuki balın ta kendisidir. Nice ordular, ölümlerine kānî olurlar; hâlbuki aydınlıklara ererler, zafer elde ederler. (6/4206 vd.)

Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’nin başka yerlerinde de diyor ki:

“(Hak) yolda uğraş, çabala, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inâyete erişirsin. O inâyet de seni sırdaş eder. (1/1822-3)

Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara! (3/980)

Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi; himmetine, gayretine bak! Dudak kuruluğu suyu haber verir. Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak suya ulaşacağına delâlet eder. Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, engelleri kaldırır. Bu istek, dileklerinin anahtarıdır. Bu istek, senin ordundur, bayraklarının yardımcısıdır. Oğul; kimi, arayıcı görürsen ona dost ol, önünde baş indir! (3/1438 vd.)”

Evet kul, beşer olmasının tabiî bir sonucu olarak zaaflara da uğrasa, dertlere de düşse, yanlış yollara da sapsa her hâlükârda dergâh-ı ilâhîden yüz çevirmemeli, daima «korku ve ümit» arasında bulunarak hayat mücadelesine devam etmeli, insanoğlunun aslî misyonu olan Hakk’a ve hakikate doğru büyük yürüyüşten kopmamalıdır.

Böyle olursa Cenâb-ı Hak, olmazları oldurur; kulunu akla hayale gelmeyecek yerlerden rızıklandırır, esenliğe çıkarır; onu, sıradan biri iken saygıdeğer bir zât hâline getirir. Taklidi, tahkîke çevirir; nârını nur eyler. Yarım can alır, yerine yüz can verir. Akıl içinde akıl, can içinde can, sevinç içinde sevinç bahşeder. Yeter ki insanoğlu yol şuurunu kaybetmesin, büyük hedeften kopmasın, Yaratan’ıyla irtibatı kesmesin.