KUR’ÂN İLE…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Yûnus Dede’nin sohbetinden sonraki sabah, Orhan’a telefon geldi. Arayan Doktor Selim’di. Çok tatlı bir sesle dedi ki:

“–Orhan evlâdım! Bugün Yûnus Dede sohbetten sonra senden bahsetti. Yarın öğle vakti, seninle ve Nasipli Şevket’le görüşmek istiyor. Birlikte gelirsiniz.”

Orhan heyecanlandı:

“–Yûnus Dede bizimle özel görüşecek. Bize vakit ayıracak. Bu ne büyük müjde! Yarın tam öğle namazında oradayız.”

Bir yandan heyecanlanmış, bir yandan da meraklanmıştı. Acaba ne görüşecekti? Mevzu neydi? Hemen Nasipli Şevket’i aradı. O da aynı duygular içinde sevindi, coştu.

Ertesi gün öğle vakti Yûnus Dede ile birlikte öğle namazını edâ ettiler. Namaz sonrası Yûnus Dede’nin o rûhâniyet ve huzur dolu odasında, o gönül ikliminde oturdular. Başları önünde, pür edep idiler. Yûnus Dede söze başladı:

“–Hoş geldiniz delikanlılar! Uzun zamandır sohbetlerde sizlerin güzel hâli dikkatimi çekiyor. İkiniz de hüsrandan kurtulup hidâyet ve kurtuluşa adım attınız. Bu, büyük bir şükür vesilesi…

Ancak bu şükrü, fiilen de edâ etmek gerek. Üzerimize düşen mes’ûliyetlerimizi yerine getirerek yaşamak gerek.

Şüphe yok. Siz artık istikamet içindesiniz. Fakat varılacak olan yer; yani cennet, hazırlık gerektirir. Yol uzun. Yolda tehlikeler çok. Azığımız ve tedbirimiz güçlü olmalı.”

Orhan sordu:

“–Efendim, bunun için ne yapmamız gerek?”

Yûnus Dede, gönülleri güneş gibi saran o güzel tebessümüyle iki delikanlıya da nazar ettikten sonra sözlerine devam etti:

“–İşte ben de bunu söylemek için sizi buraya davet ettim.

Güzel evlâtlarım!

Görüyorum ki, epey bir zamandır sohbetlere muntazam devam ediyorsunuz. Dinlediklerinizi de samimiyetle yaşamaya çalışıyorsunuz. İkinizi de gönülden tebrik ederim.

Çok güzel.

Fakat sadece bu kâfî değil.

Bu güzel hâlinizi, bir de Kur’ân-ı Kerim eğitimi ile taçlandırmak lâzım. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

«Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenen ve öğretendir.» (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)

İnsanlığın en şerefli ve mübârek nesli olan ashâb-ı kiram, bu hadîs-i şerîfi düstur edindikleri ve ona göre yaşadıkları için o zirve makama ulaştılar.

Onlar;

Peygamber Efendimiz’in mânevî terbiyesinde Kur’ân ile yetiştiler. Kur’ân ile yüceldiler. Kur’ân ile zaferlere nâil oldular. Kur’ân ile yedi iklime rahmet esintileri oldular. Kur’ân ile kıtalara adâlet götürdüler. Kur’ân ile insanlığı karanlıklardan çıkarıp nûra ulaştırdılar.

Hâsılı;

Kur’ân ile hem dünyalarını hem âhiretlerini kazandılar.

Bu bakımdan onların bir ömür gaye ve gayretleri; dâimâ Kur’ân’a endeskli bir hayat oldu. Kur’ân’ı öğrenmek ve öğretmek, yaşamak ve yaşatmak oldu.

Çünkü onların önündeki Ebedî Rehber, canlı bir Kur’ân idi.

Sahâbe-i kiramdan Ebû Talha -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına vardığında, O’nun ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretmekte olduğunu gördü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbının en mühim meşguliyeti; Allâh’ın Kitâbı’nı anlamak ve öğrenmek, en büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Ebû Saîd el-Hudrî t şöyle der:

«Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbı, bir araya gelip oturduklarında; öncelikle Kur’ân-ı Kerim ile meşgul olur, onu okur ve mânâsında derinleşmeye çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya birinden bir sûre okumasını talep ederlerdi. (Daha sonra diğer ilmî ve fıkhî mevzûlara geçerlerdi.)» (Hâkim, Müstedrek, I, 172/322) (Bkz. Ebû Dâvûd, Ramazan, 9; Nesâî, Ezân, 8; Ahmed, III, 432)

İşte böyle gençler!

Sahâbe, böyle sahâbe oldu. Kur’ân ile sahâbe oldu. Kur’ân ile müstesnâ oldu. Kur’ân ile âbide oldu.

Onlar; gördüler, bildiler ve anladılar ki:

İnsanın en büyük ihtiyacı, mânevîdir ve onun özü de Kur’ân-ı Kerim’dir.

Bunun için;

Kur’ân-ı Kerîm’e olan ihtiyacımızı asla unutmamalıyız.

Bilmeliyiz ki;

Kur’ân ile dâimî bir ünsiyet içinde hemhâl olmamız; onun emir ve nehiyleri ile istikametlenmemize ve ahlâkı ile ahlâklanmamıza vesile olur. Aksi yönde hareket etmek, büyük bir hüsran sebebidir. Ebedî istikbâli, fânî lezzetler uğruna hebâ etmektir.

Kâinâtın en mükerrem varlığı olan insanların, nesillerini mânevî duygulardan ve Kur’ân nûrundan bigâne yetiştirmeleri, ne hazindir. Hüsran içinde hüsrandır.

O hüsrandan kurtuluşun yegâne yolu, yine Kur’ân-ı Kerim.

O ilâhî eksen etrafında;

İlmihâl bilgileri, siyer-i nebî ve hadîs-i şerifleri de bilhassa öğrenmek ve yaşamak îcâb eder. Çünkü bunlar da, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılıp yaşanabilmesi için en zarûrî bilgilerdir.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

«Biz Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte otururduk. Bazen altmış kişi olurduk. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize bazı hususlar anlatırdı. Sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkıp bazı ihtiyaçları için evine giderdi. Bu esnâda biz de kendi aramızda Efendimiz’in anlattığı hususları müzâkere ederdik. Biri bittiğinde diğer hadîs-i şerîfi müzâkere ederdik. O meclisten kalktığımızda Allah Rasûlü’nün sözleri sanki yere sağlamca dikilen bir ağaç gibi kalplerimize iyice yerleşip kök salmış olurdu.» (Ebû Yâlâ, Müsned, VIII, 123/4091; Heysemî, I, 161)

Sahâbe-i kirâmdan Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anhüma-, Abdullah bin Üneys’e bir tek hadis sormak için tam bir aylık yol yürümüştür. Bir seferinde Medine’den Şam’a, diğerinde de Mısır’a gitmiştir. (Bkz. Buhârî, İlim, 19; Hâkim, Mârifet, s. 8-9; İbn-i Abdi’l-Berr, İlim, s. 127)

İşte güzel evlâtlarım!

Sahâbenin hâli buydu. Kur’ân ve Sünnet ekseninde öğrenmek ve yaşamaktı.

Unutmamalı;

Bir insanın kendisine ve başkasına yapabileceği en büyük hizmet ve iyilik, ebedî istikbâli kazanma gayretidir.

Bu da;

Kur’ân iledir.

Kur’ân ahlâkı iledir.

Çünkü Kur’ân, muzdarip ruhlara, yorgun gönüllere şifâ ve tesellî bahşedici ilâhî hikmetler menbaıdır.

Yüce Rabbimiz, ilâhî kelâmını bütün insanlığa şöyle takdîm eder:

«Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifâ; mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.» (Yûnus, 57)

Kur’ân-ı Kerim;

Kıyâmete kadar bütün beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılayabilecek hakikat ve sırları muhtevî bulunmasıyla da, muhteşem bir rehber mâhiyetindedir.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyetini şöyle beyan buyurur:

«Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru yola iletir; sâlih amellerde bulunan mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfât olduğunu müjdeler.» (el-İsrâ, 9)

Kur’ân-ı Kerim, rehberliği kıyâmete kadar devam edecek olan ilâhî bir kitap olduğundan, onun gölgesi altındaki her mü’min de; ölümün ebediyyet kapısı aralanıncaya kadar Kur’ân’ın gösterdiği istikamette yaşamaya gayret etmek durumundadır.

Yani Kur’ân’ın rehberliğine sâdık kalmalı ve bu yüce emânet ile insanlığın hidâyet ve huzûruna vesile olarak gelecek nesilleri onunla îmar ve ihyâ etmeyi kendisine bir vazife bilmelidir.

Bunun için Kur’ân eğitimi en temel eğitimdir.

Kur’ân, rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa son mesaj ve son çağrıdır.

1400 seneden beri ilâhî eksende yazılmış olan sayısız eserler, bir kitabı ve bir insanı îzah edebilmek içindir.

Kur’ân muhabbeti, müstesnâ bir muhabbettir.

O eğitim ve muhabbeti tadan, Kur’ân ile yaşar, Kur’ân ile dirilir, Kur’ân ile ebedî rızâya kavuşur. Ne olursa olsun Kur’ân’ın güzelliğinden ayrılmaz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir seferden Medine’ye dönerken bir yerde konaklamıştı. Ashâbına dönerek;

«–Bu gece bizi kim bekleyecek?» diye sordu.

Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve ensardan Abbâd bin Bişr hemen;

«–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!» dediler.

Abbâd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ammâr’a;

«–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?» diye sordu.

Ammâr -radıyallâhu anh-;

«–Son kısmında beklemek isterim!» dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı.

Ok, Abbâd’a isabet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isabet ettirdi. Her defasında da Abbâd -radıyallâhu anh- ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak;

«–Kalk! Ben yaralandım!» dedi.

Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce;

«–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!.» dedi. Abbâd -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevabı verdi:

«–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkiyi kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.» (Bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; Beyhâkî, Delâil, III, 459; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397)

Hâsılı evlâtlarım!

O bahtiyar insanlar gibi yüce şereflere nâil olmak, ebedî mükâfatlar devşirmek, hepsinden mühimi Allâh’ın ve Peygamber’in râzı olduğu cennetlik bir gönül olabilmek için Kur’ân ile yoğrulmuş, Kur’ân ile yaşayan bir mü’min olmak gerek.”

Yûnus Dede, derin bir nefes aldı. Bir müddet sükût etti. Söylediklerinin Orhan ile Nasipli Şevket’in gönlünde köklenmesini bekledi.

Orhan, bu sohbetten o kadar haz almıştı ki; o mânevî atmosfer dağılmasın diye sormak istediği suâli bile dile getiremedi. Yûnus Dede, onun suâlini gözlerinden okudu:

“–Delikanlılar! Görüyorum ki; siz de sahâbenin gençleri gibi Kur’ân ile dolmaya, yoğrulmaya, yaşamaya iştiyaklısınız. Sizleri yönlendireceğim bir Kur’ân ikliminde güzel bir eğitime ne dersiniz?”

İki genç de aynı anda cevapladı:

“–Minnettar oluruz efendim…”

“–O hâlde Allah mübârek etsin. Aşk, sabır, gayret ve muvaffakıyet ihsân eylesin. Âhirzamanda bir asr-ı saâdet nesli eylesin!..”

Orhan ile Nasipli Şevket, Yûnus Dede’nin yanından çıktıklarında huzur ve sürur ile doluydular. Yaşadıkları o müstesnâ vaktin feyzini kaybetmemek için hiç konuşmadan yürüdüler…

Yürüdüler…

Kur’ân’a yürüdüler.

Sonra koşmaya başladılar.

Kur’ân’a koştular…

Hangi güzellikten ve yücelikten bahsetseler, o yücelik ve güzelliğin nasıl olduğuna dair artık ikisinin de tek cevabı vardı:

Kur’ân ile…