Aşkından Yollara Düştüm; EY YÂR!

Murat AKDAĞ

Çocukluk yıllarım, Anadolu’nun küçük ve şirin bir ilçesinde geçti. Evimiz tren istasyonuna çok yakındı. Kara trenler bacasından kara dumanlar çıkararak, ıslık çalarak gelir, bir müddet bekler, yolcularını alır ve devam ederlerdi. Çocuk kalbi ile bu kara trenlerin hangi dağları, nehirleri ve ovaları aşarak geldiklerini ve hangi bilinmez uzun yollarla gideceklerini hep merak ederdim. Benim için belki de hayatın ilk sırrıydı. Yaşımın ilerleyen yıllarında bu kara trenlerden daha çok, yolcularla ilgilenmeye başladım. Her ayrılığın insanoğlunun yüreğinde ve yüzündeki bıraktığı derin izleri okumaya çalıştım. Gidenler de kalanlar da ayrı ayrı hâlet-i rûhiyede olsalar da dudaklarından dökülen terennüm hep aynı oluyordu;

Ölüm Allâh’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Bu yolcular hangi bilinmez şehirlere, ülkelere ve diyarlara gideceklerdi? Gittikleri yerlerde yaşayacakları sevinçleri, karşılaşacaklarını dertleri, kederleri hep yüreğimde hissetmeye çalıştım. Âşık Veysel’in;

Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz, gece…

mısraları bu muammalı sefere işaret ediyordu sanki. Sonra masum Anadolu’nun saf ve temiz gönüllü insanlarının Almanya’ya gurbet yoluna gidişlerine şahit oldum:

Almanya treni kalkıyor gardan.
Gönül ister mi hiç ayrılmak yârdan.

diye başlayan gurbet türkülerinin yanık gönüllerle; kalanların da, gidenlerin de bir damla gözyaşını içlerine akıttıklarını derinden hissettim. Bu buruk ve gözyaşı ile uğurlamalardan sonra gelen ilk mektubun bir köşesine yine bir kara tren türküsü sıkıştırılırdı. Hasretle beklenen mektuplara onca keder, hasret ve gam yüklenirdi:

Gözüm yolda gönlüm darda,
Ya kendin gel ya da haber yolla…
Duyarım yazmışsın iki satır mektup,
Vermişsin trene hâlini unutup…

Kara tren gecikir belki hiç gelmez,
Dağlarda salınır da derdimi bilmez,
Dumanın savurur hâlimi görmez,
Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez…

Helâl rızık yolunda gurbet ellerde olan bu insanlarımızın çoğu, bu yollarda kendi mânevî değerlerini hiç kaybetmedi. Hatta millî ve dînî kimliğine bir o kadar daha sıkı sarıldı. Bu aylarda kısa süreli olsa da yuvaya dönüş yollarındalar. Yüzlerinde ve yüreklerinde bir tatlı sevinç ve heyecan. Bu sevinç dâim olsun. Aşkla gelsinler aşkla gitsinler. Yorgunluk yüreklerine değmesin.

***

Şu fânî âleme gelmiş her bir hayat yolcusunun, hayatın içinde bir yolu var. Bu yollara bazen helâl rızık için, bazen evlâtlarına daha iyi bir gelecek için çıkılır. Bu, maddî âlemlere çıkılan zâhirî bir yoldur.

Bir de mânevî âlemler ve yollar vardır. Mânevî âlemlere kanat açmak için ise çıkılan binlerce yol vardır. Allah dostları;

“Allâh’a ulaşan yollar mahlûkatın nefesi adedincedir.” diyerek bunu zarif bir şekilde ifade etmişler. Çoğu zaman bu yollar iç içedir ve zâhirde çıkılan bir yolculuk insanı mânevî âlemlerle buluşturuverir. Bazen mânevî yolculuğa çıkanlar için yeni yeni yollar ve kapılar açılır. Mâverâya ve ötesine bir yolculuk başlar.

Değerli dostum Mustafa TATÇI Bey anlatmıştı;

Tasavvufta seyahat, daha yakın zamanlara kadar seyr u sülûk sırasında uygulanan yöntemlerden birisiydi. Mânevî eğitimin bir unsuru olan bu seyahat için, «Selmân’a çıkmak» veya «devrâna çıkmak» tabirleri de kullanılmıştır.

Selmân, uzun zaman çalıştığı hâlde gönlü açılmayan dervişin mürşid emriyle bir müddet seyahate çıkmasıdır. Seyahate çıkan dervişler ellerinde umumiyetle tîğ veya teber olduğu hâlde gezerlerdi. Dilimizdeki; «Tîğ teber şâh-ı merdân!» deyimi bundan kinâye söylenmiştir.

Tîğ, mızrak; teber de bir tarafı keskin diğer tarafı tığa benzeyen bir âlettir. Dervişler bu âletleri ihtiyaç duydukları zaman, meselâ dağlık ve ormanlık araziden geçerlerken kullanırlardı. Dervişler, gittikleri yerlerde çarşıda ve pazarda su veya sebil dağıtır, cemiyete hizmet ederlerdi. Selmâna çıkmak, benliği terbiye etmek için mürşid emriyle yapılan bir uygulamadır.

Yûnus Emre’nin başından, böyle bir seyahat ve selmân tecrübesi geçmiştir. Nihayet selmân; sâlikin vahdeti idrak ettiği zaman, tamamlanması gereken bir seyahattir.

Bugün de maddî ve mânevî himmetleri ile dünyaya ışık saçan beş asırlık merhamet ve şefkat çınarı Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nden insanların gönlüne giden ince bir yol vardır. Bu yol menkıbesi herkes tarafından malûm olan Üsküdar-Sarayburnu arasındaki «Hüdâyî Yolu»ndan da öte günümüze ve tüm kıtalarda binlerce yüreğe ulaşan kutlu bir yoldur. O yolun güzelliği Hüdâyî Hazretleri’nin de tüm Hak dostları gibi hayatın merkezine Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat, merhamet ve muhabbeti yerleştirmesinden kaynaklanmaktadır.

«Hüdâyî Sultanımız»ın ve «merkez yüreği» misyonunu taşıma aşkı ve vecdi ile Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Orta Asya’dan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada sefere çıkan tüm Yûnus gönüllü yol ehlini yürekten selâmlıyor ve onlara meleklerin bile gıpta ile baktıklarına inanıyorum. Yûsuf -aleyhisselâm-’a kuyu, İsa -aleyhisselâm-’a çöl, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mağara nasıl ki bir okul olmuş ise gurbette, hizmette olan bu yüreklere de bu büyük coğrafya bir okul olacaktır.

Gönüller Sultanı Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin «Tarîkatnâme-i Hüdâyî» isimli eserinde şöyle buyurulur:

“Mürid rivâyet ve ahlâkı arındırmada gerekli ihtimamı göstermelidir. Yani nefsini kötü huylardan arındırıp ahlâk-ı hasene ile süslemeli. Yine, nefisle mücadele hâlinde olmalı.

Yine, kendi nefislerini sandık gibi sanırlar ve de kötü niyet ve zandan sakınıp hiç kimseye asla hakaretle bakmazlar.”

Buyurmuşlar ki:

“Bir kimse ki, kendi mertebesini tayin ve tespit etmeksizin; kendisini başkasından üstün görürse, cahil ve mağrur kimse demektir.

Yolda bir şey düşürseler dönüp onu aramazlar. Ancak giysiler bunun dışındadır. Ancak düşürdüğü malın geri alınmaması malı hebâ ve itlâf mânâsına geliyorsa; bu takdirde o yerde bekleyip, bir muhtaç gelince, kendisine verip mülküne katmamalıdır.

Öte taraftan müridler, mümkün mertebe yürürken arkalarına bakmazlar. Şayet gerekiyorsa tüm vücutları ile dönerler. Yine, mürid her an için; fakr u zarûret, sıkıntı, yokluk, alçakgönüllülük, huşû ve tevâzudan ayrılmaz. Tâ ki, bu vasıflarla uzlaşmayan esmâ-i ilâhiyenin esrârı; kişide zuhur edip, ubûdiyet rûhuna mazhar olabilsin. Misafir kimse, yolda rahat ve huzur ararsa menzile varamaz.”

Şiirin ve sözün Sultanı Yûnus Emre Hazretleri;

Bu yol uzundur, menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.

diyerek insân-ı kâmil olma yolunun uzun soluklu bir koşu ve sayısız tehlikelerle dolu olduğuna dikkat çekmektedir. Bu uzun ve binlerce tehlikesi olan yollardan Allâh’ın lutfu, Peygamberimiz’in şefâati, büyüklerin himmeti, kardeş ve dostların duâsıyla, yüz akıyla çıkabilme ümidi ile…