«ÂHİR BİR TESTİ OLMADAN KÂSE-İ SER»

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İnsan ömrü çok kısa. Su gibi gelip geçiyor. Hem de hiç farkına varmadan. Bir şeyleri yakalamak için kendimizi öyle kaptırıyoruz ki bu uğurda neleri kaybettiğimizin hiç şuurunda olmuyoruz. Hâlbuki insan, yaşadığını hissedebilmeli. Hissedilmeyen anlar yaşanmamış, sadece geçip gitmiş anlardır. Haydi çocukluk devresini dışarıda tutalım. Çünkü çocukluk biraz da neler olduğunu, hattâ var olduğunu bile hissetmeden yaşanan bir safhadır. Belki de bu yüzden hayatın en güzel safhasıdır. Çünkü insanın birçok derdinin kaynağı varlık ve benliğinin şuurunda olmasıdır. Çocuklar, bunun çok farkında olmadıkları için bundan kaynaklanan dertlerden de masun kalırlar. Şair ne güzel söylemiş:

Yâ Rab! Ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden (…)
Yâ dehre gelmeseydim yâ aklım olmasaydı

Ya dünyaya gelmeseydi ya da aklı olmasaydı! Aslında ikisi de aynı şey. Çünkü aklı olmasaydı dünyayı, içindekileri ve hepsinden öte kendi varlığını müdrik olmayacağından sanki dünyaya gelmemiş gibi olacaktı. Böylece bunun kendisine akseden bir problemi de olmayacaktı. Çocuklar çoğu zaman kendi varlıklarının bile şuurunda olmadan yaşadıkları için bu şuurun meydana getirdiği meselelerden de uzak ve dolayısıyla mutlu yaşarlar.

Gerçi diyeceksiniz ki, hem hissederek yaşamanın öneminden dem vurup hem de çocukların varlıklarından bile habersiz yaşamalarına imrenmek bir tenâkuzdur. Evet, doğrudur. Ancak çocuklar o kadar saf ve mâsumdur ki insan, onların bu şekilde sürdürdükleri yaşantıya imrenmekten kendini alıkoyamaz. Daha sonraki safhalar ise ister istemez varlığımızın farkında olarak ve onun getirdiği problemlerle cedelleşerek yaşamaya mecbur olduğumuz zaman dilimleridir. O safhalarda çocukluktaki gibi varlığımızdan habersiz ama aynı zamanda da mâsum ve mutlu bir hayat sürme imkânı yoktur. Sarhoş olarak, uyuşturucu kullanarak bu imkân elde edilebilir mi? Bu yollarla kendimizden habersiz ömrümüzü doldurabiliriz ama bu şekilde geçen zamanların mutlu ve mâsum zamanlar olarak tavsifi şöyle dursun, yaşanmış olduğunu ileri sürmek bile mümkün değildir. O hâlde çocukluktan sonraki safhaları -dünya hayatının bir imtihan oluşu sebebiyle belki her zaman mutlu ve mâsum değil ama- yaşanmış kılabilmenin tek yolu; kendi dünya görüşümüzün değerleriyle çelişmeden, ama hissederek geçirebilmektir.

Gençliğimizi ne kadar hissederek geçirebildik, geçirebiliyoruz? Ya olgunluk ve orta yaşlılık devresini? Ya yaşlılığımızı? Maalesef! Gençliğimiz fen lisesini ve üniversiteyi kazanabilmek için yarış atı gibi dershâne dershâne koşturarak; üniversiteye girdikten sonra imtihanları verip mezun olmak, iyi bir memuriyete girmek ve kariyer yapmak gibi hedefleri soluk soluğa takip ederek geçiyor. Evlendikten sonra maraton biraz daha hızlanıyor. Hele bir de çoluk-çocuğa karıştık mı? Onların büyütülmesi, okutulması vs. Bu safhaya kadar kendimiz için yaptığımız yarışı hayatımızın bu safhasından sonra çocuklarımız için yapmaya başlıyoruz. Onların fen lisesi ve üniversiteyi kazanması, mezun olması, iş-güç sahibi olması, evlenmesi, çoluk-çocuğa karışması… Sonra aynı şeyleri torunlarımız için takip etmeye başlıyoruz. Ve bu, bir fâsit daire gibi devam ediyor ve bu daireden asla çıkamıyoruz. Aslında çıkmak da gerekmiyor. Bu bir bakıma hayatın kanunu. Kötü de değil. İnsanın hayatında faydalı işler yapabilmesi, bir şeyler üretebilmesi ve içtimâî nizamın devam edebilmesi buna bağlı.

Ancak kötü olan, içine aldığını öğüten büyük bir değirmen çarkına benzeyen bu dairede bir dişli olup kalmak ve makineleşerek hayatı rutin bir şekilde geçirmek; bu sebeple bir insan olarak yaşadığını hissedemeden, hayatın her safhasının kendine mahsus güzelliklerini idrâk edemeden, yeni uyanmış bir çocuğun mâsumiyet ve tatlılığını, yaşadığı şehrin ve çevrenin tabiî güzelliklerini vb. fark edemeden, yani insana potansiyel olarak verilmiş olan ömür adındaki müddeti yaşanmış anlara dönüştüremeden dünyadan göçüp gitmek. Hâlbuki ortalama olarak 70 yıl kabul edersek ömür çok kısa bir zaman dilimidir. İlk 15 yılını çocukluk safhası olarak düşersek geriye 55 sene kalıyor. Şahsen bu 55 yılın ilk yarısına gelmek üzere olan biri olarak şöyle geriye dönüp baktığımda çocukluğum bile daha dün imiş gibi geliyor bana. Hattâ zaman zaman bir rüya görmekte olduğumu sanıyor, biraz sonra bir kırda dedemle birlikte iken bu hınzır düşün sona ereceği vehmine kapılıyorum. Ancak tabiî ki bu vehim gerçekleşmiyor. Bu defa kendimi okumuş olduğum lisede arkadaşlarımın arasında, o da olmayınca mezun olduğum fakültenin bahçesinde buluyor ve hâlâ rüya görüyor olmayı umarak isyan ediyor;

Ben kırkıma gelmiş olamam, kâbus bu!
İfrit gibi işkence eder mahsus bu!
On beş, hadi yirmimdeyim ancak diyorum.
Lâkin sona ermiyor, nasıl menhus bu!

diyerek hayretimi ifade etsem de sonunda bunun bir hakikat olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kalıyorum. İnşâallah âhirette;

“–Yeryüzünde kaç gün kaldınız?”1 sorusuna muhatap olup;

“–Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor!”2 cevabını verenlerden olmayız. Bunun için değerlerimizle uyumlu mesut bir ömür geçirmemiz, dolayısıyla mümkün mertebe ömrümüzün her ânını hissederek, güzelliklerinin farkında olarak yaşamamız lâzımdır. Ne diyordu, geçen sayımızda andığımız Ömer Hayyâm bir rubâîsinde Yahya Kemal’in ustaca tercemesiyle:

Kalk, et hele terk-i câme-hâb ey sâkī!
Doldur doldur şarâb-ı nâb ey sâkī!
Âhir bir testi olmadan kâse-i ser,
Dök kâseye testiden şarâb ey sâkī!

Evet, ey sâkî! Ey ömür sermayesini yaşama anlarına çevirmenin sırrına ermiş de bu konuda bana yol gösterebilecek olan kâmil kişi! Hele istirahatine biraz ara verip kalk da benim de bu sırra erebileceğim iksirden bana kadeh kadeh sun! Fazla eğleşme! Zira benim çok vaktim yok. Her geçen an aleyhime işliyor. Çürüyüp toprağa dönüşen bedenimden testi yapılacak âna şunun şurasında çok kalmadı. O vetîreyi başlatacak olan ölüm gelmeden hayatımı değerlendirmemi, bu kısa zaman diliminde ebediyyen yararlanabileceğim davranışları yapmamı sağlayacak olan iksiri bana içir!

____________________

1 el-Mü’minûn 23/112.
2 el-Mü’minûn 23/113.