ÖĞRENMELİ… FAYDALANMALI…

Ahmet ZİYLAN

Bilgi edinmekten kaçınan, tembel öğrencilerin bir sözü vardır:

«Bu bilgi benim ne işime yarayacak?»

Hâlbuki;

Bilgi sahibi olmak, bilgisizlikten üstündür.

Eskiler bazı lüzumsuz işler için bile;

“Onun da ilmini öğren de unut!” demişler. Yani onun da bilgisini mutlaka bil. Hayatında yer vermeyeceksin, o bilgiyi uygulamayacaksın, fakat neyin ne olduğu bilgisine ihtiyacın var. Bu şuurla onu bil, öğren…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- «faydasız ilim»den Allâh’a sığınıyor. Bu sözü tersinden almamak lâzım. Buradaki maksat; ilmin fayda vermemesinden, insana tesir etmemesinden Allâh’a sığınmaktır. Yoksa ilmi, öğrenmeyi teşvik eden nice âyet ve hadisleri hocalarımız sohbet ve vaazlarında söylüyorlar.

Önemli olan, faydası için ilim öğrenmek… Fakat faydasının olup olmadığına baştan kendimiz karar vererek değil…

Bilgiyi öğrenmek, fakat amel etmekte tembel olmak suç da; öğrenmekten bile erinmek, ona bile tembellik etmek suç değil mi?

Dînî bilgiyi kesinlikle uygulamak niyetiyle öğrenmeli. Bileyim de uygulamayayım dersen ayak bağı… Başa belâ… Faydasız ilmin ta kendisi…

Hâfız oluyor, Kur’ân ahlâkını hayatına geçirmiyor. Ne anladık o hâfızlıktan… Böyle bir ahlâksız hâfız, dîne hizmet etmez, dîne zarar verir.

Peki, gençlerimiz hâfız olmasın mı?

Elbette olsun… Hem hâfız olsun, hem de Kur’ân ahlâkının da muhafızı olsun…

Dünyevî bilgi konusunda da, bilginin hakkını vermek lâzım. Orada bilgiyi sadece; işe yarar, işe yaramaz diye ikiye ayırmak doğru değil. Bilgi, dağarcığında bulunsun. Hiç lâzım olmasa da zarar etmezsin, fakat bir lâzım olursa çok işini görür.

Askerde bunun bir misalini yaşadım. Ziyaret ettiğim öğrencilere de bunu mutlaka anlatırım.

Askerdeyim. Bir subay, öğretmen olarak geliyor. Askerî hukuk öğretiyor. Konumuz; «İç Hizmet Kanunu.» Tâlimgâhtayız…

Kırk beş dakika konuştu adam. Çok da güzel, tatlı tatlı anlattı. Ondan sonra da bize sordu:

“–Anlamadığınız bir yer varsa çocuklar, söyleyin tamamlayalım.”

Kimseden ses yok.

Tekrarladı:

“–Anlamadığınız bir yer olabilir. Tamamlayalım. Anlamadığınız bir yer var mı?”

Hiç kimseden ses yok.

“–Demek hepiniz anladınız.” dedi.

“–Evet, anladık.” dedik.

“–Pekâlâ madem anladınız; biriniz şu benim söylediklerimden 5-10 kelime anlatsın.”

Bir Allâh’ın kulu çıkıp beş-on kelime anlatamadı.

Öğretmen de kızdı tabiî:

“–Yahu hem «anladık» diyorsunuz. Hem «anlamadığımız yer yok» diyorsunuz. Hem çıkıp üç-beş kelime dahî söyleyemiyorsunuz. «Şu, şu mevzulardan bahsettin.» deyin, ne konuştuğumu söyleyin en azından.”

Hiç kimseden yine ses yok.

Başkalarını bilmiyorum fakat şahsen ben orada utandım. Adam anlatırken kafamız neredeymiş bizim? Adam kızdı, köpürdü;

“–Nasıl insansınız siz yahu? İnsan böyle mi olur?” dedi, çekti gitti.

İkinci gelişinde ben adamın dediklerini pür-dikkat dinledim. Dinledikten sonra adam yine aynısını söyledi.

“–Anlamadığınız bir yer varsa, söyleyin anlatayım. Açıklayayım orayı.”

Ben sordum, öteki sordu, beriki sordu. Dersin dinlenildiği, konunun anlaşıldığı ortaya çıktı. Öğretmen de bu defa memnun gitti.

Orada şunu anladık:

Soru sormak için bile anlamak lâzım.

Anlamak için dinlemek lâzım.

Pekiştirmek iyice anlamak için; sonra yazmak, temize çekmek lâzım.

Dinlenen bilgi uçup gidiyor, fakat yazı, kâğıda yazıldığı gibi hâfızaya kazınıyor.

Biz bu şekilde, «İç Hizmet Kanunu»nu öğrenmiş olduk.

Şimdi tembel bir kişi sorar; “Eee ne işine yaradı?”

Yaramasaydı ne zararımız olurdu orası ayrı; fakat bu bilgi birkaç gün geçmeden çok işime yaradı.

Daha evvel anlattığımız; Çanakkale’de askerlere kavun-karpuz getiren, aldanıyor görüntüsü içerisinde ne verirlerse kabul eden, aslında asker delikanlılara izzet-ikramda bulunan bir adam vardı.

Bir gün bir baktım, o adamın geldiği yerde bir asker dikiliyor. Sordum:

“–Ne yapıyorsun burada?”

“–Oraya gitmek yasak!”

Sordum:

“–Niye yasak?”

“–Yasak işte! Kantinci Hüsnü emretti. Burası yasak! Ben burada nöbetçiyim.”

Mesele anlaşılmıştı. Kantinci kazancını artırmak için, askere üç-beş kuruşa ikramda bulunan adamın yanına gidilmesini istememiş. Kendi kafasından nöbetçi koymuş.

Nöbetçiye bir tokat attım, sıvıştı gitti. 10-15 dakika geçmedi, nöbetçi subayı beni çağırdı:

“–Gel bakalım, sen çavuşsun. Nöbetçiye karşı gelmenin, üstelik bir de tokat atmanın ne demek olduğunu bilmiyor musun? Şimdi ben seni mahkemeye versem, senin askerliğin yanar.

Nöbetçiye karşı gelmek demek, nöbetçi subayına karşı gelmek demek; nöbetçi subayına karşı gelmek demek, alay komutanına karşı gelmek demek; alay komutanına karşı gelmek demek, genelkurmay başkanına karşı gelmek demek…”

Anlaşılan subayı doldurmuşlar. O da hışımla üzerime geliyor. Tehditlerle sindirecek.

Orada imdadıma «İç Hizmet» dersinde gördüğümüz konu yetişti. Ne iyi etmişiz de iyice kulak kesilmiş, not etmiş, öğrenmişiz. Cevap verdim:

“–İş bildiğiniz gibi değil. Nöbetçiye karşı gelmek ile ilgili söyledikleriniz doğru. Fakat ben nöbetçiye karşı gelmedim.”

“–Bir de karşı gelmedim diyorsun, yahu sen adamı dövmüşsün.”

“–İyi de o nöbetçi değil ki. O, sıradan bir adam kendi keyfine orada durmuş, oraya kimseyi göndermiyor. İsterseniz kendisine sorun.

Ben sordum;

«–Oğlum sen necisin?»

«–Ben nöbetçiyim.»

«–Peki seni buraya kim dikti?»

«–Kantinci Hüsnü.»

İyi de Kantinci Hüsnü diktiyse bu nöbetçi olmaz. Eğer siz nöbetçi subay olarak kantinci Hüsnü’ye vekâlet verdiyseniz ne âlâ! Ama vermediğinize, vermeyeceğinize göre, kantinci Hüsnü’nün diktiği adam nöbetçi olmaz.

«İç Hizmet Kanunu»na göre nöbetçi kimdir?

«Bir yerin korunması için dikilen, elinde talimatnamesi olan silâhlı veya silâhsız kişilerdir.»

Yanında talimatnamesi yok. «Nöbetçi subay görevlendirdi.» de demiyor. Bu kişinin nöbetle, nöbetçiyle alâkası yok. Aksine ben çavuş olarak, onun üstüyüm. Bana karşı gelerek asıl hatayı o yaptı.”

Nöbetçi subay şöyle durdu, düşündü. Herhâlde yine de üste çıkmak istiyordu. Yine tekrarladı:

“–Sen benim nöbetçime karşı geldin!”

Bu sefer ben kanun bilgime dayanarak meseleyi onu suçlayacak bir dille sordum:

“–Bu nöbetçiyi siz görevlendirdiyseniz talimatnamesi nerede?”

“–Sen yine beni suçlamak maksadıyla üstünün karşısında esas duruşta değil vücut hareketleri ile konuşuyorsun! Senin disiplinden haberin yok!”

“–Ben iç hizmet kurallarını biliyorum: «Ast, üstünün yanına gelince esas duruşta, yani iki eli yanda, dimdik vaziyette kıpırdamadan ayakta durur. Emir alır. Emir tekrarı yapar. Döner gider. Söz uzarsa üst, asta; ‘Rahat!’ komutunu verir. Üst, astına ‘Rahat!’ komutu vermezse; ast, kendiliğinden rahata geçer.» Ben de öyle yaptım.”

Biraz daha düşündü;

“–Doğru.” dedi.

Döndü kantinciye;

“–Böyle şey mi olur?” diye kızdı ve sahte nöbetçiyi azarladı.

İşte orada lüzumsuz görülen bir bilgiyle bu sıkıntıdan kurtulduk. Eğer bilmesek, hakkımızı müdafaa edemeyeceğiz. Keyfîlik karşısında suçlu duruma düşeceğiz.

Bilgili olmak avantajdır. Üstelik o bilgiyi bize vermek için hoca tutmuşlar, zaman ayırmışlar.

Eksik bilgi ise, zarar ettirir.

Bilgi, yerine göre hayat kurtarır.

Dedemin Yemen’de başına gelen böyle bir hâtırası var:

Dedem Yemen tarafında asker iken, çok ciddî bir hastalık geçirmiş. Şiddetli bir ishal. Ayakta duracak hâli kalmamış. Arkadaşlarına görev çıkmış. Gitmişler, onu çadırda bir başına bırakmışlar.

Ne ilâç var, ne doktor. Dizlerinde derman kalmamış. Kendisinden belki de ümit keserek terk ettikleri çadırdan sürüne sürüne dışarı çıkmış. Sağa-sola bakmış, ne var-ne yok diye. Şifa arıyor ama dağda bir şey yok ki. Bakmış ki bir ot, Antep’te «zahter» denilen yabanî kekik…

Kendi kendine demiş ki:

«Bu, benim bildiğim, tanıdığım zahter otu. Hastalığıma şifa mı bilmiyorum, fakat nasıl olsa öleceğim. Bari yiyeyim Rabbim şifa kılar inşâallah…»

Biraz atmış ağzına. Biraz sonra biraz daha, biraz sonra biraz daha çiğnemiş, bir kısmını yutmuş. Bunları yaparak akşama kadar ayağa kalkacak duruma gelmiş. Bağırsaklar düzelip ishal durunca ayağa kalkmış.

Arkadaşları «öldü mü?» diye bakmaya gelirken, bir bakmışlar, dedem ayakta.

Memlekete döndükten sonra da, o aziz hâtırayı canlı tutar; zahter toplar, kaynatır hülâsasını çıkarırdı. Pekmezini yapar, her kimin karnı ağrırsa, ishal filân olan olursa ona meccânen verirdi. Geçmişteki hâtırasının hürmetine bu hareketi yapardı. Âdeta o şifanın şükrünü edâ ederdi.

Allâh’ın yardımı gelmiş, fakat bir gayret var, bir de bilgi… Memleketinden yüzlerce kilometre ötede karşılaştığı o bitkiyi tanımasa, bilmese cesaret edemez belki. Onun şifa olduğunu, en azından yendiğini biliyor.

Bilgi edinmeye gayret etmek lâzım. Yeni neslin önünde çok daha fazlası var. Öğrenilecek, bellenecek, ezberlenecek çok bilgi var. Biz öğrenmeyince, biz bilmeyince, biz üretmeyince, hazır tüketici oluyoruz. Başkalarının ürettiğinin müşterisi oluyoruz.

Teknoloji durmadan yükseliyor… Biz hep tüketici kalıyoruz. Bizim de ileri teknolojiye sahip olmamız; sistemler kuran, îcatlar yapan ülkeler arasına girmemiz lâzım. Bu da bilgi öğrenme fırsatı karşısında;

“Ne işime yarayacak ki?!.” diye erinen nesillerle olmaz.

Bilgi, bilginin kapısını açar; insanlığın faydasına bir îcat yapar, bir ilâç geliştirirseniz, ondan istifade edildikçe size sevap yazılır.

O hâlde sözün özü:

Bilgiye kıymet vermeli…

Öğrenmeye erinmemeli…

Ne işime yarar demeyip, bilgi dağarcığını dolu tutmalı…

İki dünyamıza yararlı bilgilere gelince; onları da hem şevkle öğrenmeli, hem de aşkla yaşamalı…