NASİPLİ OLMAK!

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

O günden;

Yûnus Dede’nin «nasipli» dediği günden itibaren Şevket’te büyük değişmeler ve gelişmeler başladı. Orhan, gözlerine inanamıyordu. Bir yandan kendi tattığı güzellikleri Şevket’le paylaşıyor, bir yandan da onu kalbî ve fikrî olarak da takviye edici şekilde çalışmalar yapıyordu.

Müsait bir gün, İstanbul’un mânevî iklimlerini dolaştırdı. Nasipli Şevket, her gittiği yerde daha bir hayranlık ve uyanış içinde gönül dünyasını dolduruyordu. Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurunda, gözlerinden sessiz sessiz damlalar dökülürken Orhan’a baktı ve minnetli bir üslûpla konuştu:

“–Orhan kardeşim, sen ne güzel bir dostsun. Sana onca zarar vermeme rağmen sen bana bunca faydalı oldun. Yûnus Dede’nin dediği gibi gerçekten nasipli bir kimseymişim.”

Orhan, tebessümle ışıldayan gözlerle Şevket’in kolundan tuttu:

“–Her şey Allâh’ın lutfu. Gerçekten de nasiplisin. Ben de aynı nasipten istifade ile doğruya ve hidâyete nâil oldum.”

“–Ne kadar güzel ve kıymetli nasip bu!”

“–Aslında o kadar çok nasipler içindeyiz ki…”

Şevket bu cevabı, gönülden tasdik etti. Sonra tatlı bir gülümseme ile bir teklifte bulundu:

“–Gel, caminin şurasında biraz oturalım. Bu nasipleri bildiğimiz kadarıyla birlikte sayalım. Bir sen söyle, bir de ben. İlkini ben söyleyeyim:

Allah bizi insan olarak yaratmış, varlıkların gözbebeği eylemiş. Büyük bir nasip bu!”

Orhan sevinçle ekledi:

“–Yüce ve merhametli Rabbimiz, insanlar içinde bize en doğru yolu, hidâyeti lutfetti. Müstesnâ bir nasip!”

Sırayla devam ettiler:

“–Peygamberler Sultanı olan Muhammed Mustafâ’ya ümmet yaptı. Tarifsiz bir nasip!”

“–Asırlardır İslâm’ın bayraktarlığını yapan şanlı ve fâtihan bir ecdâdın evlâdı yaptı. Ayrı bir nasip!”

“–Cennet misâli bir memlekette mü’min topluluğu içinde olmayı bahşetti. Bambaşka bir nasip!”

“–Hazret-i Peygamber’in müjdelediği bir yerde, her köşesi mâneviyat, ulvî sanat ve şahsiyet âbideleriyle dolu ihtişamlı bir şehir içinde yaşatıyor. Özel bir nasip bu!”

“–Muhteşem bir tarihin devamıyız. Mânâlı bir nasip bu!”

“–Karşımıza Doktor Selimleri çıkardı, gözümüzü ve gönlümüzü gafletten uyandırdı. Yüce şefkatten bizim hissemize özel bir nasip bu!”

“–Hele Yûnus Dede gibi bir gönüller sultanına yakın etti, onun sohbetlerinden istifade imkânına nâil etti. Daha özel bir nasip bu!”

Orhan saatine baktı:

“–Saymakla bitmez Şevket kardeş. İyi ki hatırlattın, bugün Yûnus Dede’nin sohbet günü. İstersen yolda devam edelim.”

Şevket, hemen fırladı:

“–Hemen bismillâh. O fırsatı asla kaçırmak istemem.”

Yolda da aynı minval üzere bir hayli muhabbet ettiler. Şükrettiler. Hüdâyî Camii’ne girdiklerinde gönülleri, bütün kapılarıyla açılmış oradaki feyz ve rûhâniyetin şevk ile müştâkı hâlindeydi.

Vakar ve tevâzu âbidesi Yûnus Dede, sükûnetle geldi. Kürsüye çıktı. Yanık sesli bir hâfızın okuduğu aşr-ı şerîfin ardından yine mâneviyat dolu, sır ve hikmet dolu tatlı bir sohbet başladı:

“Kıymetli kardeşlerim,

Bu âlem; gurbet yurdu olmasına rağmen, o kadar nasipler ve nimetler içindeyiz ki, saymakla bitmez.

Fakat fark eden gözler gerek.

Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;

«Her nimetin ve mihnetin görünüşü, kimine cehennemdir, kimine cennet…»

«Gördüğünüz bütün varlıklarda; insan olsun, hayvan olsun, bitki olsun, cansız olsun; her şeyde, gıda da vardır, zehir de. Fakat herkes bunu göremez!»

«Testi meydandadır, görünmektedir. Fakat içindeki iksir gizlidir; onu, yalnız tadan bilir.»

«Yûsuf’un sûreti bir kadehe benzerdi. Babası o kadehten neşeler veren muhabbeti içtikçe mest oluyordu. Kardeşleri ise, o kadehten zehir içiyorlar ve Yûsuf’a karşı öfke ve kinleri artıyordu.»

«Züleyhâ da Yûsuf kadehinden başka türlü bir iksir içti ve dünyevî bir aşkla başka bir çeşit afyon yuttu.»

«Sûret testisinin içindeki muhabbet şerbeti, gayb âlemindendir. Testi ise bu cihandandır. Testi meydanda, içindeki ise pek gizlidir; ancak ehline ayandır.»

«Bu güzel mânevî şerbet; ilâhî aşk, muhabbet ve esrardan nasîbi olmayanlara kendini tattırmaz. Kalbi fesat ve şehevât ile dolu olanlar, bu mânevî sırra nâil olamazlar. Fakat bu sır, aşka âşinâ ve râm olanlar için ayın on dördü gibi âşikârdır.»

Yani;

Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği nimetler ve nasipler, gören ve idrâk edenlere daha başka lütuflarda bulunur.

Dünyada en büyük nasip, «marifetullah» ve «muhabbetullah»tır. Sonra en büyük nasip, aşk-ı Muhammedîdir.

Bu öyle nasiptir ki, iki cihan saâdetimiz ona bağlı. Bu öyle bir nasip ki âyette;

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) müjdesi ile de müseccel.

Bu nasîbin farkına vararak hayatımızı Hazret-i Peygamber’in emsalsiz örnek şahsiyeti ekseninde yaşayabilirsek, nâil olacağımız mazhariyetleri anlatmaya lisan yetmez. Çünkü O’nun hayatı, Hakk’ın rızâsını kazanmaya vesile ilâhî bir aşk, muhabbet ve kulluk tezâhürleriyle dolu. Kemâlât ile dolu. Teslîmiyet ve fedâkârlık ile dolu. Hizmet ve himmet ile dolu. Merhamet ve af ile dolu. Ravzası ayrı bir cennet, gönlü ayrı bir cennet, şahsiyeti ayrı bir cennet; hayatının tamamı müstesnâ bir cennet. O cennette bizler de yer alabilir isek dünyamız bereketlendiği gibi âhiretteki nasîbimiz de bi-iznillâh cennet olur.

Fakat o cenneti bırakıp da dünyaya dalanlar, ziyan içinde olurlar. Âyet-i kerimede buyurulur:

“… Kuvvetli bir şekilde Allâh’ı zikredin. (Lâkin) insanlardan kimisi var ki;

«Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!» derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasîbi yoktur.” (el-Bakara, 200)

Sayısız nasip içinde bu nasipsizlik de ne büyük felâket.

Dolayısıyla;

Nasipli olmak çok güzel, fakat o nasiplerin değerini bilmek ve ebedî nasiplere dönüştürebilmek çok daha güzel.”

Sohbetten çıktıklarında bu defa Nasipli Şevket’in dilinde bu cümle vardı:

“–Orhan kardeşim. Önce nasipli olduğumu öğrendim. Sonra nasiplerin çokluğunu öğrendim. Şimdi o nasiplerin ebedî nasiplere dönüştürülmesi gerektiğini idrâk ettim.”

Orhan, son derece memnundu:

“–Öyleyse, farkına vardığımız nasiplerden başlayalım…”

Şevket ilâve etti:

“–Fark etmediğimiz diğerlerini de fark ederek…”