Kahraman Annenin Kahraman Evlâdı ABDULLAH İBN-İ ÜMM-İ UMÂRE -1-

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

“Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum! Sizler kisrânın saltanatını yıkacak, hazinelerini ele geçireceksiniz!”1

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Hendek gününde ashâbına vermiş olduğu bu müjdenin hakikati; hicretin on beşinci senesi Muharrem ayında, Allâh’ın lutfuyla zâhir oldu.

Medâin’in fethiyle kisrânın mülkü artık müslümanların elindeydi.

Ufka bakan Medineliler, şafakla beraber Sel’ Dağı tarafından Beşîr İbnu’l-Hasâsiyye -radıyallâhu anh-’ın komutasında, fetih müjdesiyle birlikte hazineye ait ganimetleri getirmekte olan birliği fark ettiler.

Gönüllerde bir coşku, yüzlerde bir sevinç hâsıl oldu. Dillerde tahdîs-i nimet ve şükür vardı. Beytülmâl ağzına kadar dolmuştu. Can havliyle kaçan İranlılar; ağır olduğu için kadifelerini, halılarını, çok olduğu için de altınlarını götürememişlerdi.

Emîru’l-mü’minîn Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Kisrâ İbn-i Hürmüz’ün altından hükümdarlık halkasını, kılıcını ve tâcını görünce ağladı;

“Hâza min fadli Rabbî!” âyetini2 okuyup şöyle dedi:

“İslâm’ı bizimle aziz kılan, kisrânın kılıcını da zararsız ve zelil kılan Allâh’a hamdolsun!”

Müslümanlar arasında ganimet tevzî edilirken Halîfe’nin önüne altından simlerle örülmüş bir kumaş getirdiler.

“–Ey Emîrü’l-Müminîn! Çok kıymetli ve değerli bu kumaşı oğlunuz Abdullah İbn-i Ömer’in hanımı, yeni gelininiz Safiyye’ye gönderseniz!” dediler.

“–Hayır! Ben ondan daha lâyık birini biliyorum!” diyen Halîfe Hazret-i Ömer, kumaşı başka bir Abdullâh’a; Abdullah İbn-i Ümm-i Umâre -radıyallâhu anhümâ-’ya doğru uzatıp şu sözlerle takdim etti:

“–Ey Abdullah! Bunu Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın;

«Uhud’da müşrikler tarafından kuşatıldığım vakit sağıma-soluma hangi tarafıma döndümse onu elinde kılıç, dövüşürken görüyordum.» iltifâtına mazhar olan annen Nesîbe Bint-i Ka‘b’a bu sözümle birlikte ulaştır!”3

Hazret-i Nesîbe -radıyallâhu anhâ-, Halîfe’nin kendisine gönderdiği bu hediyeyi mevcut olan tek koluyla çocuğunu kucaklayan bir anne gibi kucakladı.

Hediyenin maddî değeri değildi onu sevindiren… Çileli günlerden sonra erişilen ihtişamlı günlerin bir nişanıydı bu kumaş… Mesut hâtıralar onu almış, on beş yıl öncesine götürmüştü…

Altı mü’minle İslâm’ın Medine’ye teşrifi daha dün gibi tüllendi gözlerinde… Hicretten bir buçuk yıl önceydi. Kocası Zeyd İbn-i Âsım -radıyallâhu anh- ile birlikte, Hazret-i Mus‘ab’ın vesilesiyle hidâyete ermişlerdi. Neccaroğullarından tereddütsüz ilk îman eden aile onlardı.

Sanki daha dün geceydi… Kocasıyla beraber gizlice gittikleri Akabe’de, Allah Rasûlü’ne biat edenler arasındaydılar.

Akabe’den döner dönmez bu şevk ve bu heyecanla yegâne gayeleri; İslâm’ı tebliğ olmuştu. Bütün dertleri; oğulları Abdullah ile Habîb’i İslâm terbiyesi altında yetiştirme gayreti olmuştu. Verdikleri söze, ettikleri yemine sadâkat içinde dopdolu bir hayat yaşadılar. Çocuklarını da bu duygularla büyütüp cihad meydanlarına saldılar. Çünkü canları, malları ve evlâtlarıyla cenneti satın almak istiyorlardı.

Ne güzel günlerdi!.. Kocası Hazret-i Zeyd ile oğlu Hazret-i Abdullah, Bedir’den müjdeli haberlerle az evvel dönmüştü sanki… Hazret-i Nesîbe bu sevinçle nasıl da şükür secdelerine kapanmıştı. Küçük oğlu Habîb’in de büyüyüp cihadlara katılabilmesi için iştiyakla duâlar etmişti.

Sanki Uhud’daydı hâlâ… Hayatına bedel bir gündü…

Oğulları ile birlikte, fedâkârlık ve kahramanlığı dillere destandı o gün… Bir elinde su tulumu, diğerinde sargı bezleri vardı Hazret-i Nesîbe’nin… Yaralıların yarasını sarma, susayanlara su verme niyetiyle gelmişti Uhud’a… Ne güzel de başlamıştı o gün! Galip olan müslümanlardı.

Lâkin Ayneyn Tepesi boşalınca… Kaçan düşmanı kovalamakta olan İslâm ordusu, Rasûl-i Ekrem’den uzakta ve iki ateş arasında kalınca… İş değişmişti birden… Hazret-i Nesîbe elinden kırbasını atmış, eline geçirdiği bir kılıç ve bir kalkanla, Uhud’un eteklerinde, Habîbullâh’ın önünde yerini almıştı.

O en dehşetli anda, ailece; Efendiler Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrafında hâlelenen bir deste ashabla birlikteydiler… Habîbullâh’a etten bir duvar olmuşlardı âdeta… Gelen ok, mızrak ve kılıç darbelerine karşı canlı birer kalkan olmuşlardı o gün… Hazret-i Nesîbe ufacık boyuna rağmen, azmi ve çelikten iradesiyle gelen her kılıç darbesine mukavemet etmiş, atılan her bir oka göğsünü siper etmişti. Allâh’ın kendisine emânet ettiği hayat nimetini, şehâdet için, en güzel yerde fedâya azmetmişti. Belki hayatında bir daha bulamayacağı böyle bir fırsatı, elinden kaçırmak istemiyordu.

Bir kılıç darbesi, ciğerpâresi oğlunun; Hazret-i Abdullâh’ın sol kolunun pazusunu ciddî bir şekilde yarmıştı. Kan oluk gibi fışkırıyor ve bir türlü dinmek bilmiyordu. Efendimiz’in işaretiyle derhâl koşarak oğlunun yarasını sarmıştı. Sonra sırtını sıvazlamış;

“–Haydi kalk yiğidim! Geç kaldık! Allah Rasûlü’nün önünde cenk edelim! Müşriklere aman vermeyelim!” diyerek tekrar kılıçların üzerine göndermişti oğlunu…

Bu fedâkârâne sözler, Efendiler Efendisi’ni öyle duygulandırmıştı ki;

“–Ey Ümm-i Umâre! Senin katlandığına kim katlanır, kim dayanabilir?” buyurarak ona iltifatta bulunmuş, «Oğlunu yaralayan da işte şuydu!» sözüyle müşrikin bulunduğu yeri işaret buyurmuştu.

Süratle o tarafa yönelen Hazret-i Nesîbe, işaretli müşrikin bacağını bir vuruşla vücudundan ayırarak onu haklamıştı. Efendimiz -aleyhissalâtu vesselâm- Rabbine hamd ile şükredip Nesîbe’yi de tebrik eylemişti:

“–Seni muvaffak kılan ve senin elinle düşmanından intikamını alan Allâh’a hamdolsun!”

Allah Rasûlü’ne ulaşma hırsıyla gittikçe çemberi daraltan otuz kişilik bir müşrik grup, hışımla hücuma geçmişti. Hazret-i Abdurrahman ayağını, Hazret-i Talha ise kolunu kaybetmiş, cansiperâne mücadele eden nice sahâbî; sayısız kılıç ve ok yarasıyla, geride kalanların îmânına îman, sabırlarına sabır katarak birer birer şehâdet şerbetini içmişti.

Bu sırada müşriklerden iri yarı, azılı ve azgın bir müşrik; İbn-i Kamia, Allah Rasûlü’nün yakınına kadar sokulmuş ve İslâm sancaktarı Mus‘ab İbn-i Umeyr’i de şehid ettikten sonra;

“–Eğer bu gün Muhammed kurtulursa ben kurtulmuş olmayayım!” diyerek haykırmıştı. Allah Rasûlü’ne ulaşması için arada bir tek engeli kalmıştı:

Ümm-i Umâre…

Hazret-i Nesîbe, bütün cesaret ve şecaatiyle bu bedbaht düşmana ardı ardına kılıç darbeleri indirmişti. Fakat heyhât! Üst üste iki zırh giyen müşrike bu isabetli vuruşlar tesir etmemişti. Şiddetli bir kılıç darbesi Hazret-i Nesîbe’yi omzundan göğsüne kadar ağır yaralamış, bu arada sahâbîler yetişip bu müşriki geri püskürtmüşlerdi. Kimsenin bulunmadığı o bir anlık zamanda, Allah Teâlâ’nın nusretiyle vazifesini bi-hakkın yerine getirmiş, canı pahasına müşriki oyalayarak Efendiler Efendisi’ne kalkan olmuştu.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Nesîbe’nin yaralandığını görünce oğlu Abdullâh’a;

“Ey Abdullah! Çabuk annenin yarasını sar!” buyurmuştu.

Bu sefer de oğlu annesinin yarasını sarmış, sonra ana-oğul beraber vazifelerine koşmuşlardı. O gün orada Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Abdullâh’a ve bahtiyar annesine şu müjdeyi vermişti:

“–Ey Abdullah! Ev halkınızı Allah mübârek kılsın! Senin ve annenin makamı çoklarının makamından hayırlıdır. Allah size ve ailenize rahmetini lutfetsin!”

Bu büyük müjdeyi alan Nesîbe -radıyallâhu anhâ- gözyaşlarıyla Efendimiz’e;

“–Yâ Rasûlâllah! Duâ et de; cennette Size komşu olalım!” ricasında bulunmuştu. Fahr-i Kâinat Efendimiz hemen ilticâ ile duâ buyurdular:

“–Allâh’ım! Bunları, cennette bana komşu ve arkadaş eyle!”

Ümm-i Umâre ve oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-, nâil oldukları bu duânın sevinciyle âdeta yaralarının acısını duymaz hâle gelmiş;

“–İşte! Bu bize yeter! Gayri dünyanın hiçbir musibetine aldırmaz, kıyâmete kadar Sizin önünüzde savaşırız!” demişlerdi.4

Uhud’dan Medine’ye Rasûlullâh’ın fedâîlerinden bir fedâî olarak tam on üç yarayla dönen Hazret-i Nesîbe kan revandı… Hele kapanması tam bir yıl süren omzundaki o derin çukur; hayatında aldığı en büyük nişandı… Ağır yaraları izin verseydi eğer, oğlu Abdullah gibi Allah Rasûlü’nün yanında Hamrâü’l-Esed’e kadar gidecekti…

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Hamrâü’l-Esed’den döner dönmez Ümm-i Umâre’ye kardeşi Abdullah İbn-i Ka‘b -radıyallâhu anh-’ı göndermiş, iyi olduğu haberini alınca memnun ve mesrur olmuştu. Daha sonra defaatle bizzât ziyaretine giderek durumunu sormuştu.5

Yine bu ziyaretlerden birinde Hazret-i Nesîbe, Allah Rasûlü’ne arpa ekmeği ile tirit hazırlayarak ikram etmiş, fakat kendisi sofraya oturmamıştı.

“–Ey Nesîbe! Buyur sen de ye!”

“–Ya Rasûlâllah! Ben oruçluyum! Siz buyurunuz!”

Fahr-i Kâinat Efendimiz ibâdette gösterilen hassâsiyetten memnun olmuş;

“–Oruçlunun yanında bir şey yenildiği zaman, melekler; o yemek bitene kadar, oruçlu için duâ ve istiğfâr ederler.” buyurmuştu.6

Hazret-i Nesîbe, Habîbullâh’ın bir başka ziyaretinde, Cenâb-ı Hak’tan Habîbi’nin vasıtasıyla şu ricada bulunmuştu:

“–Yâ Rasûlâllah! Bütün inen âyetler erkeklere hitap ediyor. Rabbimiz bir âyetle biz kadınlara da hitap buyurmazlar mı?”

Ne büyük saâdet! İkram Sahibi Rabbi, fedâkâr kulu Nesîbe’nin arzusunu da ihtivâ eden âyet-i kerîmeyi Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla hemen o an, onun evinde inzâl ederek ikram eylemişti:

“Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar,

Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar,

İtaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar,

Sâdık erkeklerle sâdıka kadınlar,

Sabreden erkeklerle sabreden kadınlar,

Mütevâzı erkeklerle mütevâzı kadınlar,

Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar,

Oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar,

Namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar,

Allâh’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar…

(İşte) bunlar için Allah bir mağfiret ve büyük mükâfat(lar) hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35)7

Hazret-i Ömer’den işittiği bir söz Hazret-i Nesîbe’yi nerelere götürmüştü. Bu beyân-ı iltifât-ı Rasûl karşısında dolan sînesi, artık gözlerinden akan bir sel hâline gelince kumaşı yere bıraktı. Ancak bir tek koluyla sarılabildi biricik oğlu Abdullâh’a… Bir koluyla bir oğlu yoktu çünkü… Onları kaybettiği ve şehid anası olduğu Yemâme’yi hatırladı… Şimdi tüllenen hâtıralarıyla oradaydı.

______________

1 Buhârî, Megāzî, 46-47; Müslim, Kitâbu’l-Fiten, 1611, 2237.
2 Hazret-i Süleyman’ın duâsı, “…Bu, Rabbimin fazlındandır…” (en-Neml, 40)
3 İbn-i Sa‘d, Kenzü’l-Ummâl, 7/98.
4 İbn-i Hacer, c. 4, s. 479; İbn-i Hişam, c. 3, s. 86-87.
5 Şerh-i İbn-i Ebi’l-Hadîd, Beyrut, s. 568-570, Megāzî-i Vâkıdî’den nakil.
6 Tirmizî, Savm 66; İbni Mâce, Sıyâm 46.
7 Tirmizî, Tefsîru’l-Ahzâb, 3209.