BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ HAZRETLERİ VE RAHİPLER

YAZAR: İrfan ÖZTÜRK                                                        İrfan ÖZTÜRK’ün bütün kitapları için tıklayınız!..

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün Arafat Tepesi’nde oturuyordu. Nefsi ona şöyle fısıldadı:

“Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır acaba? Kırk beş defa haccettin ve günde bir hatim indirdiğin için binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin.”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, nefsinin bu kendini beğenmişliğine üzüldü. Derhâl toparlandı ve orada bulunan kalabalığa seslendi:

“–Kim, kırk beş hac ve yüzlerce hatmimi bir ekmek karşılığında satın alır?”

Bir adam;

“–Ben alırım.” dedi ve ekmeği uzattı.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri aldığı ekmeği de hemen orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Nefsine; biriktirmekle böbürlendiği amellerin, bir köpeğin lokması olduğunu göstermek istemişti.

Hac erkânı bitince yol hazırlığı yaparak Rum diyarına gitmek için hareket etti.

Günlerce yol aldıktan sonra, bir rahip ile karşılaştı. Rahip; cömert, terbiyeli bir adama benziyordu. Kendisini evinde misafir etti. Evinde ona bir oda ayırdı.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini her şeyden çevirip Cenâb-ı Hakk’a yöneltti. Rahip; onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hâl, bir ay devam etti. Bâyezîd nefsine dönerek dedi ki:

“Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun…”

Bir gün rahip, Bâyezîd Hazretleri’ne;

“–Ne güzel adamsın… Keşke hıristiyan olsaydın!” dedi.

Bu söz, Bâyezîd’e ağır geldi ve evi terk etmek istedi. Fakat rahip ona seslendi:

“Evimde kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vâizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, bir de onu dinlemeni diliyorum.”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin kalbine bu teklifi kabul etmesinin hayırlı olduğu doğdu. Kırk günü tamamlamaya râzı olduğunu söyledi.

Kırk gün dolunca, rahip içeri girdi ve;

“Bayram günümüz geldi. Haydi gidelim.” dedi.

Bâyezîd ayağa kalktı. Fakat rahip ona;

“Sen bu kıyâfet ve hâlde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zünnarı bağla, İncil’i de boynuna as!” dedi.

Bu teklif, ona çok ağır geldi. Fakat; «bunda bir hikmet ve esrar, İslâm’ın izzet ve şerefi gizlenmiştir. Onun dediğini yapayım.» diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi. Beline de zünnarı bağladı. İncil’i boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

Biraz ilerledikten sonra birden bire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zât geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun mânâsını anlayamadılar ve sordular:

“–Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz?”

“–Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedî var!..” diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyâna geldi ve;

“–Onu bize göster, parçalayalım!” diye bağırdılar.

Başrahip onlara dedi ki:

“–Hayır, yemin ederim ki söylemem. Ancak, bir şartla onu size tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz.”

Bunun üzerine rahipler ve halk, Muhammedî olan adama dokunmayacaklarına yemin ettiler. Başrahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi:

“–Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster.”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ayağa kalktı. Başrahip;

“–İşte bu zât, ona dikkatle bakın!” dedi.

Sonra Bâyezîd’e döndü:

“–Adın ne?”

“–Bâyezîd.”

“–Tahsilin var mı?”

“–Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler…”

“–O hâlde bana şu hususları cevaplandır:

İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle. Bunlar nelerdir?”

Bâyezîd -kuddise sirruh- başrahibe;

“–İkincisi olmayan bir; eşi, ortağı, dengi ve benzeri bulunmayan Cenâb-ı Hak’tır.

Üçüncüsü olmayan iki; gece ve gündüzdür.

Dördüncüsü olmayan üç, üç talâk yani boşamadır.

Beşincisi olmayan dört; ilâhî kitaplar Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim’dir.

Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır.

Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür.

Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat semâdır.

Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş’ı taşıyacak sekiz melektir.

Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık hamilelik müddetidir.

On birincisi olmayan on; Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın Şuayb -aleyhisselâm-’a on yıl çobanlık etmesidir.

On ikincisi olmayan on bir, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın on bir kardeşidir.

On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.”

Rahip tebessüm etti ve şöyle dedi:

“–Doğru söyledin. Pekâlâ; havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? Söyle bakalım…”

“–İsa -aleyhisselâm-; havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman -aleyhisselâm- da havada muhafaza edildi. Âd kavmi de hava ile helâk edildi.” diye cevap verdi.

Rahip ona;

“–Doğru söyledin.” dedi ve yine sordu:

“–Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu?”

“–İblis ateşten yaratıldı. İbrahim -aleyhisselâm- ateşte korundu. Kâfir, ateş ile helâk oldu.” diyerek gereken cevabı verdi.

Rahip tekrar sordu:

“–Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?”

“–Sâlih aleyhisselâm-’ın devesi taştan yaratıldı. Ashâb-ı Kehf, taş içinde korundu ve Ebrehe’nin filleri, taş ile helâk edildi.” diye cevap verince, rahip;

“–Doğru söyledin.” dedi ve bir başka sual sordu:

“Cennette Tûbâ ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki; bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği var mıdır?”

“–Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?”

“–Doğru söyledin. Şimdi de şunları cevaplandır:

Bir ağaç vardır. On iki dalı bulunuyor. Her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir?”

“–Ağaç, yılı temsil eder. On iki dalı on iki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder.”…

“–Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur. Ama onun ne rûhu var, ne de hac kendisine vâcibdir.”

“–Bahsettiğin, Nuh -aleyhisselâm-’ın gemisidir.”

Sorular bitince Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri dedi ki:

“–Rahip efendi! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz, benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum.”

“–Tabiî, istediğin şeyi sorabilirsin!”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri sordu:

“–Cennetin anahtarı nedir? Sekiz cennet kapısının üzerinde ne yazar?”

Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve;

“–Ey büyüğümüz, mağlûp mu oluyorsun?”

“–Hayır, mağlûp olmak istemiyorum.”

“–Öyle ise neden cevap vermiyorsun?”

“–Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?”

Hepsi birden;

“–İncil hakkı için, sana uyarız.” diye söz verdiler.

Rahip;

“–Dinleyin, şimdi cevap veriyorum:

«Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibâre;

Lâilâhe İllâllah Muhammedün Rasûlullah’tır.»”

Cevap üzerine bütün rahipler, hep bir ağızdan kelime-i şahâdet getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmi Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İslâmiyet’i öğretti ve bu sır da böylece çözülmüş oldu.

Hidâyet üzre tutsun,
Bizleri yüce Allah.
Son nefeste dedirsin;
Lâ ilâhe illâllah!

(Gülzâr-ı İrfan)