İki Kıtanın ve İki Denizin Hâkimi SULTAN FATİH -2-

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

KARADENİZ HÂKİMİYETİ İÇİN YAPILAN SEFERLER

Fatih, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının hâkimiyetini ele geçirdikten sonra ekonomik açıdan bu önemli geçitlerle doğrudan ilgili olan Karadeniz sahillerine de sahip olmak ve bu denizi bir Osmanlı gölü hâline getirmek için harekete geçti. Kurdukları kolonilerle Cenevizliler, bu bölgede çok etkili bir konumdaydı. Uzun zamandan beri Kırım’ın da içerisinde bulunduğu yarımadayı merkez tutarak Kefe ve Suğdak limanlarından bölgenin ticaretini kontrol altında tutmaktaydılar. Fatih, boğazların hâkimiyetini sağladıktan sonra Cenevizlileri önce kontrol altına alarak vergiye bağlamış; İstanbul’a buğday, kürk, deri ve tuz sevkiyatını düzenli hâle getirmişti. En önemlisi, Kefe’den Mısır’a köle ticaretini yasaklamıştı. Diplomatik kanalları daima açık bırakarak bu denizci ve paralı devletin kendi düşmanlarıyla ittifaklar kurmasını önlemişti.

Fatih 1459 yılında artık bölgede ağırlığını iyiden iyiye artırma zamanının geldiğine inanarak harekete geçti. Önce 150 parçalık bir filoyla Ceneviz kolonisi olan Sinop yakınlarındaki Amasra Kalesi’ni denizden abluka altına aldırdı. Kendisi de karadan gelerek şehri kuşattı. Mukavemetin bir çare olamayacağını gören kale teslim oldu. Sahildeki fetih, sırasıyla Sinop’un İsfendiyaroğulları’nın elinden alınışıyla devam etti. Yine Bizans’ı diriltme ihtimali bulunan Rum Pontus Devleti’nin merkezi Trabzon’a yönelerek şehri karadan ve denizden kuşattı. Yapılan müzakereler sonucunda Rum Pontus devletine sulh yoluyla son verildi (1461). Trabzon ve civarında başarılı bir iskân politikası uygulanarak bölgeye yerleştirilen Türk ahâliyle, demografik yapı köklü bir değişime uğradı.

Fatih, Trabzon’un fethinin ardından ilgisini Karadeniz’in kuzey kıyılarında bulunan Kırım Hanlığı’na kaydırdı. Zaten İstanbul’un fethinden sonra Giraylar hanedanıyla diplomatik temas kurulmuş ve Cenevizlilere karşı ittifak yapılmıştı. Artık limanlardaki Ceneviz ablukasının kaldırılması zamanı gelmişti.

Fatih 1475 yazında Vezir-i Âzam Gedik Ahmed Paşa’yı içerisinde vurucu gücü yüksek 10.000 azap, kapıkulu ve Rumeli askeri bulunan güçlü bir donanmayla Kırım sahillerine gönderdi. Osmanlı donanması dört günlük bir kuşatmanın ardından Kefe’yi zaptetmeye muvaffak oldu. Aralık 1475 yılına gelindiğinde bölgedeki bütün Ceneviz direniş noktaları kontrol altına alınmıştı. Cenevizlilerin esaretinden kurtarılan Kırım hanı Mengli Giray; Osmanlılara sâdık kalmak, padişahın dostuna dost, düşmanına düşman olmak şartıyla tahtına tekrar oturtuldu.1 Uzun süre Osmanlı Devleti’nin ayrılmaz bir parçası olarak varlığını devam ettiren Kırım Hanlığı, 1783 yılında Rusların yönetimi altına girmek zorunda kalmıştır.

EGE ADALARININ OSMANLI HÂKİMİYETİNE GİRMESİ

Güçlü Venedik ve Ceneviz şehir devletleri, uzun bir dönemden beri Ege Denizi’ndeki birçok adayı ve Mora sahillerindeki bazı kaleleri denetim altında tutuyordu. Bizans’ın bu eski topraklarında, Venedik ve Ceneviz devletleri, güçlü bir abluka kurarak deniz kolonileri oluşturmuştu. Fatih, karada eriştiği askerî güce henüz denizlerde ulaşamadığının şuurundaydı. Bu sebeple Venediklilerle fazla çatışmadan, önce Ege’de var olma, ardından da bütünüyle Ege Denizi’nde tek söz sahibi olma hedefine ulaşmayı sağlayacak teşebbüslerde bulundu. Öncelikle Papalığın siyasî etkisinde olan adalara seferler düzenledi ve Kuzey Ege’de; Enez, İmroz ve Limni adalarını ele geçirdi. Fatih tarafından gönderilen İsmail Bey idaresindeki donanma, Midilli Adası Dükası’nın Ege Denizi’nde gerçekleştirdiği askerî hareketliliğe son vererek bölgedeki Osmanlı ağırlığını yeniden sağladı. Bu çerçevede Taşöz ve Semendirek adaları da ele geçirildi.

Nihayet Midilli adasının fethinin ardından 16 yıl sürecek olan Osmanlı-Venedik deniz savaşları başladı. Papanın himayesinde güçlerini birleştiren Venedik, Macaristan ve Arnavutluk devletleri 1463 yılında topluca saldırıya geçtiler. Venedikliler Argos’u geri aldı. Mora’da birçok şehir ve kale de isyan ederek Venediklilerle birleşti. Bölgede yaşayan müslüman ahâlî ve görevliler kalelerde mahsur kaldılar. Öte yandan Macarlar da Bosna’nın başkenti Yayiçe’yi zapt etti. Tüm Ege Denizi’nde üstünlük, müttefik haçlı güçlerinin eline geçmiş, haçlı ablukası Çanakkale Boğazı’na kadar genişlemişti.

Fatih, büyüyen ve gittikçe daha tehlikeli bir hâl alan bu duruma âcilen müdahale ederek karadan ve denizden köklü askerî tedbirler aldı. Bir yandan Mahmud Paşa’yı kuvvetli bir orduyla Mora’ya gönderdi. Osmanlı, bu müdahalenin ardından Mora’da üstünlüğü yeniden tesis etti. Öte yandan donanmayı takviye etmek için Kadırga limanı tersanesini yaptırdı. Çanakkale Boğazı’ndan İstanbul’a yönelebilecek tehditlere karşı Çanakkale Boğazı’nın her iki kısmına Sultaniye ve Kilitbahir kalelerini inşa ettirdi. Balkanlarda baş gösteren tehlikeye karşı karadan bizzat harekete geçen Fatih, Bosna ve civarındaki askerî gücünü tahkim ederek Arnavutluk üzerine yöneldi. Bir yandan da Venediklilerle barış görüşmelerini başlatarak hıristiyan ittifakını dağıtma yollarını aradı. Arnavutluk içlerinde İlbasan Kalesi’ni yaptırarak buraya bir miktar asker yerleştirdi. Fakat Arnavutluk’ta askeri hâkimiyet tam olarak kurulamadı. Nitekim Fatih, bu geçit vermez coğrafî bölge için bir müddet sonra yeniden dönerek uğraşmak zorunda kaldı.

Nihayet Ege adalarının büyük çoğunluğunun Osmanlı hâkimiyetine girmesinin ardından 1479 yılında Venediklilerle bir barış yapıldı. Buna göre Venedikliler, her yıl için 10 bin altın vergi ödeyecekler, İstanbul’da elçi bulundurabilecekler, kaybettikleri adaların bulunduğu Ege’de serbestçe ticaret yapabileceklerdi.

OSMANLI-AKKOYUNLU MÜCADELESİ VE OTLUKBELİ SAVAŞI (1473)

İran merkezli göçebe geleneğine bağlı güçlü bir devlet olan Akkoyunlular, Doğu Anadolu’da Fırat ve Dicle nehirleri arasında kurdukları hâkimiyeti Anadolu’nun diğer bölgelerine de yayma arzusu taşıyordu. Nitekim rakibi Karakoyunluları 1467 yılında ortadan kaldırıp topraklarına el koyduktan sonra Karamanoğulları Beyliği’ndeki taht kavgalarına da müdahale etti.

Bu durum Türklerin yönettiği iki müslüman devleti karşı karşıya getirdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Timur’un siyasetini izleyerek Orta Anadolu işlerine karışıyor; Fatih’in etkisiz hâle getirdiği beyleri de himaye ediyordu. Ayrıca Trabzon-Rum İmparatorluğuyla da dayanışma içerisinde bulunuyordu. Daha da önemlisi, Osmanlı’ya karşı Venedik, Kıbrıs ve Rodos şövalyeleriyle işbirliğine yönelik müzakerelerde bulunuyordu. Nihayet Uzun Hasan’ın 1472 yılında Tokat’ı yağmalaması ve Karamanlı güçleriyle birleşerek Akşehir’i alması iki devleti Otlukbeli mevkiinde karşı karşıya getirdi.

Fatih’in 100 bin kişilik ordusu, rakiplerini bu mevkide kesin bir bozguna uğrattı. Böylece doğuda tehlikeli bir şekilde ilerleyen Uzun Hasan bertaraf edilerek ikinci bir Timur vakasının yaşanması engellenmiş oldu. Yenik hükümdar; Karahisar Kalesi’ni teslim ettiği gibi, Osmanlı’ya karşı bir daha saldırmayacağına yemin ederek barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu kesin zaferin ardından Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri, Torosları ve Akdeniz eteklerini ele geçirerek Karaman ülkesini hâkimiyet altına aldı.

FATİH’İN İTALYA ÜZERİNDEKİ EMELLERİ VE OTRANTO SEFERİ (1480)

Bizans İmparatorluğu’na son verip Hazret-i Peygamber’in müjde ve iltifatına mazhar olan Sultan Fatih, Akdeniz’in kapısı anlamına gelen Rodos Adası’nı almak ve Roma İmparatorluk tacını da ele geçirmek istiyordu. Bunun için askerî olarak İtalya’ya sarkmak gerekiyordu. Bu amaçla görevlendirilen Mesih Paşa, Rodos’u almaya teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. Ancak Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir donanma, şiddetli bir kuşatmanın ardından Otranto şehrini almayı başardı. Böylece İtalya’da bir köprübaşı kurulmuş oldu. Gedik Ahmed Paşa Otranto’ya bir miktar asker yerleştirerek Arnavutluk’a geçti ve «Çizme»yi bütünüyle ele geçirmek için hazırlıklarını yoğunlaştırdı. Türklerin İtalya’ya çıkması çok büyük bir heyecan yarattı. Artık hedef Roma idi. Papa, Roma’dan ayrılıp Fransa’ya sığınmak için hazırlık yapıyordu. Akdeniz’den esen Türk rüzgârının meydana getirdiği endişe ve şaşkınlık Fatih’in beklenmedik vefat haberiyle ortadan kalktı. Fatih, çıktığı son seferinde Gebze yakınlarında Sultançayırı olarak bilinen yerde ânî olarak vefat etti (1481).

Kaynaklar, vefat sebebini tüm Osmanlı hükümdarlarında görülen ve halk arasında gut/damla olarak bilinen nikris hastalığına bağlamaktadır. Ancak Âşıkpaşazâde tarihinde ölümünün özel doktoru İtalyan asıllı Yâkub Paşa’nın yavaş yavaş zerk ettiği zehirden olduğu yönünde farklı bir rivâyet de bulunmaktadır. Fatih’in vefatı üzerine Gedik Ahmed Paşa Otranto’yu terk ederek geri çekilmek zorunda kaldı.2

FATİH’İN ŞAHSİYETİ

30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya gelen II. Mehmed; henüz on bir yaşındayken Manisa’ya vali olarak gönderilmiş, ağabeyinin beklenmedik ölümü üzerine Osmanlı tahtının tek vârisi olarak kalmıştı. Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak hakkıyla Fatih unvânını alan Sultan Mehmed; 1481 tarihine kadar 30 sene padişahlık etmiş, bizzat 21 sefere katılmıştır.

“Yıl oldu sefere gitti. Yıl oldu ki, iki-üç seferi birlikte yaptı. Mevcut Osmanlı mülküne on sekiz iklim kattı. Anadolu’da tek bir hıristiyan devleti bırakmadı.”3

Kaynaklar; Fatih’in son derece atılgan, şan ve şerefine düşkün, sert mizaçlı, zevk ve sefaya sırtını çevirmiş, büyük hükümdarlarda mutlaka olması gereken kudretli bir asker ve diplomat kişiliğe sahip bir padişah olduğunu nakletmektedir. Türkçe, Rumca ve Slâv dillerini ileri seviyede bildiği gibi; Farsça ve Arapçaya da hâkimdi. Aynı zamanda güçlü bir şairdi ve «Avnî» mahlâsıyla şiirler yazmıştı. Bu özellikleri, geniş görüşlü bir kültür adamı olmasına büyük katkı sağlamıştır. Fatih, din ve felsefe alanında da mukayeseli bir birikime sahipti. Her nerede yüksek bir âlim duysa, onu İstanbul’a getirmek isterdi. Meşhur astronomi bilgini Ali Kuşçu’yu ve büyük fıkıh âlimi Molla Câmî’yi de İstanbul’a davet etmiş; hak ettikleri izzet ve ikramla da gönüllerini almıştır. Meşhur İtalyan ressam Bellini de İstanbul’a gelerek Fatih’in resmini yapmış ve o da büyük bir himaye görmüştür.

Fatih Sultan Mehmed, yönetim alanında da birçok yeniliğe ve gelişmeye imkân hazırlamıştır. Her şeyden önce büyük bir devlet için gerekli olan yeni kanunlar yaptırmış ve bunları yürürlüğe koymuştur.

«Saltanat Verâseti»ne dair çok tartışılan «Fatih Kanunnamesi», devletin parçalanmasına yönelik kaygıları giderme maksadını taşıyordu. Dîvân-ı Hümâyun’un oluşumunu temel esaslara bağlayan kanun ile devlet hizmetlilerinin görevlerine dair kanunlar, «Konargöçer Devlet» anlayışından müesses devlet anlayışına geçildiğini gösteren belgelerdir. Buna göre, devlet görevlileri; «Bâbu’s-Saâde» ve «Bâb-ı Âlî» nâmıyla iki bölüme ayrılmaktaydı. Bu kanun ayrıca Osmanlı’ya mahsus orijinal kurumlar olan Enderun ve Bîrun yöneticilerinin görev ve yetkilerini de tanımlıyordu.

Esaslı bir teşrifat geleneğinin oturtulması, vakıflar kanunu ve devletin maliyesini tanzim eden diğer kanunların yürürlüğe konulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devletine yakışır düzenlemelere kavuşmuştur. İlk Osmanlı altın parası da yine Fatih döneminde (1478) «Venedik Dükası»nın vezin ve ayarında İstanbul’da basılmıştır. Bu parayla birlikte Osmanlı’da yeni malî politikalar izlenmeye başlanmıştır.4

______________________

1 Prof. Dr. Ş. TEKİNDAĞ, Ders Notları, s. 25.
2 Osmanlı Tarihi, İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, c. 2, s. 76.
3 Osmanlı Tarihi; İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, c. 2, s. 144.
4 Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ziya KARAMURSAL, TTK Yayınları, s. 209.