GÖZ ÇOKLUĞUNA GÖRE…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Aynı şeye, aynı yerde, aynı zamanda…

Biri baktı;

“–Göremiyorum!” dedi.

Biri baktı;

“–Hayal meyal…” dedi.

Biri baktı;

“–Sanki…” dedi.

Biri baktı;

“–İşte!” dedi.

Biri baktı;

“–Hani?” dedi.

Biri baktı;

“–Görmüyor musun?” dedi.

Biri baktı;

“–Boş bir vehim!” dedi.

Biri baktı;

“–Bu ne körlük!” dedi.

Biri baktı;

“–Uyduruk bir zan!” dedi.

Biri baktı;

“–Ne müthiş hakikat!” dedi.

Biri baktı;

“–Yalan!” dedi.

Biri baktı;

“–Gerçek!” dedi.

Biri baktı;

“–Çirkin!” dedi.

Biri baktı;

“–Ne kadar güzel!” dedi.

Biri baktı;

“–Yok!” dedi.

Biri baktı;

“–Var, var, var!” dedi.

Biri baktı;

“–Vay!” dedi.

Biri baktı;

“–Hay!” dedi.

Biri baktı;

“–Yuh!” dedi.

Biri baktı;

“–Bravo!” dedi.

Biri baktı;

“–Halüsinasyon!” dedi.

Biri baktı;

“–Güneş gibi âşikâr!” dedi.

Biri baktı;

“–Görülse neyse!” dedi.

Biri baktı;

“–Görülmese neyse!” dedi.

Bunlardan başka;

Daha nice bakışlar, nice farklı tespitler sergiledi ve neler neler söyledi.

Hepsi de göz göre göre söyledi.

Hepsi de iki gözünü iyice açarak söyledi.

Bazıları, sadece kafa gözü ile perde üzerindekileri seyredip söyledi.

Bazıları da, gönül gözünü de kattı ve görünenin ardındaki görünmesi gerekeni de hissederek söyledi.

Bazıları ise; her özelliği bir göz hâline getirdi ve görünmeyenleri bile görünen kadar net gördü, vukûfiyetle temâşâ etti ve öyle söyledi.

Hangisinin söylediği doğru?

Cevabı ortada.

Gözlerin çokluğuna, yokluğuna, azlığına ve bozuk olup olmamasına göre tespitler isabetli ya da isabetsiz.

Aynı şey hakkında kâh birbirine yakın, kâh birbirine çok uzak, kâh birbirine tamamen zıt ve bin bir farklı görüşler ve söyleyişler; hep bakış kapasitesine göre.

Bakış kapasitesi kimde daha fazla ise, onun söyledikleri daha fazla hakikat ekseninde.

Çünkü görme kapasitesi ne kadar çoksa, hakikat o kadar nettir.

Çünkü;

Görmeden anlamak mümkün değildir. Fark etmek de mümkün değildir. Gerçek îman da mümkün değildir.

Fakat her şey, farklı bir göz gerektirir.

Yani kafa gözü, her şeyi görmeye yetmez. O, karanlıkta kapalı kalır. Kapakları örtüldüğünde çalışmaz. Dalgın ve bozuk olursa, bakar kör olur, temâşâ edemez. Hele mücerret/soyut hakikatleri görmesi asla mümkün değildir.

Fakat insan, görmek mecburiyetindedir.

Bilhassa mânevî olanı, maddî olandan daha fazla net görmek mecburiyetindedir. Rûhu, cesetten daha âşikâr seyretmek mecburiyetindedir.

Bu mânâda;

Görmeden yaşayamaz.

Görmeden idrâk edemez.

Görmeden insan olamaz.

Bu öyle kuvvetli bir hakikattir ki; insan görmediği zaman, diğer gördükleriyle görmediklerini telâfi yoluna gider. Fakat bu, sapmadır. Meselâ yüce Yaratıcı’yı görmeyince buna karşılık gördüğü taş parçasını O’nun yerine koymaya kalkışır ki, bundan kötü bir sapma yoktur.

Dolayısıyla;

Hakikatler karşısında bu ve daha başka sapmaların olmaması için kafa gözüne ilâve gözler gerek. Hangi şey hangi gözle görülebilecekse o göze sahip olmak gerek. Zira ancak gönül gözüyle görülebilen bir şey, iki değil iki bin kafa gözüyle bile görülmez.

Bu bakımdan;

İnsanda iki gözün dışında ne kadar göz oluşursa o kadar temâşâ ve vukûfiyet artar. Basîret, göz çokluğuna bağlıdır. İleri görüşlülük de göz çokluğu ister.

Göz çokluğu, gerçek ve faydalı ilmin de irfanın da en temel vasıtası.

Göz çokluğu, doğru bilginin pencereleri.

Göz çokluğu, doğru anlayış ve idrâkin güneşi.

En doğru eğitim de, insana en fazla göz kazandıran eğitimdir.

Yani;

Eğitimin temel özelliği, yapabildiği göz üretimidir. Kimi eğitimler, kütüphane dolusu bilgi yığar da bir tane bile göz kazandırmaz. Bu, insanı kitap yüklü merkep hâline getirmektir. Asıl eğitim; öğrettiği bir kitap ile insana binlerce göz kazandırır da o her şeyi bir kitap hâlinde bütün detaylarıyla okur, sadece bir yaprakta bir kütüphanelik malûmat görür.

Bu gerçekten habersiz olanlar; gözü, sadece iki zanneder.

Oysa;

Allah, insana kafamızdaki iki gözden farklı olarak sayısız gözler vermiş. Fakat üzerleri perdeli. Açmasını bize bırakmış. Perdeleri açabilenler, başka gözlerle de görmeye başlarlar. Eğitim, işte o perdeleri açma işidir. O perdeleri yakma işidir.

Perdeler açıldıkça insan görür ki, kafa gözü sadece maddî bir pencere. Ondan daha ileride insana temâşâlar bahşeden nice gözler var.

Anlar ki;

Kafa gözü, olur veya olmaz. Onun hakikî görmekle pek de alâkası yoktur. Olsaydı, duvarın ardını görürdü. Ama göremiyor. Fakat bir göz var ki ne duvar tanıyor ne uzaklık. Her yeri ve her şeyi net bir şekilde görebiliyor. En kalın perdelerin ardını da görüyor, en uzak mesafeleri de.

Başındaki kafa gözü, aklı ve gönlü duvara toslatıp dört duvar esaretine mahkûm ederken; o göz bütün duvarları aşarak insanı yedi kat semâlara yükseltiyor.

O göz;

Şekilde kalmıyor. Rûhu da seyredebiliyor.

O göz;

Ötelere, daha ötelere bakabiliyor. Baktığını da mutlaka görüyor.

O göze sahip olan Hazret-i Ömer, bir bakışta Medine’den o kadar uzaktaki İslâm ordusunu yanında gibi seyrediyordu. Dağın arkasından çevrilip müslüman orduya tuzak kuran düşmanları fark ederek ordu kumandanı Sâriye’yi tâ Medine’den ikaz etti:

«–Ey Sâriye! Dağa dikkat et!» dedi.

Sâriye de yanındakiler de bu sesi işittiler.

İşte göz bu!

Fark edici. Tanıyıcı. İrfan ile dolu. Mârifet ile dolu.

İşte göz bu!

Bin bir göze sahip.

Bin bir göz.

Temâşâ ve idrak pencereleri. Hepsi iki kanatlı.

İşte bazıları:

Basar ve basîret gözü,

Akıl ve gönül gözü,

Îman ve amel gözü,

İlim ve irfan gözü,

İhlâs ve takvâ gözü,

Muhabbet ve mârifet gözü,

Tecrübe ve ibret gözü,

Sır ve hikmet gözü,

Hayır ve şer gözü,

Helâl ve haram gözü,

Olgunluk ve ihsan gözü,

Karakter ve şahsiyet gözü,

Ecel ve diriliş gözü,

Hak ve hakikat gözü,

Cennet ve cehennem gözü,

Merhamet ve şefkat gözü,

Rahmet ve af gözü,

Cömertlik ve kerem gözü,

Nezâfet ve zarâfet gözü,

Ahlâk ve iffet gözü,

Dünya ve âhiret gözü,

Şifâ ve devâ gözü,

Vefâ ve sadâkat gözü,

Dâvâ ve gayret gözü,

Hizmet ve himmet gözü,

Fetih ve zafer gözü,

Başarı ve tevâzu gözü,

Hamd ve şükür gözü…

Daha nice gözler var…

Her birinin durumu farklı, gördüğü, görebildiği farklı, değeri farklı.

Hepsi de olmazsa olmaz.

Çünkü;

Sayısız buudun olduğu bir kâinatta sayısız göz lâzım. Yoksa insan, kendini bile göremez. Mevzubahis gözler olmadığı zaman, o özelliklerin zıddı olan olumsuz ve kötü özellikler sökün eder. Adım attığı yerde çukur olduğunu göremeyenin hâli ne olursa, mevzubahis gözler olmadan hayatı yaşayanların hâli de aynı olur.

Bu duruma Hazret-i Allah;

“Şüphesiz ki, (gafillerde mad-dî) gözler kör değil, ama (onlarda) göğüslerdeki kalpler (mânevî gözler) kör!” (el-Hacc, 46) buyurarak dikkat çekiyor.

Özetle;

Yaratılışta insana nice gözler verilmiş. Ama gaflet sebebiyle kiminde kalın perdeler örtülü, kimi körelmiş, kimi unutulmuş, kiminin kendi bile farkında değil. Böyle olunca sayısız gözler, yok hükmünde kalıyor. O zaman zavallı insan göz göre göre kör yaşıyor.

Hâlbuki o gözler hayatın ve insanın özü.

Dolayısıyla eğitimde;

Gözleri kapatan perdeleri yakmak lâzım. Körelmişliği tedavi ettirmek lâzım. Sayısız gözlerin farkına varmak ve hepsini de kullanmak lâzım.

Çünkü;

İnsanın hangi hususta gözü kapalı ise o hususta noksandır, perişandır, saplantı içindedir. Üstelik bu saplantı; maksat hâline gelmişse, hüsran daha acıdır. O; kafa gözü dışındaki gözleri açmayı bile kat kat perdeler kapatmak, dünya ve âhiret gerçeğinden habersiz kalarak sahte bir rahatlık içinde olmak zanneder.

Onlar için Allâh’ın beyanı, zanları yakıcı:

“Kim burada (mânevî gözleri itibarıyla) âmâ ise, âhirette de âmâ olacaktır (âhiretin nimetlerinden ve cennet temâşâlarından mahrum kalacaktır)…” (el-İsrâ, 72)

Yani mânevî gözler, akıl ve gönle gerekli iç gözler olmayınca mahrumiyet, mahrumiyet. O iç gözler olursa da mazhariyet, mazhariyet.

Eğitimin en büyük başarısı, insandaki o gözlerin perdelerini açabilmek.

Gözleri çoğaltmak.

Unutmamalı;

Akıl gözü olmayana en akıllıca tablolar gösterseniz ne fayda!

Olmayan gözlerle görmek ne mümkün!

Gözler var ise;

Görmemek ne mümkün!