GENÇLİĞİN ZEMİNİ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Gül bahçeleri, bostanlar; bakımlı ve münbit topraklarda yeşerir. Kendi hâline bırakılmış arazi; ancak dikenlere, yılanlara, çıyanlara mekân olur. Bahçıvan; alın teri dökerek, en nâdîde gülleri derme gayretindedir bu yüzden. Aşk hasretiyle gönlü yanık Türkmen mutasavvıfı Fuzûlî’nin;

Sûya virsün bağbân gülzârı, zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek, verse bin gülzâre su.

diye inlemesinde; o Has Gül gibi olmasa da, bu gayretin yine de gülzâra vesile olacağına bir işaret vardır. Gül yetiştirmek; gerçekten de herkesin kârı değildir. Bu azim ve gayret, bir şairin dilinde şöyle terennüm edilir:

Yâr için ağyâra, minnet ettiğim ayb eyleme;
Bağbân bir gül için, bin hâre hizmetkâr olur.

Hele de, bahis mevzûu; bir insan ise… Ki o; «ilâhî nefha» ile paha biçilemez bir cevher kazanan, «vahy»e muhatap olmakla şereflenen, ihsan buyurulan değerler manzûmesini muhtevî rûhâniyeti ile bütün varlıkların fevkine yükselme istîdâdı taşıyan, «âlemin özü, yaratılmışların göz bebeği» olarak tavsif edilen… her vasata emânet edilemeyecek bir sanat hârikasıdır.

Bu cevherin, değerine uygun tarzda bir kalıbı mesabesindeki beden ise; aslı toprak olan ve yine ona dönen birkaç avuç atık madde hükmündedir ancak. Bundan dolayı; onu yaratan Allah Teâlâ -celle celâlühû-;

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (el-Kıyâme, 36) buyuruyor ve onu saâdete ulaştıracak yolu, bütün teferruatıyla önüne seriyor.

Âlemlere rahmet ve uyulacak «En Güzel Örnek» olan -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz; «insanın İslâm fıtratı üzere doğduğunu ve sonradan çevresinin durumuna göre inancının şekillendiğini» ifade buyuruyor; onun hayat safahâtı ile ilgili olarak. Çocuğun talim ve terbiyesinden de ebeveynin mes’ul olacağını îkaz buyuruyor.

Bu düstur çerçevesinde; aile içerisindeki her fert, karşılıklı hak ve vazifelerle birbirlerine bağlanarak bir saâdet vasatı tesis ediliyor; dünyada bir cennet tadı tadılıyor. Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın, oğlundan dâvâcı olan babanın hakkını araştırmadan önce, onun oğluna karşı vazifelerini yerine getirip getirmediğini araştırması da bu yüzden. Barış dîni olan İslâm’ı temsil edecek, onun rahmet nazarıyla ile dünyaya bakacak insanlar yetiştirmektir bütün mesele. İşte taşıdıkları şanlı medeniyet meş‘alesiyle asırları aydınlatan nesiller, bu zihniyetin eserleridir.

İbn-i Haldun’un;

«Mağlûpların galipleri taklit ettiği»ne dair bir müşâhedesi var.

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, İslâm dünyası topyekûn mağlûp durumuna düşmüştür.

İngiliz tarih filozofu Arnold Toynbee; Osmanlı için «durdurulan imparatorluk» tespitini yapıyor. Tabiî durduran sâik; dünyayı paylaşma ihtirasındaki, emelleri «haçlı» şablonunda şekillenen batı ülkeleri. İslâm coğrafyası, hükümran olan bu ülkeler tarafından hem ekonomik olarak hoyratça sömürülmüş; hem de cemiyeti istîlâ eden dünyevî (seküler) batı kültürü, bu âlemin hayat damarlarını yakıp kavurmuştur.

Batı karşısında geri kalmanın sebeplerinin doğru tahlil edilememesi, bir kısım aydınları yanlış kanaatlere sürüklemiş; redd-i mîras ederek, batıya perestiş derekesine düşürmüştür. İdarenin kilit noktalarına hâkim olan bu zümre mârifetiyle; içtimâî bünyeye, «batılılık, modernlik, ilerilik…» ambalâjı içerisinde batının hayat tarzı zorla giydirilmeye kalkışılmıştır. Cemil MERİÇ; böyle aydınları «müstemleke komiserleri»; bu hareketi de «cemiyete deli gömleği giydirme» olarak tavsif ediyor.

Dünyevî (seküler) bakış açısıyla şekillenen «ben» merkezli ithal hayat tarzında; ait olduğu kültürün tabiatı gereği dinden, hususiyle de İslâm’dan tecrit edilmişlik bahis mevzuu. İnsan benliğindeki «nefs» denen volkanın başıboş kaldığı, mukaddeslerin göz önünde bulunmadığı bu hayat tarzında esas olan, zevkçilik (hedonizm) dairesinde bu günü yaşamaktır. Heyhât; ruhları kavuran çöllerde, mutluluğu yakalamak ümidiyle seraplar peşinde tüketilen bir ömür demektir bu da.

Haberleşme vasıtalarının fevkalâde geliştiği, dünyanın «büyük bir köy» olarak tavsif edilmeye başlandığı günümüzde; artık çocukların, hattâ diğer aile fertlerinin iç disiplinin belirleyici tesiri altında kalmaları son derece zorlaşmıştır. An’anevî değerlerle, içtimâî vasattaki kabuller arasında kalan fertlerdeki rûhî tenâkuzlar; «kuşak çatışmaları»nı, içtimâî çatışmaları, huzursuzluktan başlayıp cinnetlere kadar varan vahim hâdiseleri doğurmaktadır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına suyun üstünde sürüklenen çer-çöpü gösteriyor ve;

“–Bir gün siz de düşmanlarınızın önünde böyle sürüklenip gideceksiniz…” buyuruyor. Ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı;

“–Sayıca az veya güçsüz olduğumuz için mi?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Hayır, aksine sayınız bugünkünden katbekat fazla olacak. Ama, sizin içinizde «vehn» olacak.” buyuruyor. Ashab;

“–Anamız-babamız Sana fedâ olsun. Vehn nedir ki, yâ Rasûlâllah?” diye sorunca;

-Aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle izah buyuruyor meseleyi:

“–Vehn, dünya sevgisi ve ölüm korkusudur.”

İşte zamanımızın pek çok meselesinin temelinde; bu, «âhireti unutturan bir dünya sevgisi ve hüsn-i kabul görmeyip kendisinden kaçıldıkça yaklaşan, hatırlanmak istenmeyen ölüm gerçeği» vardır.

«En güzel örnek» (üsve-i hasene) olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de tecessüm eden dînin değerler manzûmesine göre yerleşmiş içtimâî nizam yerine ikame edilmek üzere, cemiyete âdeta dayatılan bir batı tipi hayat tarzı var. Bu «çağdaşlık» adıyla kabullenilen hayat tarzında; içtimâî bünyenin, dînî kaidelerin tamamen dışında, hattâ aksi yönde inşa edilmesi bahis mevzuu.

Dînimizin nezih bir mevkie yükselttiği iffet timsâli kadın; bu öngörülen hayat tarzının belki de en önemli malzemesi ve istismar vasıtası. Eşitlik sağlamak vehmiyle; güreş, boks, halter gibi en ağır sporlarda bile yarıştırılan, en alâkasız ticarî reklâmlarda cezbedici madde derekesine düşürülen, cinsî husûsiyetleri istismar edilerek bir kazanç sektörü hâline getirilen… bir meta âdeta. Kadın hakları gibi güzel bir mefhumu yanlış şekilde işleterek, karşı cinsler arasındaki münasebetlerdeki sınırları kaldırmak, onu gayr-i meşrû bir zemine çekmek de diğer vahim bir husus.

Hatırlanacağı üzere; birkaç sene önceki bir kanun düzenlenmesinde, zinâ fiiline bir müeyyide konulması gündeme geldiğinde, birtakım siyasîler, kadın dernekleri, aydınlar bunu engellemek için sokaklara dökülmüş ve Avrupa Birliği’ni de harekete geçirerek maksatlarına ulaşmışlardı. Böylelikle; semâvî dinlerin hususiyle vaz ettikleri bir kaide yıkılmış, içtimâî yapının temeli olan aile, en azından psikolojik bir desteğini daha kaybetmiş oldu.

Kadın ve erkekler arasındaki gözetilmesi gereken mahremiyetin kaldırılmış olmasının vahim sonuçları, cemiyetin her kesiminde fazlasıyla görülüyor. Müstehcenlik ve teşhircilik; sanat kılıfı ile sergilerde, dergi-gazete yayınlarında, müzik, televizyon ve sinema dallarında fazlaca yer buluyor. Bazı şehirlerimize dikilen anıt ve heykeller, eski Yunan şehirlerini hatırlatıyor. Cinsî serbestliğin ve bu yöndeki yayınların, gençlerde erken bülûğa ermeye sebebiyet verdiği; bunun da biyolojik ve rûhî problemlere sebep olduğu, meselenin mütehassıslarınca ifade ediliyor.

İnternet yayıncılığında, Avrupa ve dünyada, istenildiği takdirde aile ve çocuklar için muzır yayınların engellendiği paketler sunuluyor. Son günlerde bizde de aynı yönde yayınlar için karar alınması gündeme gelince, maalesef yine bazı çevreler «sansür» iddialarıyla kararı iptal ettirmek için yoğun bir faaliyet içine girdiler.

İnsana bahşedilmiş en büyük bir nimet olan aklı esir alan içki de, modern hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak takdim ediliyor. Bu hayat tarzının menşei olan batıda, cemiyeti mümkün olduğu kadar koruyabilmek maksadıyla birtakım kısıtlamalar bulunmasına rağmen; bizde din ile irtibatlı görülerek, bu meselenin tartışılmasına bile yanaşılmamaktadır. Pek çok içtimâî fâcialara sebep olan, çeşitli suç nispetlerinde önemli payı bulunan, ruhları uyuşturarak ferdin cemiyete katkısını önleyen… bu içtimâî zehir, diğer uyuşturucu maddelerle birlikte, nesillerimizin tarlası mesabesindeki ilkokullara kadar inmiş durumdadır bugün maalesef.

Spor ve müziğin, gençliğin istîdatlarını geliştirici ve zamanını değerlendirici bir rolü var. Ancak boş, çorak kalmış gönüller için de bir uyuşturucudan farkı yok. Silâhlarını kuşanıp spor sahalarını dolduran, etrafı yakıp-yıkan çapulcular; küfür lâfzıyla takdim edilen konserlerde kendinden geçmiş, robotlaşmış yığınlar…

İnsanı dilhûn eden, içki ve uyuşturucu maddelerin de vazgeçilmezi olduğu bu ruh hâli ne ile izah edilebilir?

Üstad Necip Fazıl merhum;

“Futbol sahalarında «Gool!» diye bağıran kalabalıklar; «Ool!» diye bağırsalardı, neler olmazdı…” der; onların şuura yönlendirilebilmeleri hâlindeki müspet enerjilerine dikkat çekebilmek için.

İnsanların yaşayacağı, gençlerin yetişeceği vasat; onu fıtratından saptırmayacak bir husûsiyette olmalıdır. Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, Fransa Kralı’nı;

“Ülkende dans diye ahlâka aykırı bir oyun çıkmış. Bu benim memleketime de sirâyet edebileceği için, kaldırıla!” mealinde ikazı, bu hassâsiyeti sebebiyledir. İslâm’ın «emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker» olarak belirtilen âmir hükmü buna yöneliktir. Geçmişteki şanlı medeniyetimizde, devletler bu vazifeyi müesseseleştirmişlerdi.

Bu husus aynı zamanda; cemiyetin huzuru için, şahıslara da yüklenmiş bir mükellefiyettir. Ülkemizin bugün israf, içki, kumar, madde bağımlılığı gibi varlıkların en şereflisi olarak yaratılan insanı zelil durumlara düşüren menhiyatta; dünya ölçeğinde üst sıralarda olduğu kaydediliyor. Acımasız teröristler, masum insanları böcekler gibi katleden cânîler, soyguncular, vurguncular… gibi akla ziyan fiilleri irtikâp edenler başka bir gezegenden gelmeyip, bu vasatta yetiştiler.

Îman şairi merhum Mehmed Âkif; yapmakla yıkmak arasındaki keyfiyet farkını ve güzel bir eser için gerekli vasatı şöyle ifade ediyor:

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,
Onu en çolpa herifler de -emîn ol- becerir.
Sâde sen gösteriver; «İşte budur kubbe.» diye,
İki ırgatla iner şimdi Süleymâniyye.
Ama; «Gel kaldıralım.» dendi mi; heyhât o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.

Bu cümleden olarak; bu coğrafyanın tekrar gülzâra dönebilmesi için, ona uygun bir iklimin, çevrenin tesisi gerekiyor mutlaka.