Tebük’ün Tek Şehîdi Zü’l-Bicâdeyn ABDULLAH İBN-İ AMR EL-MÜZENÎ

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

“Kureyş, ensar, Müzeyne, Eslem, Ğıfar, Cüheyne ve Eşca‘ benim yardımcılarımdır! Onların yardımcısı da ancak; Allah ve Rasûlü’dür!” (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 2519-2521)

Sulh için mühürler basıldığı zaman; hicretin yedinci senesiydi…

Hudeybiye ile başlayan bu fetih; fevc fevc kalplerin fethiydi…

Karanlığın kesâfeti, yaklaşan fecr-i sâdıkın habercisi ve alâmetiydi…

Câhiliyyenin koyu karanlığında çırpınıp duran Müzeyne’de; iki yıldır emâreleri gözükmeye başlamış bir sabahın, sökün edip gelmesine ramak kalmıştı. Vakit tamam olunca, kalabalık bir heyetle Medine’ye ilk onlar gelecekti. Onların gelişiyle birlikte, hicret de nihayete erecek ve bundan sonra ardı arkası kesilmeyen hidâyet seferleri başlayacaktı. Topyekûn bir baharın gelişini müjdeleyen ilk kar çiçekleriydi onlar.1

Hazret-i Abdullah İbn-i Amr el-Müzenî -radıyallâhu anh-…

Müşrik akrabalarının içinde, müşrik amcalarının himayesinde, yetim bir mü’min…

Daha Efendiler Efendisi’yle hiç görüşmeden, kalben tanışmış ve îman etmiş bir bahtiyar…

Yeniden doğmuş gibiydi. İsmi de cismi de değişmiş; «Abdullah» olmuştu. Lâkin îman ettiğini ve Medine’ye, Allah Rasûlü’ne hicret edebilmek için fırsat kolladığını fark eden zengin amcaları; ona dünyayı zindan ettiler. Zincirlere bağlayıp hapsederek hürriyetten de mahrum ettiler. Kalbinden îmânını söküp alırız zannıyla tırnaklarını birer birer söktüler. Bir yere kaçamasın, diye elbiselerini çıkarıp çırılçıplak soydular. Ezâ, cefâ ve belâ; her cihetten taarruza geçsin ne gam! Îmânın halâvetiyle kıvâma ermiş bir mü’min gönle her dem safâ içinde safâ var!

Nihayet bir gün bu acıklı hâle merhamet eden annesi; oğlunun zincirlerini çözerek, ona kıldan dokunmuş kalın bir bicâd (çuval) getirdi. Çuvalı iki parçaya böldü Abdullah. Bir tanesini peştamal olarak vücudunun alt tarafına, diğerini de sırtına sararak gece karanlığında amcalarına görünmeden sessizce yola çıktı. Hicret yolunda son muhâcirlerdendi ve bütün yol hazırlığı iki parçalık çuldan ibaretti.

Aşkıyla sermest olduğu Sevgili’nin yurduna doğru günlerce yürüdü. Kızgın çöllerde, aç-susuz, kan-revan ve yalınayak, lâkin safayla, şevkle yürüdü. Medine’ye can atıp vardığında; üzerine sarmış olduğu kaba çuvalımsı kumaş, şiddetli sıcağın da tesiriyle vücudunu kesmiş, yara-bere içerisinde bırakmıştı. Meşakkatli bir yolculuk olmuştu ama olsun!

Boynunu büktü, edeple girdi Medînetü’n-Nebî’ye. Perişan hâlini görüp hayretle bakanlara;

“Allâh’a ve Rasûlü’ne hicret ettim.” diyordu. Ashab, onu alıp Mescid-i Nebevî’ye, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i saâdetine getirdiler. Mahcûbiyet içinde iki büklüm oldu. Dudaklarından dökülen kelimelere gözyaşları eşlik ediyordu:

“Ben geldim yâ Rasûlâllah! Müslüman ve mü’min olarak geldim! Amcalarım beni çırılçıplak soydular! Onun için huzûrunuza bu perişan vaziyette, bu kılıkla geldim!”

Ümmetine karşı şefkatli Nebî’nin, onu öyle yara-bere içinde, kan-revân içinde gören, rahmet yüklü bulut misali nurlu gözleri nemleniverdi. Taşan gözyaşları bereketli ırmaklar gibi mübârek yanaklarından aşağıya doğru süzülüp aktı.

“–Kimsin sen?”

“–Ben Amr’ın oğlu Müzeyneli Abdullâh’ım!..” diyerek Efendiler Efendisi’ne kendisini tanıttı ve başından geçenleri bir bir anlatmaya başladı. Nebîler Sultanı hikâyesini yaşlı gözlerle, sonuna kadar dinledikten sonra;

“–Demek sen de Abdullah’sın! Öyleyse bundan sonra senin fârik ismin; «Zü’l-bicâdeyn» olsun!” buyurup orada toplanan ashâbına döndü:

“–Bu kardeşinizi giydiriniz ki; Allah da size merhamet etsin!”

Ashâb-ı kiram, ona derhâl bir kıyafet buldu. Fakat adı; «İki çul sahibi» mânâsına gelen «Zü’l-bicâdeyn» olarak kaldı. Sevincinden uçuyordu âdeta. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, «Zü’l-bicâdeyn» ismini vererek ona iltifat etmişti. Ne büyük bir şerefti bu!

O günden itibaren gece-gündüz duâ ve ibâdetle Mescid-i Nebevî’nin suffe bölümünde itikâfta kalmayı tercih eden Zü’l-bicâdeyn, çok kısa bir zamanda Kur’ân-ı Kerim’den birçok sûreyi ezberlemişti.

Efendimiz’in yanından, sohbetinden bir dakika olsun ayrılmadı. Hattâ çoğu zaman Rasûlullâh’ın kapısının önüne gidip oturur, orada Kur’ân okur, evrâd u ezkârla meşgul olurdu. Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’ne gelerek, bu hareketin riyâ olup olmadığını sormuş, Efendimiz -aleyhissalâtü ve’s-selâm-;

“Ey Ömer! Onu kendi hâline bırak! Çünkü o, evvâhlardandır! (yani, Allah aşkıyla yanıp tutuşan ve O’na duâ duâ yalvaran, kalbi yanıklardandır.)” buyurmuştu.

Yaklaşık iki yıl geçmişti…

Receb ayının başı, hicretin dokuzuncu senesi…

Kur’ân’da «Zorluk Zamanı» diye zikredilen Tebük; Rasûlullâh’ın en son gazvesi…

Bizans İmparatoru Herakliyüs, Şam yakınlarında 40 bin kişilik bir orduyla savaş hazırlığına başlamış; Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassân gibi müttefik, hıristiyan Arap kabîlelerinin de desteğini almıştı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daima gizli tuttuğu yeri ve hedefi bu defa açıkça ilân ederek Tebük’ü işaret buyurdular. Cenâb-ı Hakk’ın fermanı da Rasûlü’nü teyit eyliyordu:

“(Ey mü’minler!) Siz hafif ve ağırlıklı (güçlünüz ve zayıfınız / hafif teçhizatlı ve ağır teçhizatlı / yaya olarak veya binek üzerinde / kolayınıza da gelse zorunuza da gitse) hep birlikte savaşa koşun! Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin! Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)

Bu seferin şartları hakikaten oldukça ağır ve zorluydu. Mesafe uzun, düşman kalabalık ve güçlüydü. Mevsim, hurmaların olgunlaştığı hasat mevsimiydi. Her tarafta kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Hicaz’da sıcaklığın en şiddetli günleri, âdeta insanları ağaçların gölgesinde yaşar hâle getirerek esir almıştı.

Allah ve Rasûlü’nün emir ve teşvikiyle İslâm ordusunun teçhizi için, başta Hazret-i Osman olmak üzere bütün ashab seferber oldular. Zi’n-nûreyn -radıyallâhu anh-, bin adet deve verdiği gibi her birine birer altın harcayarak on bin askeri donattı. Abdurrahman İbn-i Avf; beş yüz at, beş yüz yüklü deve ve on bin dirhemle bağışta bulunurken Efendimiz -aleyhissalâtu vesselâm- kendisine sordular:

“–Ey Abdurrahman! Ailen için bir şeyler bıraktın mı?”

“–Ya Rasûlâllah! İnfak ettiğimden daha fazlasını bıraktım!”

“–Peki! Onlara ne bıraktın?”

“–Allah ve Rasûlü’nün va’dettiği rızık ve hayrı bıraktım!”

Fârûk-i Âzam Ömer -radıyallâhu anh-, mal varlığının yarısını, Feyyâz-ı Kerem Talhatü’l-Cûd İbn-i Ubeydillâh ve Sıddîk-i Ekber Ebûbekir -radıyallâhu anhum ecmaîn- tamamını bağışladılar.

Samimî ve fedâkâr mü’minler, bütün imkânlarıyla yarış hâlindeydi. Ensardan Ebû Ukayl -radıyallâhu anh-, bağış olarak ancak iki ölçek hurma getirebilmişti. Bu iki ölçek hurmayı Allah Rasûlü’ne takdim ederken mahcuptu:

“İki gün boyunca tarlalara su çektim. Aldığımın yarısını aileme bıraktım, yarısı da bu! Allâh’a yemin ederim ki, verebileceğim başka bir malım olsaydı onu da verirdim!”2

Orada bulunan münafıklar, kaş-göz işaretleri yaparak bu aziz sahâbiyle alay ettiler. Âyet-i celîle ilâhî bir kahır tokadı sûretinde geldi ve nasipsiz ehl-i nifâka azabı müjdeledi:

“Sadakalar husûsunda mü’minlerden gönüllü bağışta bulunanlarla, güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları (lâf atarak) çekiştiren (kaş-göz oynatarak) alay eden (münafık)lar var ya; işte Allah (asıl) onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.” (et-Tevbe, 79)

Ard arda gelen âyetler, münafıkları maskaraya çevirmiş olsa da onların ayılacakları yoktu. Her zaman olduğu gibi, bu seferde de bozgunculuk yaparak nifak çıkarmaya devam ettiler. Bizans’ın gücünü hatırlatıp durdular. Böyle bir mevsimde, bu denli uzak bir sefere çıkmanın yersiz ve hatalı olduğunu söyleyerek müslümanların morallerini bozmaya çalıştılar. Sefer zamanı yaklaştıkça çeşitli bahanelerle Efendimiz’den izin isteyerek firar ettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de onlara izin veriyordu. Bunların bir kısmı Mescid-i Dırar’da Herakliyüs’e gönderdikleri Ebû Âmir’i beklemekteydi. Bir taraftan da Tevbe Sûresi âyet âyet inmeye devam ediyor, onların niyetlerini ve amellerini bir bir deşifre ediyordu.

Bu korkak gürûha karşılık kendisini Tebük’e ulaştıracak bir binek bulamadığı için ağlayan müslümanlar vardı. Bunlar; «Bekkâîn: Ağlayanlar» diye isimlendirilen on bir kişiydi. Bir binek bulabilmek için oradan oraya koşup durmuş, herkesin atlarına, develerine bindiği ve sefer emri beklediği bir hengâmda öylece kalakalmışlardı.

Abdurrahman İbn-i Ka‘b, Abdullah İbn-i Mugaffel, Haram İbn-i Abdullah, Irbâd İbn-i Sâriye, Ulbe İbn-i Zeyd, Sâlim İbn-i Umeyr, Seleme İbn-i Sahr, Ma‘kil İbn-i Yesâr, Amr İbn-i Humam, Amr İbn-i Ganme ve Abdullah İbn-i Amr Zü’l-bicâdeyn -radıyallâhu anhüm ecmaîn-.

Bunların hepsi de suffe ashâbından, dünyalık hiçbir şeyleri olmayan, garip ve yoksul kimselerdi. Olmasın ne çıkar! Tek sermayeleri olan canlarıyla; Allâh’a ve Rasûlullâh’a yakındılar! O’nun yanında ve omuz omuzaydılar!

Evet! Mâzurdular! Muaf tutulmalarına rağmen, gönülleri geride kalmaya bir türlü râzı olmuyordu. Son bir ümit Allah Rasûlü’ne gelerek yalvardılar:

“–Tebük’e gidebilmemiz için bize de bir binek verir misin yâ Rasûlâllah!”

O an Efendiler Efendisi, yanında bulunan her şeyi dağıtmış, tüketmişti. O, öyle bir Ekrem idi ki, hayatı boyunca; «Yok!» dememişti ama o an elinde yoktu. Bu samimî istek karşısında içi burkulup yanarak şöyle buyurdu:

“Sizleri teçhiz edip giydirecek ve Tebük’e gitmeniz için bindirecek bir şeyim yok!”

Elleri boş, gözleri dolu dolu, çaresiz geriye dönmüşlerdi. Bunda bir hikmet vardı. Çünkü Rableri katından onlara bir teselli ve tekrim olarak âyet nazil olacaktı:

“Kendilerini savaşa gönderesin diye gönüllü olarak Sana geldiklerinde; «Sizi bindirecek bir binit bulamıyorum» dediğin zaman, (Allah yolunda) infak edecek bir şey bulamamanın üzüntüsüyle gözyaşları içinde (çaresiz) geri dönenlere de (bir mes’ûliyet ve günah) yoktur.” (et-Tevbe, 92)

Cenâb-ı Hak, bu on bir mücâhidi âyetle teselli ederken duâlarına da icâbet buyurarak Hazret-i Yâmîn3, Hazret-i Abbas ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhüm- vasıtasıyla binecekleri develeri de lutfetti. Hüzünlü ağlamaları sürurlu gözyaşlarına dönüştü. Kapılar onlara da açılmıştı artık. Harbe gidiyorlardı. Rablerinin bu nimeti karşısında minnet ve şükranla ağladılar.4

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’de vekili olarak Muhammed İbn-i Seleme -radıyallâhu anh-’ı bırakıp Hazret-i Ali’yi de ehlibeytinin başına mes‘ul tayin etmişti. Bu, onun hicret günü emânetleri teslim için geride kalması gibiydi. Çünkü sefer mesafesi uzaktı. Ehlibeytin başına yine ehlibeytten birisinin bırakılması gayet münasipti. Zaten Allah Rasûlü’nün emri, Hayber’in Hayderi’ne muhayyerlik hakkı da bırakmıyordu.

Vazifeleri dedikodu ve koğuculukla insanların kalplerine şüphe tohumları saçarak etrafı ifsad etmek olan münafıklar, aslı astarı olmayan bir şâyia yaydılar:

Güyâ; «Hayder-i Kerrâr Ali, tembellik edip savaşa katılmak istememiş(!) Efendimiz de bu yüzden onu savaştan muaf tutarak Medine’de bırakmış(!)» dediler.

Zaten seferden mahrum kalmanın hüznüyle zağlı kılıç Zülfikâr’ın sînesi, çatlayacak hâle gelmişti. Bardağı taşıran bu son damla ile Murtazâ yerinde duramadı, yola koyuldu. Cüruf mevkiinde mola vermiş olan orduya ve Rasûl-i Ekrem’e kavuşup münafıkların dedikodularını haber verdi:

“–Ya Rasûlâllah! Beni kadınların ve çocukların arasında bırakma!”

“–Onlar yalan söylüyorlar! Ben seni dirâyetinle, ehlibeytimi himaye edip, işlerini de idare etmen için arkamda bıraktım. Benden sonra peygamber gelmemekle beraber Musa’ya göre Harun gibi benim halefim olmak hoşuna gitmez mi?” (Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd)

Sonra ashâbına dönerek Medine tarafını işaret buyurdular:

“Şu Medine’de kalan öyle kimseler vardır ki, bizler bir dağ yoluna, bir vadiye girdiğimizde onlar da bizimle birlikte yürüyormuş gibi sevap kazanırlar. (Yani, sevapta bize ortaktırlar.) Onları burada bulunmaktan (vazife, hastalık, yaşlılık gibi) birtakım meşrû özür ve mazeretleri men etmiştir”5

Hazret-i Ali bu iltifât-ı nebevî ile Medine’ye geri dönerken Tebük ordusu da Cüruf’tan ayrılıyordu. İşte o esnada Hazret-i Zü’l-bicâdeyn, devesini Efendimiz’in devesinin yanına doğru sürüp yakınlaştı:

“–Ya Rasûlâllah! Bir arzum var! Söyleyebilir miyim?”

“–Evet! Söyle Zü’l-bicâdeyn!”

“–Sizinle beraber yolunda seferi lutfeyleyen Rabbimin, Tebük’te de bana şehâdeti nasip etmesi için duâ eder misiniz?”

Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm- bir müddet sükût buyurduktan sonra bu ricâya şu duayla mukabelede bulundu:

“–Ey Rabbim! Zü’l-bicâdeyn’in kanını kâfirlere haram kıl!”

“–Yâ Rasûlâllah! Ben şehâdet istemiştim!”

Şehâdet aşkıyla kanatlanmış bir gönlün bu dua ile iktifâ edip durması elbette mümkün değildi.

Ordu artık Tebük’e varmak üzereydi. Yol boyunca içli ve yanık duâsına devam eden Zü’l-bicâdeyn -radıyallâhu anh-, yeniden Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına gelerek şehâdeti talep etti ısrarla:

“–Anam-babam Size fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Rabbimin rızâsı ve cennetine nâil olabilmem için duâ eder misiniz?” Nebîler Sultanı yine sükût buyurdular…

Halbûki; daha evvel yüz bin kişilik ordularıyla, Mûte’de karşılaştıkları üç bin İslâm mücâhidinden gereken dersi alan Rumların, cesaretleri kırılmış, mecalleri kalmamıştı. Şimdi ise, Nebiyy-i Müeyyed Efendimiz’le canlarını uğrunda fedâya hazır, otuz binlik ashâbı üzerlerine yürüyüp Tebük’e kadar gelmişken, gözleri korkmuş, ödleri kopmuştu. Bu yüzden gelemeyecek, kaçacaklar ve Tebük’te savaş olmayacaktı.

Ama Zü’l-bicâdeyn bundan habersiz, talebinde ısrar ediyordu. Habîbullâh’ın yapacağı bir duânın reddolmayacağının farkındaydı. Şehâdet; ebedî fevz u felâhı yakalama teminatıydı çünkü.

“–Ey Rabbim! Zü’l-bicâdeyn’in kanını cehennem ateşine haram kıl!”

“–Yâ Rasûlâllah! Ben şehâdet istemiştim!”

Şehâdet arzusuyla yanmış bir sînenin bu kadarla kanması elbette mümkün değildi.

İslâm ordusu Tebük’e vâsıl olunca çadırlar kuruldu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bir mektup yazdırarak o sırada Humus’ta bulunan Bizans İmparatoru Herakliyüs’e gönderdi. Birinci mektubu götüren Dihye İbn-i Halîfe el-Kelbî -radıyallâhu anh- vasıtasıyla gönderdiği bu ikinci davet mektubunda; ordusuyla Tebük’te olduğunu bildiren Allah Rasûlü, imparatora; müslüman olmasını veya cizye ödemesini, hiç olmazsa halkından İslâm’ı seçenlere engel olmamasını teklif ediyordu.

Mektubu alan imparator, hıristiyan Araplardan bir adamını çağırarak emretti:

“Bana, mektubunun cevabıyla birlikte, şu Zât’a gönderebileceğim, hâfızası kuvvetli bir elçi bulun!”

Bu iş için hıristiyan Araplardan Benî Tenûh’a mensup bir kişi seçildi. Hâdisenin devamını İbn-i Hanbel’den rivâyetle Tenûhî’den dinleyelim:

Herakliyüs bana bir mektup vererek şöyle dedi:

“–Mektubumu, O Zât’a götür. Sakın, O’nun söylediklerinden hiçbir şeyi unutma! Özellikle şu üç şeye dikkat eyle!

Evvelâ; yazmış olduğu kendi mektubu hakkında bana ne söyleyecek!

Cevâbî mektubumu okurken; «gece ve gündüz» sözünü zikredip anacak mı?

Son olarak; Bak bakalım! Sırtında farklı bir şey görebilecek misin?”

İmparator’un mektubuyla Tebük’e ulaştığımda geliş sebebimi bildirerek;

«–Efendiniz nerededir?» diye sordum.

«–İşte! Orada oturuyor.» diyerek bulunduğu yeri gösterdiler. Allâh’ın Rasûlü, ashâbının arasındaydı. Yanına varıp mektubu kendisine takdim ettim. Mektubu alınca beni de yanına buyur ederek sordu:

‘–Sen kimlerdensin?’

‘–Tenuh kabîlesinden bir kimseyim!’

‘–Ey Tenuhlu kardeş! Sen de, hanif olan İslâmiyet’e, baban İbrahim’in dînine girsen olmaz mı?’

‘–Ben bir kavmin elçisiyim ve o kavmin dînindenim!’

‘–Sen sevdiğini hidâyete eriştiremezsin! Bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir! (el-Kasas, 56)

Ey Tenuhlu kardeş! Ben Kisrâ’ya bir mektup yazmıştım. O mektubumu yırtıp attı. Allâh’a yemin olsun ki, kendisinin mülkü de öyle parçalanacaktır!

Hükümdarına da bir mektup yazmıştım. O onu tuttu ve yırtıp atmadı. Kendisi yaşadığı müddetçe halkı onun yüzünden sıkıntı çekmeyecek ve hayır görecekler!’

Kendi kendime;

«İşte, imparatorun beni uyardığı üç şeyden birincisi!» dedim. Bundan sonra Rasûlullah, Herakliyüs’ün mektubunu solunda oturan ashâbından birisine verdi.

«Mektubu okuyacak kimdir?» diye sordum. Adının «Muâviye» olduğunu söylediler.

Hazret-i Muâviye, mektubu okumaya başladı:

‘… Beni, genişliği gökle yerin genişliği kadar ve müttakîler için hazırlanmış olan cennete davet ediyorsun! O hâlde cehennem nerededir?’

Mektubunda Herakliyüs’ün sorduğu bu soru karşısında Hazret-i Peygamber;

‘Subhânallah! Gündüz gelince gece nerededir?’ buyurdu. İşte üçün ikincisi buydu. Ben hemen çantamdan bir ok çıkararak kılıcımın kınına bu sözü kazıdım. Mektubun okunması tamamlanınca Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

‘–Sen bir elçisin! Mektubumuza cevap getirdiğin için bizde bir hakkın var! Eğer yanımızda bağışlanacak bir şey olsaydı sana bağışlardık. Ne var ki biz sefer hâlindeyiz.’

Ashâbından birisi ayağa kalktı:

‘Ya Rasûlâllah! İzninizle ben vereyim!’ dedikten sonra yükünü açtı. Gayet kıymetli bir elbiseyi getirip bana verdi.

‘Bu bağışın sahibi kimdir?’ diye sorunca;

‘Osman’dır!’ dediler. Allâh’ın Rasûlü;

‘Bu elçiyi hanginiz misafir edip ağırlayacak?’ diye sorunca ensardan bir genç;

‘Ben yâ Rasûlâllah!’ diyerek ayağa kalktı. O ensârî ile birlikte ben de ayağa kalktım. Meclisten ayrılıyordum ki; nur yüzlü Peygamber seslenip beni geri çağırdı:

‘Ey Tenuhlu kardeş! Yanıma gel!’

Derhâl geri dönerek önünde oturduğum yere kadar gelip ayakta durdum. Allah Rasûlü, çaprazlama giydiği palaskasını omzundan çıkarıp abasını sırtından indirdi.

‘İşte! Emrolunduğun şey orada! İyice bak!’ buyurdular.

Halbûki ben bunu unutmuştum! Çevrelenen ashâbının arkasından bakınca bir de ne göreyim! Mübârek iki omzunun kürek kemikleri arasında kulak kıkırdağı yumuşaklığında büyükçe bir mühür vardı.”6

Cuma günü, otuz bin kişilik İslâm ordusu namaz için saf tutunca bütün insanlara hatip olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, Tebük meydanını dolduran ashâbına hitâben îrad ettiği meşhur hutbelerinde şöyle buyurdular:

“… İyi biliniz! İnsanların en hayırlısı; atının ya da devesinin yahut piyade olarak ayaklarının üstünde ölünceye kadar Allah yolunda koşuşturan kimsedir.

İyi biliniz! İnsanların en kötüsü; Allâh’ın kitabını okuyup ondaki hükümlere uymayan günahkâr, cüretkâr ve fâcir kimsedir…”

Allah yolunda şehid olmak için can atan Zü’l-bicâdeyn -radıyallâhu anh-, hutbeyi herkes gibi işitmişti. Bunu fırsat bilerek ashâbıyla birlikte çadırının önünde oturmakta olan Rasûl-i Ekrem’e yakınlaştı:

“Yâ Rasûlâllah! İnsanların en hayırlısı olabilmem için bana duâ buyurur musunuz?”

Fahr-i Kâinat Efendimiz, merâmını gayet iyi anlayıp bildiği sahabîsine mütebessim bir edâ ile nazar kılarak şöyle buyurdu:

“Allah yolunda harbe çıktıktan sonra, hayvanından düşüp ölsen de, hummâya yakalanıp hastalıktan ölsen de fark etmez! Şehidsin! Asla gam çekme! (Burada bulundukça ölümün her türlüsü) şehidlik için sana yeter!”

Ertesi gün Hazret-i Abdullâh’ı görenler alnında terlerle gayet hâlsiz gördüler.

“–Ne oldu? Neyin var Zü’l-bicâdeyn?” diye sorduklarında;

“–Hastayım!” diyebildi. Ateşler içinde yanan vücudu titriyordu. Hummâ hastalığına yakalanmış, Allah Rasûlü’nün haber verdiği sûrette şehâdeti tahakkuk etmeye başlamıştı.

Bundan sonrasını bir başka Abdullah’tan, Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-’tan dinleyelim:

O gece fecre yakın bir vakitte uyandım. Uzakta, karargâhın kenarında; hareket hâlinde meş‘aleler vardı. Işıkların geldiği tarafa gidip bakınca bir de ne göreyim! Abdullah Zü’l-bicâdeyn el-Müzenî vefat etmiş, ashab da onu taşıyorlardı. Fahr-i Âlem Efendimiz dahî oradaydı. Bir yere gelindiğinde Efendimiz’in işaretiyle mezar kazılmaya başlandı. Mezar hazır olup Allah Rasûlü de içine girince, Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer, Abdullâh’ı kabrine indirmek üzere tekrar yüklendiler. Rasûlullah Efendimiz onlara;

“Kardeşinizi bana iyice yaklaştırın!” buyurdu. Onlar da Abdullâh’ı yavaşça indirdiler.

Onu kucaklayıp alan Efendiler Efendisi, Tebük’ün tek şehidini sağ yanı üzerine kabre yerleştirdi. Sonra doğrulup şöyle niyâz etti:

“Allâh’ım! Şu mezarda yatan Abdullah’tan ben râzıyım! Sen de ondan râzı ol!”

O an dizlerimin üstüne çöküverdim. İçim gıptayla dolu dolu, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Keşke o indirilen ben olaydım! Keşke kucaklanan ben olaydım! Bu iltifât-ı Peygamberî ile defnedilen ben olaydım keşke! Allah Rasûlü’nün;

“Ben ondan râzıyım! Sen de râzı ol ya Râb!” sözünün muhatabı; bahtiyar Abdullah ben olaydım!7

Medine’ye hicret ettiğinde bütün sermayesi iki parça çul ile tam bir îmandı. Tebük’te bu isimsiz, meçhul kabr-i şerifte, Efendimiz’in âgûşunda Rabbine hicret ederken nasibi şehâdet oldu.

Allah Teâlâ cümlemize onun samimiyet ve sadâkatinden hisseler nasip eylesin…

Allah Teâlâ cümlemizi şefâatlerine nâil eylesin…

_____________________

1 Mekke-Medine kervan yolu üzerinde bir mıntıkada yaşayan ve Mudar’ın bir kolu olan Müzeyneoğulları, Hudeybiye’den sonra, 400 kişilik bir heyetle îman ederek Efendimiz’e biat eden ilk kabîledir. Medine’ye hicret de Müzeyne ile birlikte son buldu. Diğer kabîleler de, bu heyeti müteakip, grup grup gelerek İslâm’a dâhil oldu. Mekke fethi ile hızlanan bu akın, Tebük gazvesi sonuna kadar devam etti.

2 Ebû Ukayl Abdurrahman İbn-i Abdullah el-Ensârî. Bedir’den itibaren bütün savaşlara katıldı. Yemâme Savaşı’nda göğsüne isabet eden oku yerinden çıkarıp şehid olana kadar savaştı.

3 Hazret-i Yâmîn İbn-i Umeyr en-Nadrî. Yahudi Nâdiroğullarından îmanla şereflenerek müslüman olan iki kişiden birisidir.

4 İbn-i İshak, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzî, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143; İbn-i Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, IV, 161.

5 Hadîs’in sebeb-i vürûdu ittifakla Tebük Seferi’dir. Buhârî, Cihâd, Temennî, Megâzî; Müslim, İmâre; Ebû Dâvûd, Cihad; Tirmizî, Menâkıb.

6 Saîd İbn-i Ebî Râşid -radıyallâhu anh-, Tenuhlu elçiyle yıllar sonra Humus’ta bir kilisede görüşerek hâdiseyi bizzat ondan rivâyet etmiştir. Ahmed bin Hanbel, 3/441-2, 4/74-5; Ebû Ubeyd, 624-5; İbn-i Asâkir, Tarîhu Dımaşk, 1/417, 420.

7 İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 123, 227.