HER KALBE BİR KAPI VAR!

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Orhan, ömrünün en heyecanlı anlarından birini yaşıyordu. Kulaklarına inanamamıştı. Tilki Şevket, Yûnus Dede’ye gitmek için kendisine ricada bulunuyordu. Allâh’ın lutfu ile en olmayacak görünen bir şey olmuştu.

Orhan sevincini bütün hâliyle belli ederek;

“–Seve seve Şevket kardeşim, seve seve…” dedi.

Tilki Şevket de sevindi. Ancak biraz durgundu yine de. Sanki hem istiyor hem de çekiniyordu:

“–Ama…” dedi ve sustu.

Orhan sordu:

“–Hayrola, bir şey mi var, niye durakladın öyle?”

“–Ya Orhan, beni biliyorsun, nasıl bir vaziyette olduğumu da. Orada kendimi de seni de rezil etmeyeyim. Yol yordam bilmem. Üstelik çok kötü bir nâmım var. Sonra…”

Orhan, onun ne demek istediğini anlamıştı:

“–Hiç endişe etme! Yûnus Dede’nin gönül dergâhı, rahmet ve şefkatle dolu bambaşka bir âlem. Orası gönüllerin Hakk’a hicret yeri. Tevbe edenlerin dergâhı. Orada kimseyi ayıplama yok. Aksine güzel başlangıçların güzel besmelelerine tebrik var, takdir var, cennete rehberlik var…”

Bunun üzerine Tilki Şevket rahatladı:

“–O hâlde gidiyoruz. Kararım kesin.”

İki gün sonra.

Orhan ile Tilki Şevket, sanki kanat takmışlar gibi Yûnus Dede’nin sohbetine gidiyorlardı. Yolda Orhan’ın amcasına rastladılar. Turgut Bey, onları birlikte görünce bir anda öfkelendi, kan beynine sıçradı:

“–İkiniz yine bir arada, ha! Uzun zamandır ayrıydınız, bu sebeple, pek inanmasam da biraz düzelme var zannediyordum. Ne yazık ki aldanmışım! Sizi gidi reziller! Sizi gidi arlanmazlar! Yine ne haltlar karıştırmak için bir araya geldiniz? Kim bilir yine ne densizlikler yapacaksınız!..”

Orhan, edebini bozmadan cevap verdi:

“–Amcacığım, öyle deme! Ben hidâyeti seçtim, şimdi arkadaşım Şevket de çok şükür…”

Turgut Bey, dinlemek istemedi:

“–Bırakın bu kuru lâfları! Önceden o seni saptırmıştı, şimdi de sen onu saptırmış görünüyorsun, bravo doğrusu! Ne o, bir de hidâyet filân? Yahu, Tilki’nin hidâyetinden ne çıkar? Tilki işte! Çok geçmez senin de onun da hangi leşe konacağınız belli olmaz! Dün kafanız eroinle dumanlıydı, şimdi de dincilikle dumanlı, ne fark eder? Aman aman!”

Amca daha söylenecekti. Orhan sabır gösterse de Şevket, yıllarca kasvetinden harap olduğu ve artık nefret ettiği bu gaflet karşısında dayanamayıp patladı. Kendi yapısına göre olduğu gibi haykırdı:

“–Bey amca, siz ne acayip adamlarsınız. Biz yanlış yolda iken bir kere bile kurtarıcı bir el vazifesi görmediniz, sadece hakaret ettiniz. Şimdi doğru yola adım atıyoruz, ona da engel olmak için çengel çengel konuşuyorsunuz. Ağzınız bir yengeç gibi çalışıyor. Yahu siz insan nedir, insanlık nedir, hiç bilmez misiniz? Ölünce hâliniz ne olacak, hiç düşünmez misiniz? Benim çok şükür bugün iyice haberim oldu, fakat yıllardır sizin, Büyük Sanatkâr’dan hiç mi haberiniz yok! Yoksa siz de, olmayacak hayalet fikirlerin dumanında boğuldunuz mu? Bunları söylemek bana düşmez belki. Ama daha yeni düzelmeye adım atmışken sizin gaflet, cehâlet ve hamâkat dolu afyonlarınızı almaya hiç niyetim yok. Sana uğurlar ola bey amca…”

Turgut Bey, olduğu yerde çakıldı kaldı. Bir şeyler söyleyecekti, fakat ne söylese, Şevket’in söylediklerinin hakikatinde savrulacaktı. Çareyi susmakta buldu. Zaten Şevket de ona sırtını dönmüş yoluna devam ediyordu. Orhan da beraberinde.

Arkalarından sadece dudaklarını kemire kemire;

“–Yahu bunlara ne oldu böyle. Önceden gık diyemezlerdi, şimdi dilleri de pabuç gibi olmuş çıkmış!” diyebildi.

Orhan ile Şevket, gönüllerindeki sürûra gölge düşürmek istemediklerinden Turgut Beyin yanından hızla ayrılmışlar ve sohbet mahalline gelmişlerdi. Edeple ön safa geçip oturdular.

Yûnus Dede, her zamanki gibi mütevâzı ve vakarlı bir hâl içerisinde geldi ve kürsüye çıktı. Şevket, onu ilk defa görüyordu tabiî. Orhan’a koluyla dokundu ve fısıldadı:

“–Orhan, bu şahıs melek mi, insan mı?”

Orhan cevap verecekti ki, Yûnus Dede sohbete başladı:

“–Allah, insanı ahsen-i takvîm / varlığın en şereflisi olarak yaratmıştır. Öyle bir şereftir ki bu; Cenâb-ı Hak, bütün meleklere; «Âdem’e secde edin!» buyurmuştur. Secde etmeyen iblisi de huzûrundan ebedî olarak kovmuştur.

İşte her insanda bu şereften bir hisse var. Kim ona göre yaşarsa, yani ahsen-i takvîm olmanın özellikleri ve mahiyeti içerisinde yaşarsa, o kimse Allah katında değer kazanır. Allah, kendi yolunda böyle bir kıvam ile kul olan her insanı yüceltir, hattâ meleklerden daha üstün bir makama ulaştırır.

Yeter ki kul, tevbe ederek Hakk’a yönelsin.

Hazret-i Ömer, kızını diri diri gömen cânî bir baba iken tevbe ederek hidâyet iksirini içince meleklerden üstün bir müstesnâ şahsiyet hâline geldi. Gökteki yıldızlar misâli bir yüceliğe nâil oldu.

Tevbe ve hidâyet, öyle bir özelliktir ki; taş gibi, demir gibi sert ve duyarsız olan gönülleri bile yumuşatır, eritir, şekillendirir ve insanlık kubbesine yerleştirir.

Kurtuluş için böyle selîm bir kıvam gerek. Kalp için selîm bir kıvam.

Çünkü;

Allâh’ın huzûruna ancak selîm kalple, yani tasfiye edilen, bütün mânevî hastalıklardan arındırılıp içi ilâhî muhabbet ile doldurulmuş tertemiz bir gönülle çıkanların kurtulacağını Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Diğer taraftan nefsini temizleyemeyen ve Allâh’ın zikrinden uzak kalarak katılaşan kalplerin ise helâk olacağı yine Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir:

“… Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)

“…Allâh’ı zikretmek husûsunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Bu âyet-i kerîmeler ışığında Ebû Saîd el-Harrâz’ın şu sözü ne kadar mânidardır:

“Kâmil insan; Allâh’ın, kalbini temizleyip nurla doldurduğu kimsedir.”

Bu kemâlât / olgunluk yolu, her gönle açıktır. Her gönle kâmil insan olabilmek için yüce bir nasip mutlaka vardır.

Asla;

Hiçbir kimse hakkında; «Bu adam olmaz. Bundan ne çıkar!» demeyin.

Yorulmadan araştırın;

Mutlaka onun kalbine açılan bir kapı vardır.

O kapıyı bulamayıp da şikâyetçi olan kimse aslında kendisindeki başarısızlığı ve tembelliği dile getirmiş olur. Yani gireceği kapıyı kendisi bulamamıştır. Eğer bulabilse, görür ve bilir ki, herkesin bir anlayış ve idrâk ediş kapısı mutlaka mevcut imiş.

Her gönle bir kapı olduğu gibi her gönül için de bir kapı, olgunlaşacağı bir hidâyet ve rahmet kapısı da elbette vardır. İkisini de bulanlar, iki kapıyı bir edenler, madde ve mânâyı, dünya ve âhireti en doğru şekilde kavrar ve maksadına uygun olarak en güzel şekilde değerlendirirler.

Ne mutlu onlara!

Rabbim, mükâfâtını kat kat ihsân eylesin…”

Sohbetten sonra Yûnus Dede ile tanışma imkânı oldu. Sevinçten dili de gönlü de dâimâ şükür hâlinde olan Orhan, edeple Yûnus Dede’ye;

“–Efendim, meşhur Tilki Şevket denilen kardeşimiz tevbe ile istikamet buldu ve geldi.” deyince o mübârek muhabbet ve hidâyet deryası gönül, tebessümüyle de tebrik ettikten sonra:

“–Hayır Tilki Şevket değil, nasipli Şevket!” dedi.

Muhtelif hediyeler verdi. Seccade, tesbih, takke ve müstesnâ kitaplar…

Artık sıfatı «nasipli» diye anılacak olan Şevket, dönüşte Orhan’a kendi hâlini şöyle özetledi:

“–Orhan, Yûnus Dedemiz, her gönle bir kapı, her gönül için de bir kapı olduğunu söyledi ya; artık ben kapımı buldum… Artık gerçekten de çok nasipli bir Şevket’im.”