İMAM GAZÂLÎ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin Din Bilimleri dersini takip ediyorum. Uzaktan eğitimle lisans tamamlama usûlü sayesinde evimizden çıkmadan internetten ders dinleme imkânına sahip bulunuyoruz. Dersi veren hocamıza kısa mesajlar şeklinde soru sorma imkânına da sahibiz. Dersin muhtevası sebebiyle soru sormaya hattâ zaman zaman itiraz etmeye mecbur hissediyoruz kendimizi…

Çünkü dersin hocası öyle şeylerden söz ediyor ki, gayretimize dokunuyor. Meselâ bu zamanda din eğitiminin deskriptif bir usûlle; yani tarafsız, yorumsuz, sadece tasvir edici bir şekilde verilmesinden bahsediyor. Yani diğer dinleri kendi dînimizin ana kaynaklarına göre anlatmaktan vazgeçmeli, onların kendilerini anlattığı gibi anlatmalıymışız. Meselâ hıristiyanlar hakkında;

“Allah -celle celâlühû- Hazret-i İsa’ya İncil’i verdi. Fakat zaman içinde İncil tahrif edildi.” demeyecekmişiz. Çünkü hıristiyanlar İncil’in Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu iddia etmiyormuş ki. Onlara göre İncil bir siyer kitabı gibi insan eliyle yazılmış bir kitap imiş. Hem onlara göre Hazret-i İsa Allâh’ın peygamberi değil oğluymuş. Biz de öyle diyecekmişiz ve bunun yanlış olduğunu öğretmeyecekmişiz. Kısacası;

“Bizim inancımız doğru, diğer dinler yanlış.” demek bu çağın eğitim ve ilim anlayışına uygun değilmiş…

Dayanamıyorum:

“Hocam ilköğretim öğrencisi deskriptif eğitimden fayda görür mü? Henüz kendi inancını tanımayan bir çocuk için böyle bir eğitim tarzı uygun mu?” diyorum.

Sonunda hocamız da pes ediyor:

“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin din dersi hakkındaki kararı sebebiyle, din dersini bu şekilde tertiplemeye mecbur kaldığımızı…” ifade ederek mevzuu kapatıyor.

Anlaşılan zaten imtihanlarda hiçbir ağırlığı olmadığı için ihmale uğrayan din kültürü dersi, çocuklarımıza bir kimlik kazandıracak ve öz kültürünü edinmesini sağlayacak muhtevadan mahrum hâle getiriliyor. Bu durumda kendi kaynaklarımıza göre bir din kültürü ve eğitimi verme vazifesi tamamen ailelerin hususî gayretine kalıyor. İster istemez düşüncelere dalıyorum. Acaba aileler bu hususları biliyor mu ve yeterli gayreti göstermeye azimli mi?

Bu sırada aklıma İmam Gazâlî’nin babası geliyor…

Âlimlerin sohbetlerini dinlemekten büyük bir huzur bulan ve âlim olamayışına hayıflanan bir iplik eğiricisidir o… İki oğlunu ardında bırakıp bu dünyadan göçerken tüm varlığını tasavvuf yolundan ihvânı olan bir dostuna emânet eder ve;

“Bunları oğullarımın ilim tahsiline harcayın.” diye vasiyet eder. İhvânı da vasiyetini gücü yettiği ölçüde yerine getirir ve oğulları Muhammed Ebû Hamid ve Ahmed’in, devrinin âlimlerinden ders almasını sağlar. Artık iki kardeş doğdukları kasabadan ötürü «el-Gazâlî» nisbetiyle anılmaktadır…

Bundan 900 yıl önce İslâm medeniyetinin en parlak devirlerinden birinin idrak edildiği çağdayız. Hem de İslâm coğrafyasının kalbi, Irak’ta, Abbâsî halîfelerinin başkenti Bağdat’ta… Otuzlu yaşlarında pırıl pırıl bir zekâya sahip bir genç adam, etrafına toplanmış bilginlerin sorularını cevaplandırıyor. Verdiği cevaplarla devrin moda fikir akımlarına karşı ehl-i sünnet itikadını öyle sağlam bir şekilde müdafaa ve muhafaza ediyor ki bu ilmî toplantıyı tertipleyen, meşhur vezir Nizâmülmülk, ona Selçuklu sultanlarının himayesi altında kurulan Nizâmiye medreselerinin başına geçmeyi teklif ediyor. Bu teklifi kabul eden İmâm-ı Gazâlî, üç yüzden fazlası devrinin büyük âlimlerinden olmak üzere sayısız talebeye, ezberindeki yüz binlerce hadîsi ve bu sahih kaynaklara istinad eden ehl-i sünnet itikadını ve temel ilimlerini talim ettiriyor.

İmam Gazâlî; Kardeşi Ahmed Gazâlî’ye vazifesini bırakıp, görevinden ayrıldığı ve gâh çeşitli seyahatlere çıktığı, gâh uzlete çekildiği, muhtemelen en önemli eserlerini de kaleme aldığı döneme kadar büyük hizmetlerde bulunuyor. Fakat bu büyük âlim, bunca talebe yetiştirmesini, Bâtınîlik, Râfizîlik gibi siyasî maksatlarla yaygınlaştırılan bozuk akîdelerle olan mücadelesini, ukalânın haddini bilmez aklını, yine akılla mağlûp etmesini, âhiret hazırlığı nâmına yeterli görmemiş olmalı ki; kendisini tasavvuf yoluna vermeyi tercih eder. 11 yıl boyunca makamdan, mevkîden, siyasî meşgalelerden uzak durur, iç âlemiyle meşgul olur.

İmâm-ı Gazâlî’nin tasavvufta mürşidi, silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebû Ali Farmedî’dir. Onun huzûrunda kemâle erişip zâhir ilimlerinde olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde de büyük bir âlim olur. Hasan Sabbah’ın anarşistleri tarafından öldürülen Nizâmülmülk’ün, oğlu Fahrülmülk’ün ricası üzerine bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döner ve evinin yakınına bir medrese ve tekke yaptırır. Günleri insanları irşad etmekle ve tasavvufî eserlerini kaleme almakla geçirirken elli yaşını aştığı bu sıralarda âhirete irtihal eder.

Elli beş sene gibi kısa bir ömre çok büyük hizmetler sığdıran İmam, yalnız İslâm âlemini değil batı âlemini dahî aydınlatan bir ışık kaynağıdır. Hilmi Ziya ÜLKEN gibi felsefe profesörleri, batılı filozoflardan çok önce bazı felsefî problemleri gündeme getirenin İmam Gazâlî olduğuna dikkat çeker. Gerçekten de o, îmânî meseleleri aklın nesnesi yapmaya kalkışan filozoflara, aklın sınırlarını göstermekte son derece başarılı olmuştur. Öte yandan onun bunu yine aklı kullanarak yapmış olması, esasen akla ehemmiyet vermeyen bir insan olmadığını gösterir.

Devrin hadis âlimleri «dâhilî ilimler» yani «İslâm âlemine dışarıdan giren ilimler» diyerek bazı ilimlere uzak kalmaktadır. Ancak o, felsefeyi iyice incelemeye zaman ayırmakla ve ilimleri tasnif ederek, matematik, tıp gibi faydalı ilimlere de bir yer ayırmakla zamanının din âlimlerinden ayrılmaktadır. Felsefenin tümünü değil «metafizik» kolunu, dînin sahasına girerek îmânî meseleler üzerinde konuşmaya kalkışması sebebiyle tenkit etmektedir. Böylece îmânî mevzular ile aklın sahasının sınırının çizilmesi konusuna dikkat çekmektedir.

İmam Ebû Hâmid el-Gazâlî ilim sahasının yıldızı olduğu kadar, saldırgan bir grubun itikadını eleştirmekten çekinmeyen, büyük tehlikelere meydan okuyan bir mücâhiddir de… Onun hayatı boyunca daima Selçuklu sultanlarının ve vezirlerinin himayesi altında olduğunu ve emniyet içinde, rahatça ilimle meşgul olduğunu zannetmemek gerekir. Çünkü onun ilim öğrettiği medreseleri himaye eden Selçuklu sultanı da, veziri Nizâmülmülk de Bâtınî bir itikad yayarak siyasî hâkimiyetini kurmaya kalkışan Hasan Sabah tarafından öldürülmüştür. İmam Gazâlî ise onların itikatlarını çürütmek için kitaplar yazmaya devam ederek âdeta boy hedefi hâline gelmekten çekinmemiştir.

Hayat hikâyesinden ve iç âleminde yaşadığı hâllerden bahsettiği kitaplardan anlıyoruz ki o; aynı zamanda nefsini eleştirme, uhrevî endişeleriyle dünyevî hisler arasında yaşadığı gel-gitlerin farkına varma noktasında da son derece hassastır. Zaten imamın en önemli özelliği; yüksek zekâsının ve vicdânî hassâsiyetinin neticesi olarak bir meseleyi vuzuha kavuşturmadan, huzur bulamamasıdır. O, kuru kuruya ilim öğrenip öğreten bir mektep hocası değildir. Îmânını kelâmî delillere dayandırmak da onu tatmin etmemiştir. Bu yüzden ilme’l-yakîn derecesinden hakka’l-yakîn derecesine vâsıl olmak için tasavvuf yoluna yönelmiştir. Böylece îmânını bizzat kendi kalbinde yaşayıp tattığı hakikî bir huzur hâline dayandırma ihtiyacı hissetmiştir.

Çoğumuzun kütüphanesinde başköşede bulunan İhyâu Ulûmiddîn’in, Kimyâ-yı Saâdet’in ve bunlar gibi çok önemli eserlerin müellifi İmâm’a, ebedî âleme göçmesinin 900. sene-i devriyesinde Allah’tan ganî ganî rahmet diliyoruz. Ondan bu kadar asır sonra, milâdî 2011 yılında, yine onun devrinde olduğu gibi karışıklıklar içinde olduğumuz şu devirde, Mevlâ’mızın bu ümmete yeni İmam Gazâlîler yetiştirmeyi lutfetmesi için duâ ediyoruz.