İstanbul’un Yedi Tepesi YEDİ MEDENİYET MÜHRÜ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

İstanbul neresidir?

Fethiyle II. Mehmed’i Fatih Sultan Mehmed unvânına ve; “Ne güzel kumandan!” müjdesine mazhar eyleyen İstanbul, bugün suriçi, tarihî yarımada adlarıyla anılan bölgeden ibaret idi. Bugün Silivri’den Tuzla’ya İstanbul olarak adlandırdığımız bölge, 1453’ten çok önce İslâm ile tanışmıştı.

İstanbul yedi tepe… Bu yedi tepeyi de, bu gerçekten dolayı, Üsküdar’ın Çamlıca Tepelerinde yahut Beykoz’daki Yûşâ Tepesi’nde, Alemdağı’nda, Kayışdağı’nda aramak yanlış olur. Yedi tepe de asıl, merkez İstanbul’dadır.

Bugün seçim beyannameleri içinde iki yeni İstanbul’dan daha bahsediliyor. Parklardan, alışveriş merkezlerinden, beton veya çelik binalardan şehirler… Bin tane olsa Üsküdar’ın bir semti eder mi?

O hâlde nedir bir şehrin rûhu?

Sizin çok kıymetli bir arsanız olsa, üzerine ne yapardınız? Bugün otel, süit, gökdelen, alışveriş merkezi cevapları verilirken; geçmişte bu suale verilen cevap bir külliye idi.

Medine, şehir demektir. Medeniyet kelimesine ihtiyaç duyduğunda ecdadımız Medine’den türetmiş.

Batı uygarlığı, kendi «izm»le-rine uygun merkezler çevresinde kurulur. Bankayla, çarşıyla, otelle, kumarhaneyle… Heykelle, anıtla, çelik ve beton yığınlarıyla…

Bizdeyse şehri şehir yapan, merkezindeki mâbeddir. Mâbedinin yanı başındaki bir mâneviyat büyüğünün türbesidir. Onun bitişiğindeki hikmet ocağı kütüphânedir, ilim ocağı mekteptir, irfan ocağı hankâhtır, tekkedir; merhamet ocağı imârettir, vakıftır… Temizlik ve hayırseverlik ocağı çeşmedir…

Bunların hemen hepsinde hizmetler, ücretsizdir. Hayır-hasenattır. Masrafları ise vâkıflar ve bıraktıkları gelirleri tarafından karşılanır.

Fakat, kapitalist bir dünyada; pazarlama, satış, para akışı dinamodur. O sebeple, ne acıdır ki, o ecdat vakıflarının bir kısmı dahî, turistlerin tıkındığı lokantalar, nargile tüttürülen kahvehâneler olarak kullanılmakta bugün.

Bizim ecdadımız;

“İstanbul elbette fetholunacaktır.” işaret ve beşaretiyle;

“İstanbul’u aç, gülzâr yap.” tavsiyesi ve vasiyetiyle fethettiği İstanbul’u, sadece ele geçirmekle kalmamış; onun tenine de rûhuna da kendi mâneviyâtını sindirmiştir.

Bunun yolu İstanbul’un yedi tepesine yedi külliye inşâ etmek olmuştur. Böylece İstanbul, âdeta yedi kez daha fethedilmiştir. Neticesinde İstanbul’un, seyyahları, ressamları ve bugün fotoğrafçıları cezbeden, «mâbedlerin attığı bir imza» şeklindeki meşhur silûeti de ortaya çıkmıştır:

İstanbul silûeti: Mâbedlerin imzası…
Tâ uzaktan ses-şekil şahâdetin ihyâsı…
Derbeder gecekondu, gökdelenlerle zik-zak…
Kapkara grafikte kalbimizin iflâsı… (Tâlî)

Evet, o silûet gerçekten de, lâ ilâhe illâllah hattına benzer. Günde beş vakit yükselen ezan; o çizgileri, ses olarak da tazeler.

Medeniyet, sağlam temeller üzerine yüksek ve ulvî sütunlar yükseltmekle kurulur.

İstanbul, geçtiğimiz yıl Avrupa’nın Kültür Başkentlerinden biri idi… Fakat bu şehir, medeniyetin daimî başkentidir.

İşte İstanbul; ilim ve irfanı temsil eden iki denizin; doğu (kalp) ve batıyı (akıl) temsil eden iki kıtanın birleştiği bu temelde, yedi tepeyi temsilen;

1. Fetih ve adâlet;
2. Ruh ve mâneviyat;
3. Birlik ve beraberlik;
4. İlim ve sanat;
5. Merhamet ve hizmet;
6. Aşk ve hikmet;
7. Zevk ve zarafet.

sütunları üzerine kurulmuş hakikî bir medeniyet şehridir.

Gerdânı cihânın, güzel İstanbul’umuz, bak,
Tezyînini Osmanlı’ya lutfetti Hudâ’mız! (Tâlî)

İsterseniz tarihî sırasına uygun olarak bu tepeleri ve üzerine vurulmuş mânevî mühürleri; sahipleriyle tanıyalım:

BİRİNCİ TEPE…

Fetih ve Adâlet Mührü…

Fatih Külliyesinin bulunduğu mevki… Fetih şuuruyla dopdolu bir cihangir, fakat kadısının huzurunda ayakta bekleyen bir hakperver… Fatih Sultan Mehmed…

İnsanın bu dünyadaki vazifesi; nefsini terbiye edip, Hakk’a kul olarak yaşama gayretinden sonra; insaniyetinin gereği olarak ünsiyet ettiği, edeceği aile, mahalle, şehir, belde ve tüm cihan halkına karşı vazifelerini yerine getirmektir. Bu da hak-hukuk, adalet kavramlarını gündemimize getirir.

Bir mü’minin, nâil olduğu hidâyet nimetini, başka insanlara ulaştırma gayretine cihad, bunun zafere ulaşmış hâline fetih diyebiliriz. Hidâyetin mânâ ve muhtevasını geniş tuttuğumuzda, emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker için gösterilen tebliğ faaliyeti de cihad ve fetih rûhu içine girer.

İmtisâl-i «câhidû fillâh» oluptur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

diyen Fatih Sultan Mehmed, ömrünü bu dâvâya adamış; bu vazifeyi bi-hakkın îfâ eden Osmanlı hakanlarının en önde gelenlerinden biri olmuştur.

Cihad, kâfirlere karşı çetin ve metin olmaktır. Fakat o da adalet çerçevesindedir. Adâvet ancak zâlimleredir. Gayrimüslimi zulümden vazgeçirmek, İslâm’a davet etmek için onun üzerine gitmek, onun müslümanlar üzerindeki hakkını gözetmektir. Mes’ûliyeti yerine getirmektir. Sulh hâlinde ise, onun insanî haklarını ve inanç hürriyetini gözetmek yine mü’mine düşer.

Nitekim Fatih Sultan Mehmed, neticede tebaasından bir gayrimüslim olan Rum mimara verdiği bir ceza sebebiyle muhakeme edilir.

Bugün Üsküdar’da bulunan Eski Mahkeme binasında, İstanbul kadısı Hızır Beyden;

“Duruşma için ayağa kalk!” emrini alan Fatih, verdiği cezada haksız bulunarak kısasa mahkûm edilir, bu eşsiz adalete hayran kalan Rum mimarın diyet kabul etmesiyle; Fatih’in eli, kesilmekten kurtulur. Fatih, Rum mimara diyeti kendi malından öder.

Hazret-i Ömer, “el-Adlü esâsü’l-mülk / Adalet mülkün temelidir.” der. Zulm ile âbâd olunmaz. Zâlimler uzun süre pâyidâr olamamışlardır. Osmanlı’nın büyük bir coğrafyayı kolayca fethetmesinde de, uzun ve bereketli bir ömür sürmesinde de fetih heyecanı ve tebaasına verdiği adalet huzuru çok etkilidir.

İKİNCİ TEPE…

Diğer altı tepe Haliç’e hizalı olarak uzanırken, Samatya, Koca Mustafa Paşa semtine düşen bu tepe, yarımadanın Marmara tarafında kalmakta…

Diğer tepeler, selâtin yani sultanların yaptırdığı camilerle müzeyyen…. Yahya Kemal’in mü’min, mütevekkil ve uhrevî bir atmosfer içinde yaşayan halkıyla andığı bu tepede ise bir mânâ sultanı var: Sünbül Efendi…1

Ruh ve Mâneviyat Mührü…

Fetih bir coşkudur, heyecandır. Bu coşku ve heyecan, sahiplerine dünyevî bir haz da sunar. Aldatıcı bir hazdır bu. Fetih dünyevîleşirse, işgalden, istîlâdan ayırt edilemez olur. Çünkü maksat elde etmek değil, el uzatmaktır. Almak değil vermektir. Bu da ruh ve mâneviyâtın takviyesiyle mümkündür. Fatih’in yanı başında Akşemseddinlerin varlığı gibi, Osmanlı padişahlarının mânevî erenlerle beraberlikleri daima var olagelmiştir.

Sünbül Efendi’nin mürşidi Çelebi Halife’ye hürmet gösteren, vezîr-i âzamı Koca Mustafa Paşa’nın yaptırdığı caminin dergâhını kendisinin emrine veren, İstanbul civarında büyük bir deprem olunca bu zâtı duâ için hacca gönderen, velî sıfatlı Sultan Bâyezîd’in kendi yaptırdığı külliye dördüncü tepede. Fakat onu ruh ve mâneviyat harcı içinde burada zikredeceğiz.

Ruh ve mâneviyâtın bir şehre yansıması ise öze bağlılık, yerlilik olacaktır. Bâyezîd, İstanbul mimarîsini şekillendirmek için hizmete hazır olduğunu söyleyen Leonardo da Vinci’yi reddetmiş, böylece Sinanların, Sedefkâr Ağaların önünü açmıştır. Onun mimarîde yaptığı bu vazife, kardeşi Cem’in; «Devleti bölelim!» teklifini reddetmesi gibi basîret ve firâset eseridir.

Sultan Bâyezîd’in; babası Fatih, kardeşi Cem ve oğlu Yavuz arasında sakin, durgun bir görüntüsü vardır. Fakat bu, tefekkürün sükûneti ile hitâbetin canlılığını karşılaştırmak gibidir. Hatibin haznesi, durgun tefekkür zamanlarında biriktirdikleriyle doludur.

Canlı, heyecanlı fetihleri, hep böyle zâhirde hareket ve canlılık göstermeyen dervişlerin gönül fetihleri takip eder. Fethedilen topraklara, ribatlar, tekkeler kurulur. Çevresine Anadolu’dan mü’min, mütevekkil, ahlâk ve şahsiyet âbidesi aileler taşınır. İşte fetih ve adalet de böyle bir ruh ve mâneviyat ile tamamlanır.

Sünbül Efendi, Merkez Efendi, Tokadî Hazretleri, Ebu’l-Vefâ Hazretleri, Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî ve daha nicesi İstanbul’un mânevî sultanları olarak şehrin silûetinde değilse de ruh portresinde en büyük renk ve desenlere sahiptirler.

ÜÇÜNCÜ TEPE…

Bâyezîd-i Velî’nin kabına sığmaz oğlu, Yavuz Sultan Selim’in mütevâzı, sade ve halkla iç içe bir şekilde tesis ettiği Yavuz Selim Külliyesinin bulunduğu mevkî… Şarkta birliği ve dirliği, kardeşliği tesis eden Yavuz’un mührü…

Birlik ve Beraberlik Mührü…

Osmanlı düşmanlarının en çok saldırdığı üç sultandan biridir Yavuz… Abdülhamid ve Vahideddin Hanlara niçin muğber olduklarının izini yakın tarihteki hâdiselerden sürebiliriz. Fakat Yavuz’a bu düşmanlık neden?

Yaptıklarına bakmalı:

Yavuz Sultan Selim Han, bugünün sıcak gündeminde olan meselelere dört buçuk asır önce neşter vurmuş ve en az üç-dört asır ertelemiş. Bugün hem ülkemizde etnik, hem İslâm âleminde farklı birçok sebeple birlik, beraberlik ve kardeşlik imtihanı yaşanıyor.

Bölmek isteyenler; Yavuz’a, birleştirdiği için düşmanlar.

Yavuz; İslâm kardeşliğini, mukaddes emânetleri, Kur’ân’ın gür sadâsını, hilâfetin mânevî ağırlığını ve en mühimi Haremeyn hizmetkârlığını ümmeti birleştirmekte, kaynaştırmakta nurlu bir harç eyledi.

O harcın unsurlarına husûmet besleyenler, Yavuz’a kin kusuyorlar.

Fakat bugün de yarın da, birlik ve beraberlik için İslâm kardeşliğinden başka çare görünmüyor. Bir de çare olacağım diye, ümmeti pâre pâre etmek, yâreler içinde bırakmak için fırsat kollayan uçaklar, füzeler…

Fatih Sultan Mehmed, tebaasının İstanbul’un fethine hazır olup olmadığını sınamak için, tebdîl-i kıyâfet Edirne esnafını dolaşır ve bir dükkândan alışveriş yapar. İkinci bir şey alacağında, dükkân sahibinin teklifi; eşsiz bir kardeşlik ve fedâkârlık misali olur:

“Komşumda da aynı fiyattır, ben siftah ettim, bunu ondan alsanız da o da siftah etse?”

Fetih müjdesine erebilecek, «güzel ordu»nun en lüzumlu vasfı budur:

Yüreklerin birlikte vurması…

DÖRDÜNCÜ TEPE…

Yavuz’un oğlu Kanunî Sultan Süleyman’ın, batılıların verdiği isimle, «Muhteşem» sıfatına yaraşır şekilde zirve ölçülerde kurduğu Süleymaniye Külliyesinin bulunduğu muazzam mevki… Meşîhat dairesiyle, medresesiyle, kütüphanesiyle İstanbul’a vurulan;

İlim ve Sanat Mührü…

Bir külliyenin en mühim parçaları ilim ve irfan merkezlidir. Medrese, kütüphane, tekke, hankâh… Osmanlı; ilme, âlime, eğitime çok büyük ehemmiyet atfetti. İslâm âleminin büyük âlimlerinin davet edildiği İstanbul, mühim bir ilim merkezi olmuştu. Fıkıh, kelâm, tefsir gibi İslâmî ilimler yanında; felsefe, mantık, matematik, cebir, ilm-i heyet gibi nazarî ilimlerin de kıymeti idrak edilmekteydi. Bu külliyelerin mimarîsi de bu idrakin şahitleri hükmündedir.

Dînî ilimleri ihlâslı bir amelle yaşayan İslâm âlimleri gibi, tecrübî-nazarî ilimleri de insanlığın istifadesi için pratiğe dökmek bu medeniyetin şiârı idi.

Bugün bilim denildiğinde ürperiyoruz. Çünkü meyvede hormon, paketli gıdada katkı maddesi, şekerde fruktoz, her türlü gıdada GDO, kanserojen kimyevî madde… bütün bunlar menfaatperest bir anlayışın maşası olmuş bilimin, bilim adamlarının işi… Ne garip ki, bu devrin en kuvvetli noktası, aynı zamanda en zayıf noktası…

Padişah, yaptığı işlerin şer‘î kontrolünde şeyhülislâmın fetvâsına tâbî idi. Lakabını da oluşturduğu kanunnamelerden alan Kanunî’nin, kabrine Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvâlarının konmasını vasiyet etmesi de, bunun padişah üzerindeki mânevî tesirini göstermesi açısından mühimdir.

Bu, icraatın ilmî bir kontrolden geçmesi demektir. Zembilli Ali Efendi gibi nicelerinin; kudretli padişahların keskin kararlarını, ilmin adaletli, merhametli terazisinde tartıp, kantarın topuzunun kaçtığı noktalarda sultanlara geri adım attırdıkları malûmdur.

Medeniyet mânevî referanslara sahip bir ilim ile teyit edilirken, her şeyde de ilâhî güzelliğin yansımaları aksediyordu. Yani en güzelin aranışı, yani sanat…

İlim gibi sanat da halk ile iç içeydi. Mimarîden, hüsn-i hatta; minyatürden ebrûya, tezhibden mûsıkîye hiçbir sanat eseri, halkta «ucûbe» etkisi uyandırmıyordu. Her bir eser, hem en yüksek zevke hem en zayıf idrake aynı anda hitap edebiliyordu.

İşte Süleymaniye…

Bu ne haşmetli güzellik, ne dehâ kul gözüne,
Sanki cennet müze kurmuş gelerek yeryüzüne! (Seyrî)

Sanatkârlar, Paris’in kafelerinde serseri, bohem bir hayat yaşayan sözde sanatçılar gibi değildiler. Halkı anladıkları için; «Halk bizi anlamıyor.» diye bir hayıflanmaya da düşmüyorlardı. Padişahından arzuhâlcisine halkın içinde, iş-güç sahibi «normal» insanlardı.

Eserleri ise fevkalâde…

BEŞİNCİ TEPE…

Bu kez bir hanımın, Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan’ın Edirnekapı civarında Mihrimah Sultan Külliyesi ile îmar ettiği tepe…

Bütün fethedilen yurtları, nakış nakış işleyen en köklü medeniyet şartı: Vakıf…

İşte medeniyetin olmazsa olmaz insanî unsuru:

Merhamet ve Hizmet Mührü…

Yedi tepe üzerindeki her külliye vakıf… Padişahların şahsî servetleriyle îmar ettikleri mabedler, mektepler, kütüphâneler… Fakat bir zamanlar oradan bakanların İstanbul’un çil çil kubbelerini seyredebildiği bu tepeyi îmar eden, bir padişah kızı…

Padişahların halkın gönlünü almak gibi bir niyetleri ve ihtiyaçları olduğunu farz edelim. Ya Mihrimah Sultan gibi bir padişah kerîmesi, bir sadrazam zevcesinin bu hayır-hasenat düşkünlüğüne ne demeli?

Ya halkın her kademesinden gelen, camiye bağışlanmış bir mushaftan, köyün kullanımına vakfedilmiş bir kazana, bir kepçeye kadar varan hayır yarışına ne demeli?

Bu; birlik ve beraberliğin gereği, ruh ve mâneviyâtın kemâli, fetih ve adaletin ideali olan noktadır. Rahmet, Allâh’ın ahlâkıdır.

Medeniyetin dinamosu, büyümenin motoru; ticaret hacmi, insanların hayat standardı gibi bencil harcamalar değil; sadaka, vakıf, hayır-hasenat, hediye gibi diğergâm harcamalar olmalıdır.

ALTINCI TEPE…

Cihan mülkünü bir gemiye benzettiğimizde, ona kaptan köşkü pâyesini vereceğimiz Topkapı Sarayı’nın bulunduğu muhteşem mevkî…

Bir muazzam gemidir, farz edelim tüm mülkü,
Şu Sarayburnu onun olmalı kaptan köşkü. (Tâlî)

Kadıköy ve Üsküdar’ın sahillerinden ve tepelerinden farklı sürpriz sıralamalarla bu tepedeki iki mâbed görünür: Biri hakikat yolunda arayış içerisindeyken, geçici olarak hıristiyanlığı seçmiş bir mühtedî misali, Ayasofya…

Diğeri Aşk-ı Muhammedî’nin yanık bir misali olan Sultan I. Ahmed’in inşâ ettiği Sultanahmet Camii…

Aşk ve Hikmet Mührü…

Ayasofya kelimesi menşe itibarıyla yüce hikmet mânâsını taşır. Onun asırlar öncesinden müslüman İstanbul’a bir cami olsun diye inşa edilmiş olması da bir hikmet değil mi?

İstanbul; mühtedî kızı, Bizans’ın;
Kaptırmış gönlünü bir Türk erine!..
Ayasofya’yı el kilise sansın;
Çeyiz sandığıdır, düğün yerine!.. (Tâlî)

Yine bir hikmet tezâhürü ki, fethin sembolü olarak asırlarca, hikmetli vaazların dinlendiği, huşû ve huzur içinde namazların kılındığı, Kur’ân-ı Kerim tilâvetlerinin coştuğu Ayasofya, bugün buğulanmış, sislenmiş mâneviyâtımızı temsilen ne kilise, ne cami… Bir müze…

Efendimiz’e yüksek muhabbetiyle Kadem-i Şerîfin bir sûretini sarığında taşıyan I. Ahmed, yine Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi Allah dostlarına gösterdiği sevgi ve bağlılıkla da meşhur.

Ahmed Sen’i ikrâr eder,
Hem zikrini tekrâr eder,
İhlâsını iş‘âr eder,
Eş‘âr-ı zikrullâh ile…

diyerek, bu muhabbeti şiir diliyle de terennüm eden Sultan Ahmed Han, tefekkür ettiren Ayasofya’nın yanına; hissettiren, duygulandıran coşkulu bir mâbedi inşâ ederek, asırlar sonra da her gün binlerce yerli ve yabancı ziyaretçiye Allah ve Peygamber aşkının sır ve hikmetlerini lisân-ı hâl ile ifşâ etmeye devam etmektedir.

Medeniyetin temelinde de, sâlim düşünce üreten selîm bir akıl ile, aşk ile çarpan selîm bir kalp olmalı. Kötülük âmiri, şeytanın memuru bir nefis ile, böyle bir nefsin zebûnu olmuş çarpık bir akıl temelindeki uygarlıkların insanlığı getirdiği noktadan, götürmekte olduğu çukur sezilebiliyor.

YEDİNCİ TEPE…

Sultan I. Mahmud’un başlayıp, III. Osman’ın tamamladığı; öne çıkardığı tezyîniyle, hüsn-i hat meşk edilen medresesi ve edebiyata mahsus kütüphânesiyle son asırların olgunlaşma döneminde İstanbul’a kurulan Nûruosmâniye Camii…

Zevk ve Zarâfet Mührü…

Olgunlaşan bir medeniyetin bütün hücrelerine yayılan en güzel, en zarif arayışı… Sanatın âdeta günlük hayata, edebiyatın, belâgatin, fasâhatin gündelik lisana yansıması… Medeniyetin söze, fiile, davranışa dökülüşü… Kültür, gelenek, edep, âdâb-ı muâşeret…

Pencereye konulan çiçeklerle, mezar taşına bezenen desenlerle, ayakkabının konuşuyla, bir mendilin duruşuyla… İncelmiş, hassaslaşmış ruhlar, süzülmüş davranışlar…

Bir medeniyetin en son, en geç gelinen kıvamı; fakat en kolay, en hızlı yozlaşan, her zirve gibi, derhâl inişe dönüveren riskli noktası…

Bugün bu İstanbul zarafetine hâlâ sahip kimselerin mühim bir kısmı diğer bütün maddelerde ciddî kayıplara düşmüş durumda. Hâlbuki zevk ve zarafet bir mütemmimdir, tamamlayıcıdır. Son dokunuştur. Fakat adalet, mâneviyat, aşk, ilim, merhamet ve hizmet asıl gayelerdir. Bunlar yoksa; zevk ve zarafet zâit, hattâ nefse ait birer lüzumsuzluğa dönüşür.

Ruh ve Mâneviyatla yazılan, Aşk-ı Muhammedî ile okutulan, Merhamet ve Hizmet şuuruyla bir ikrama dönüştürülen Mevlid-i Şerif aynı Zevk ve Zarafetle icrâ olunurdu. Fakat diğer bütün hikmetleri kaybolup, geriye sadece bir gelenek kalınca bu kökü çürümüş dişin düşmesi de gecikmedi. Şimdi ise, Efendimiz’in getirdiği esaslara açıkça muhalefet eden kılıklarla, mevlidi opera şeklinde sunma gayretkeşliği var. Vebalini hâmîleri düşünmeli…

Yıllar önce bir sünnet düğününe davet edilmiştim. Davet eden ailenin dedeleri hocaydı, fakat ikinci nesil modernleşmişti. Yine de düğünün gayesi adı üstünde Efendimiz’in sünneti olunca beklentim merasimin çerçevesinin sünnete aykırı olmayacağı şeklinde olmuştu. Fena hâlde yanılmıştım. Bir sünnet düğününde haramlar işleniyordu.

Hüsn-i hatla, tezhiple, ebruyla, ney ile, semâ ile meşgul fakat namaz kılmayan, Hallâc-ı Mansur, İbn-i Arabî okuyup oruç tutmayan kimseler de görürüz. İşte Osmanlı’nın yavaş yavaş çözülme noktası da bu idi.

Süleymaniye asâletini, 18 ve 19. asırların cami mimarîsinde göremeyiz. Zevk selâmetini yitirip, yabancı rüzgârlara maruz kalmıştır. Fakat orada da bir incelmişlik, bir nezâket havası vardır ki, bir hayli sürecektir. Ruh ve mâneviyat çekilmişse, zevk ve zarafet hemen çekilmez, bir müddet gider, sonra bir kabuk hâlinde terk edilir.

Bugün dindar kesimlerin köylülüğünden, sanattan, âdaptan bî-haber olduklarından yakınanların yakınmaları haklıdır fakat, sabırsızlıkları haksızdır. Zevk ve zarafet ânîden gelinecek bir seviye değildir. Bin bir emekle gelinecek, yine bin bir emekle, özünün muhafazasına gayret edilecek bir noktadır.

İşte bu yedi mühür… Fetih ve adalet, ruh ve mâneviyat, birlik ve beraberlik, ilim ve sanat, hizmet ve merhamet, aşk ve hikmet, zevk ve zarafet… Yeni İstanbulların, yeni sitelerin, yeni beldelerin de; Fatih’in, Üsküdar’ın, Eyüp’ün uhrevî atmosferine kavuşabilmeleri için şart olan yedi mühür…2

Şiir diliyle hülâsa edelim:

Fetihle bizleşir İstanbul’un ufukları ilk,
Adâlet emreder Allah, odur, esâsü’l-mülk…
Bu ruh ve mâneviyattır, işin özündeki sır;
Uhuvvet olmasa, birlik bozulsa sur dağılır!..
İlim ve san’atı Osmanlılarla gördü cihan,
Şehir ki oldu bu hizmetle merhametle cinan…
Oturdu tüm medeniyyet Medîne eksenine…
Çevirdi şehri bu hikmet de aşk mâdenine…
Edepli bir medeniyyetle verdi meyvesini…
Sonunda zevk u zarâfetle buldu zirvesini…
Fakat esince yabandan zehirli rüzgârlar,
Kuruttu gülleri, artık yalancıdır bu bahar…
Bugün de aynı değerlerle coşturup nehri,
Fetihle tâzele, Tâlî, soluklaşan şehri…
_________________________

1 Bu tepede Hekimoğlu Ali Paşa ve Cerrahpaşa Camileri de mevcut.

2 Tepelerin sıralamasını, alâkalandırdığımız medeniyet mühürlerine ve imar ediliş sırasına göre uyguladık. Bizans ve Osmanlı döneminde İstanbul’un yedi tepesiyle ilgili bkz.

http://gozlemler.blogspot.com/2005/06/istanbulun-yedi-tepesi.html

http://www.arazideyiz.com/istanbul/3051-yedi-tepe-nerede.html

http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/ekim/08/ramazan.html (08-14)

http://ozer-rayman.blogspot.com/2007/10/istanbul-yedi-tepe-seven-hills-istanbul.html