İki Kıtanın ve İki Denizin Hâkimi SULTAN FATİH

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

FATİH DÖNEMİNDE BATIDA GELİŞMELER

1450’li yıllar, geçmişin kayıt altına alınması konusunda teknolojik değişimin süratlendiği yıllardı. Nitekim Johannes Gutenberg ve birkaç başka zanaatkâr; Almanya’da metalürji, ahşap baskı, üzüm presleme, kumaş baskısı ve kâğıt yapım tekniklerinden yararlanarak, dökülmüş metal harflerle baskı tekniğini icat ettiler.1 Böylece dünyanın ilk modern matbaası kurulmuş oldu. Bu icat çok kısa zamanda Almanya’dan diğer ülkelere de yayıldı. 1500’lere gelindiğinde Avrupa’da 200’den fazla şehirde matbaa vardı. Bu durum, şüphesiz İstanbul’un fethi gibi dünya çapında bir gelişmeydi. Avrupa’nın çehresini değiştirdi ve kültürel hayatını görülmemiş bir biçimde etkiledi. Sadece bir kaç yıl içinde binlerce yıllık kültürel birikimi katlayacak kitap basımı gerçekleşmişti.

Aynı dönemde Avrupa’nın iki önde gelen ülkesi Fransa ve İngiltere arasında yüz yılı aşkın süren savaş sona ermiş ve Fransa topraklarındaki İngiliz hâkimiyeti kuzeyde Calais kentine kadar gerilemişti (1453).

İtalya yarımadası güçlü şehir devletlerinden oluşuyor, Papalık ise; gücü, Roma’dan tüm Avrupa’ya uzanan etkili bir fenomen olarak bulunuyordu. Almanya; Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na gevşek bağlarla bağlı irili-ufaklı birçok şehir devleti, kontluk ve dükalık, din adamları, toprak ağaları ve soylular arasında âdeta parsellenmişti. Ancak II. Albrecht, 1438 yılından itibaren Almanya’nın bir kısmı ile Avusturya topraklarında güçlü Habsburg Hanedanı’nın temellerini attı. Avrupa’nın bu en şöhretli hanedanı, iktidarını kesintisiz olarak 1806 yılına kadar sürdürdü.

İspanya da siyasî parçalanmışlık içerisindeydi. Aragon, Kastilya, Navara ve Portekiz hıristiyan krallıkları arasında kalan ve papanın gönüllü güçleri tarafından sıkıştırılmış bulunan Gırnata İslâm Devleti, güneyde siyasî varlığını güçlükle devam ettirmekteydi.

Kuzey Avrupa’da 1397 yılında Danimarka Kraliçesi’nin önderliğinde Kalmar Birliği oluşturularak Norveç ve İsveç krallıkları bir araya gelmişti. Birlik, Alman kuvvetlerine karşı Baltık Körfezi’nde ortak bir savunma hattı oluşturmaktaydı. Ancak her ülke iç işlerinde kendi kanunları ve gelenekleri çerçevesinde hareket etmekteydi.

Baltık Denizi’nin doğusunda ve güneyinde güçlü soylular, Prusya Dükleri, Litvanya Arşidükleri, Polonya Krallığı ve nihayet henüz tarih sahnesinde önemli bir icraatı görülmemiş Moskova Prensliği hüküm sürmekteydi.

İSTANBUL’UN FETHİNİN AVRUPA’DAKİ YANKILARI

İstanbul’un Türkler tarafından fethi, Avrupa’da büyük infial uyandırmış; batı dünyası, başta Papalık ve İtalyan şehir devletleri olmak üzere bu gelişmeyi şaşkınlıkla karşılamıştı. Ancak büyük çapta tepki ortaya konamamıştı. Nitekim Papa V. Nikola’nın yeni haçlı çağrısı da neticesiz kalmıştı. Üstelik çağrıya muhatap olan ülkeler İstanbul’un fethini tebrik için ardı ardına Fatih’e elçiler göndermişler ve yıllık vergilerini kendiliklerinden artırarak ödeme yoluna gitmişlerdi. Buna göre Sırp elçisi on bin, Sakız’daki Ceneviz Beyi üç bin, Midilli Beyi iki bin, Trabzon İmparatoru da yine iki bin düka vergi vererek Osmanlı’yla münasebetlerindeki hassâsiyetlerini ortaya koymuşlardı.2

Alman İmparatoru Frederik de yeni bir haçlı seferi için harekete geçmiş, ancak bu arzusunu tam olarak gerçekleştirememişti. Balkanlarda ise Sırp lider Brankoviç, Arnavut Beyi İskender ve Macar Kralı Jan Hunyad da aynı amaçla girişimlerde bulunmuşlarsa da çeşitli sebeplerle hedeflerine ulaşamadılar. Osmanlılara karşı savaşmak üzere hıristiyan dünyasına şiddetli çağrılar yapan Papa II. Pius, bu çağrısına gösterilen ilgisizlik ve duyarsızlıktan şöyle yakınmıştı:

“Biz koyunları için canını vermekte tereddüt etmeyen mukaddes ve saf çoban tanrımız ve efendimiz İsa Mesih’i taklit edeceğiz. Biz de canımızı sürümüz için vereceğiz. Çünkü Türk güçleri tarafından ayaklar altına alınan hıristiyan dînini başka türlü kurtaramayız. Kilisenin kaynaklarının elverdiği büyüklükte bir donanma oluşturacağız. Yaşlı ve hasta olmamıza rağmen biz de gemiye bineceğiz. Yelken açıp Yunanistan’a ve Asya’ya gideceğiz.

Fısıldadığınızı duyuyoruz. Şöyle diyorsunuz: «Savaşın bu kadar zor olacağını düşünüyorsan, yeterli güç sağlamadan nasıl gidebilirsin?» Bu konuya geliyoruz. Türklerle kaçınılmaz bir savaşa girmek üzereyiz. Silâha sarılıp düşmanla savaşmazsak dînimiz adına her şeyin biteceğini düşünüyoruz. Biz hıristiyanlar aşağılanan yahudi ırkını nasıl görüyorsak, Türkler de bizi öyle görecekler. Bizim için iki seçenek var: Savaş ve şerefsizlik… «Ama» diyorsunuz «para olmadan savaş olmaz.» Biz de para için nerelere başvurabileceğimiz sorusunu soruyoruz. Tüm yollar denenmiştir. İsteklerimize kimse cevap vermemiştir. Vilâyetlere elçiler yolladık. Hakaretlere uğradılar, horlandılar. İnsanlar, yaptığımız her şeye bir kulp takıyorlar. İnsanlar; bizim lüks içinde yaşadığımızı, bir servet oluşturduğumuzu, ihtirasımızın kölesi olduğumuzu, en güçlü ve hızlı atlara bindiğimizi, sırmalı kaftanlar giydiğimizi, kırmızı şapka ve cüppe giyip şiş yanaklarla sokaklarda dolaştığımızı, av köpekleri beslediğimizi, aktörlere ve parazitlere para döktüğümüzü ve dînimizi savunma adına hiçbir şey yapmadığımızı söylüyorlar.”3

Papaların tüm ısrarlarına rağmen yeni bir haçlı saldırısının organize edilememesinde Fatih’in Nisan 1454 yılında Venediklilere geniş imtiyazlar veren bir anlaşma yapmasının ve Cenevizlilere bazı ayrıcalıklar tanımasının önemli payı vardır. Bu iki deniz devleti kendilerine tanınan ticarî ayrıcalıkları kaybetmek istemediklerinden papanın savaş çağrılarına karşı isteksiz bir tavır sergiliyorlardı.

BALKANLARDA MERKEZÎ YÖNETİMİN KURULMASI

Balkanlar her zaman Osmanlı’nın kaderinde çok önemli rol oynayan bir bölge olma özelliği taşımış ve Osmanlılar Balkan hâkimiyeti konusunda başından itibaren hassas bir tutum sergilemişlerdir. Rumeli halkına daima iyi davranıldığı gibi çok sayıda kişi de yüksek kademelerde devlet yöneticisi olarak Osmanlı bürokrasisinde yer almıştır.

Esasen İstanbul alınmadan çok önce de Balkanlar’da ciddî bir Osmanlı varlığından söz edilebilir. Kuruluş döneminde gerek bölgedeki küçük krallıklara, gerekse birleşik haçlı ordularına karşı üst üste kazanılan zaferlerin ardından Osmanlılar, Rumeli’de tutunmayı başararak kalıcı bir güç hâline gelmişti. Nihayet bu ilerleyiş sistematik bir biçimde gelişmiş ve Tuna Nehri’ne kadar bütün Balkan toprakları, Osmanlı atlılarının ulaştığı yerler olmuştur. Bu süreçte başta Bulgaristan olmak üzere Mora, Arnavutluk, Makedonya, Romanya ve Sırbistan; Osmanlı’ya bağlı ülkeler hâline geldiler. Fatih’in merkeziyetçi bir imparatorluğun temellerini atmasıyla Tuna Nehri’ne kadar bütün Balkan toprakları merkeze bağlı kalıcı bir Osmanlı yurdu hâline geldi.

BİZANS’IN DİRİLTİLEBİLECEĞİ GELİŞMELERE KARŞI ÖNLEMLERİN ALINIŞI

Fatih, Rumların yoğun olarak yaşadığı ve Bizans Devleti’nin yeniden kurulabilme riskinin bulunduğu Mora ve Teselya bölgesindeki gelişmeleri dikkatle izlemekteydi. Mora’nın hâkimiyeti ve Rum liderliği konusunda Paleolog Hanedanı’ndan Tomas ve Dimitrios kardeşler amansız bir iktidar mücadelesi içerisine girmiş, bunun sonucu olarak bölgede bir iktidar boşluğu meydana gelmişti. Bu karışıklık ve karmaşadan yararlanan Osmanlılar, bölgede kısa zamanda ve kolayca hâkimiyet alanlarını genişleterek kontrolü ele geçirdi. Bu amaçla, Mora’ya ardı ardına iki sefer düzenlendi. Bunlardan ilkinde Fatih, Korint ve Atina civarını ele geçirdi. İkinci seferde ise Fatih’in gönderdiği Mahmud Paşa’ya bağlı kuvvetler Sparta’yı alarak Dimitrios’u etkisiz hâle getirdi. Tutuklanan tekfur, Fatih’in danışmanlarının aracılığıyla affedildi. Kendisine Enez kasabasının tuz gelirinden oluşan bir tahsisat bağlandı. Dimitrios 1470 yılında «Rahip Dorotheos» unvânıyla Edirne’de öldü. Kardeşi Tomas da Türklere karşı daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayarak İtalya’ya ilticâ etmek zorunda kaldı. Böylece Mora, kesin olarak Türk hâkimiyetine girdi. Fatih, Mora’yı Teselya ile birleştirerek başına Zağanos Paşa’yı getirdi. Böylece bugünkü Yunanistan, sahilde Venediklilere ait bazı kale ve Ege Denizi’ndeki adalar hariç, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak hâline getirildi (1460).

Eflâk (Romanya) Prensi III. Vlad, Macarlar ile anlaşarak Osmanlı Devleti’ne taahhüt ettiği vergileri ödememişti. Üstelik Hamza Paşa komutasındaki iki bin kişilik bir orduyu pusuya düşürerek katletmişti. Ayrıca Fatih’in Karadeniz’de Trabzon Seferi’ne çıkmasını fırsat bilerek Niğbolu, Vidin ve Tuna kıyılarındaki şehirlere saldırıp bu şehirleri harap etmişti. Fatih’in elçilerini kazığa vurdurarak öldürme cüretini gösteren bu Voyvoda’ya karşı Fatih Sultan Mehmed 1462 yılında güçlü bir orduyla Eflâk’a doğru imha seferine çıktı. Kazıklı Voyvoda lakaplı III. Vlad, karşı koyamayacağını anlayarak Osmanlı kuvvetlerinin önünden süratle kaçtı ve Macaristan Krallığı’na sığındı. Bu takip sırasında Voyvoda’nın süvari birliklerine ait askerlerinden iki bin kadarı yok edildi, bin civarındaki askeri de esir alındı. Ayrıca bu sefer sırasında iki yüz bin at ve yük hayvanı ganimet olarak ele geçirildi.

Eflâk’ta kontrolü sağlayan Fatih Sultan Mehmed buraya güvenilir bir idareci tayin etti ve Eflâk ülkesini kesin olarak merkezî otoriteye bağladı. Bu tarihten sonra Eflâk, Osmanlı’nın mümtaz bir eyâleti hâline geldi. Kazıklı Voyvoda ise Osmanlı ile ilişkilerini iyi tutmak isteyen Macar Kralı Matyas Korven tarafından hapse atıldı. Sonradan kurtulup Eflâk’ta iktidar mücadelesine giriştiyse de, öldürülerek tarih sahnesinden çekildi.

Öte yandan Fatih, Orta Avrupa hâkimiyeti için Sırbistan’a iki sefer düzenledi. Bunun sonucunda Belgrat hariç bu toprakları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine kattı. Bir diğer Balkan topluluğu olan Boşnaklar da bu dönemde kesin olarak Osmanlı’nın bir parçası oldu. Bosna halkı hıristiyan olan ancak teslis inancını reddeden Bogomil mezhebindendi. Fatih’in bölge halkıyla sağlıklı bir iletişim içerisine girmesi sonucunda Bosnalılar İslâmiyet’i seçti. Bosna, her zaman Osmanlı Devleti’ne gönülden bağlı kaldı ve devlette çok sayıda asker, yönetici ve âlimle temsil edildi.

Arnavutluk; coğrafî bölge olarak dağlık, engebeli bir özellik taşımaktaydı. Arnavutlar başlangıçta inatçı kişilikleriyle Fatih’in güçlü bir merkezî yönetim kurma ve bölgede etkinliklerini artırma gayretlerine şiddetle direnç gösterdiler. Fakat Fatih’in ısrarlı gayretleri sonucunda Arnavutlar da büyük ölçüde merkeze bağlandı. Çoğunluğu müslüman olan Arnavutlar, Osmanlı varlığının Balkanlardaki koruyucu unsuru ve Osmanlı kimliğinin çok önemli bir parçası olarak Osmanlı’nın son yıllarına kadar devlete bağlı kaldılar. Asker, âlim ve bürokrat olarak birçok Arnavut, uzun yıllar devlet hizmetinde bulundu.

______________________

1 Erken Modern Dönemde Avrupa (1450-1789), Merry E. Wiesner-Hanks, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 8.
2 Osmanlı Tarihi, İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, c. 2, s. 4.
3 Erken Modern Dönemde Avrupa (1450-1789), Merry E. Wiesner-Hanks, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 28.