GÜL KOKUSU

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Âşık der, inci tenden,
İncinme incitenden.
Kemalde noksan imiş,
İncinen incitenden.

Kutlu Doğum Haftası’nı yaşarken Diyanet İşleri Başkanlığının yaptığı törende, katılanlara birer tane gül verildi. Kalabalığın içinde bakanlar, iktidar ve muhalefet partilerinin başkanları da vardı.

Peygamber Efendimiz’e duydukları saygı ve sevgiyi dikkatli konuşmalarla ifade ettiler. Daha sonraki günlerde bu saygı ve sevginin tezâhürünü konuşmalarında, hareketlerinde ve düşüncelerinde de görmek istiyoruz.

Gülleri görünce yıllar öncesini hatırladım. Ahşap evleriyle, gül kokan bahçeleriyle, bu güzellikler içinde yaşayan insanlarıyla; Üsküdar bir masal şehri gibiydi. Bahçelerde açan yediveren gülleri; yalnız kokusuyla, güzelliğiyle bizleri etkilemezdi. Yapraklarından yaptığımız reçellerin, şurupların tadına da doyum olmazdı.

Üsküdar İhsaniye Mahallesi’nde olan anneannemin de bahçesinde bu güllerden vardı. O zamanın anneleri, hazır reçelleri ve içecekleri almazdı. Yenilen ve içilenlerin hepsi, el emeğiydi. Günümüzde bahçemizde yetiştirdiğimiz güllerin isimleri değişti, ayrıca bu güllerden reçel de olmuyor.

Yabancı isimli çiçeklere olan düşkünlüğümüz gün geçtikçe artıyor. Mis gibi kokan karanfiller yok oldu, yerini kokusuz karanfiller aldı. Çiçekçiden aldığımız karanfillere parfüm püskürtüyorlar. Hanımelleri, yaseminler, ıtırlar, sardunyalar, ortancalar, leylâklar tarihe karıştı. Her yeni çiçekle, yabancı dilden bir çiçek ismi dilimize geçti.

Şarkılarımızda, türkülerimizde, bilmecelerimizde yer alan ağaç ve çiçek isimlerini; çocuklarımıza, ansiklopediler de tarihe karıştığı için internetten göstermek zorundayız. Bir kültürün nasıl mahvolduğunu, çiçek ve ağaç isimlerinde bile görmek mümkün. Aynı zamanda bir dilin de nasıl fakirleştiğini…

«Gül reçeli ve gül suyu nasıl yapılırdı?» diye düşünürken, yanlış yapmamak için; ahşap evlerimizi, mahallelerimizi yaptığı birbirinden güzel rölyeflerle (üç buudlu) süsleyen, bir İstanbul hanımefendisi olan Halûk Senâ ARI Hanımefendi’ye de sordum.

Bahçelerimizde, reçellik güller yok, satın almak gerek. 150 gram gülü, cam bir kâseye koyup (tabiî yıkayarak) yaprakların alt kısmını incecik kesip atalım. Kalan gül yapraklarının üzerine, 10 tane limon sıkalım ve yarım kilo toz şeker ilâve edip ovalım. Üzerine streç geçirerek üç-dört gün bekletelim. Bu arada her gün karıştırmamız gerekir. Birkaç gün beklettikten sonra süzelim. Yaptığımız şuruba, kullanırken su ve şeker ilâve ederiz. Yapraklarını reçel yapabiliriz. Süzülen yapraklar fazla gelirse, bir kısmını derin dondurucuya koyabiliriz.

Bir zamanlar, eski İstanbul hanımefendilerinin yaptığı, tükenmezler vardı. Bir kavanoza veya musluklu bir fıçıya mevsim meyveleri (hünnap, ayva, elma, armut) konur, mayalanması için vişne yaprağı ve şekerli su ilâve edilerek ağzı kapatılır. Fıçı veya kavanoz, her gün ağzı açılmadan sallanır aradan dört, beş gün geçer. Tükenmez olmuştur. İçtiğiniz kadar şekerli su ilâve ederek misafirlere ikram edilirdi.

Vişne şurubu, koruk şurubu, gelincik şurubu ve diğerleri ev hanımlarının özenle ikram ettiği içeceklerdi…

Devrimize geliyoruz. Her şey şişelerin içinde hazır. Hastalıklar artıyor, sebepleri bilinemiyor. Son yıllarda doktorlar;

“Plâstik şişelerde satılan hiçbir şeyi almayın. Üzerlerini okuyun. Katkı maddelerine dikkat edin. Anneanneleriniz gibi tabiî beslenin…” diyorlar. Bu tür beslenme; emek ister, sabır ister, vakit ister… Tercih hanımlarımızın. Sonuçlarına katlanabilirlerse dikkat etmezler.

Anlattığımız reçelleri, şurupları yaparken; bahçelerindeki ağaçlardan faydalanıyorlar. «Tabiî beslenin.» diyen doktorlarımızın da tavsiyelerine uymuş oluyorlar. “Fazla büyümeyen meyve ağaçları olduğu hâlde, neden meyvesi olmayan ağaçlar ekiyoruz?” sorusunun cevabını bulmak mümkün değil.

Biz, Kutlu Doğum Haftası’nı anma törenlerine dönelim ve siyasîlerimizin aldıkları güllerle neler hatırlayabileceklerini düşünelim:

“Yöneticilik isteme! Talebin üzerine, idarî göreve getirilirsen; Allâh’ın yardımından uzak, yapayalnız kalırsın. Vazife sana, sen istemeden verilirse, ilâhî yardıma mazhar olursun.”

Seçim yaklaşırken milletvekilliğini talep edenler, daha sonra belki başka idarî görevleri de talep edeceklerdir. Talep eden; nefsinden, ailesinden, çevresinden ferâgat edecektir. Bütün bunları düşünürken aksini yaptığı zaman günahları mislince fazlalaşacaktır. Seçildiği zaman bir partinin değil, bütün milletin temsilcisi olacaktır. Seçildiği partinin değil, diğer partiye oy veren seçmenlerin de hakkını korumaya talip olmuştur. Meclise gittiği zaman; «evet/hayır» derken, cesur olabilecek midir? Bağlı olduğu parti başkanlarının, üst düzey yöneticilerin verdiği kararlara uymayacak kadar cesur mudur?

“İşi ehline veriniz.» emrine uymayanları uyaracak, «Hayır!» diyecek kadar cesareti var mıdır?

«Ben ehilim.» diye ortaya çıkarken; bilgisini, görgüsünü, tecrübesini gözden geçirebilmiş midir?

Ehil olmayanı seçmek, referans olmak veya sessiz kalmak; Peygamber Efendimiz’in gittiği yoldan gitmek sayılabilir mi?

«Görev verenler, talep edenler bir kere daha Kutlu Doğum Haftası’ndaki bu güzel günlerde düşünsünler.» diyelim. Tabiî oy verenler de aynı nefis muhasebesinden geçeceklerdir.

İçinde yaşadığımız muhitin seyircisi olabilir miyiz?

“Bir yanlışlığı gördüğümüz yerde; elimizle, dilimizle engel olmamız; bütün bunlara gücümüz yetmiyorsa kalbimizle buğzetmemiz…” emredilirken biz bu durumun karşısında neden âciz kalıyoruz? İnançlı insan, yaşadığı çevrenin seyircisi olabilir mi? Islah etme görevi, her inançlı insana verilmiştir. Çaresiz ânımızda kalbimizle buğzedebiliriz.

Üsküdarlı annelerin tutumluluğunu, yaptıkları reçellerle anlattık. Örneklerimizi çoğaltabiliriz. Hayatlarında israfa yer yoktur. Onların hayatları;

“Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (el-A’raf, 31) emrine uygundur.

En hassas olduğumuz anlar, duâ ettiğimiz anlardır; Kur’ân-ı Kerim okuduğumuz anlardır; hac ve umre yaptığımız zamanlardır.

O anlarda bile yanlış yapıyorsak «vay hâlimize». Bu yıl umrede gördüklerim; öğretmenler, yazarlar, hocalar, tebliğ edenler olarak görevlerimizi tam yapamadığımızı bana hatırlattı. Eğitim; ailede, okulda ve çevrede devam ederek tamamlanır. Çevre; televizyon ve bilgisayar ise, anneler de bu iletişim araçlarından etkileniyorsa, okul bu işte başarılı olamıyorsa, oturup düşünmemiz gerek. Bir devrin Üsküdarlı anneleri nasıl yetişmişti, araştırmalıyız. Son olarak da yaşadığımız devre uygun çareler bulmamız gerekir.

Açık büfe denilen düzen, düşünülmeden yapılırsa felâkettir. Türkiye’de veya umrede kaldığımız otellerde, yemek yediğimiz lokantalardaki hâlimiz bir kamerayla kaydedilip, o hareketin içinde olanlara gösterilerek bir neticeye varılabilir.

Cahili, diplomalısı, «inancımı ayrıntılarıyla yaşıyorum.» diyenleri seyrettim. Tabaklarına aldıkları yiyeceklerin yarısı artıyor. Bıkmadan, güzellikle anlatmaya çalıştım. «Haklısınız.» dedikleri hâlde, ertesi gün aynı yanlışı yaptılar. Günlerce aç kalanlar gibi, yemeklere saldırıyorlar. Yemek, meyve alırken birkaç tanesini elleriyle kontrol edip alıyorlar. Meyvenin biraz daha büyük olması karşılığında neleri kaybettiklerini düşünemiyorlar.

İbâdetleri bittikten sonra, kabul günündeymiş gibi birleşip sohbet ediyorlar. Asansörlerde, servislerde öne geçerek başkasının hakkını alıyorlar. Umreye gitmeden alınan eğitimin yetmediği acı bir gerçek. Mecburî seminerleri çoğaltmak, uygulamalı yapmak; Mekke ve Medine’de kafile görevlilerinin devamlı kafileleriyle beraber olup, yanlışları kırmadan hatırlatması; her kafilenin muhakkak hocahanımlarının olması, bıkmadan ve fark ettirmeden kafileleriyle beraber olması gibi çareler…

Belki Diyanet İşleri Başkanlığının yalnız fiyatları belirlemede değil, sosyal konularda da özel turlara ve Diyanetle gidenlere iyi eğitimin verilmesi için yeniden bir yapılanmaya gidilmesinin ihtiyaç olduğunu gündeme alması…

Üsküdarlı anneler, eşler kurstan geçmediği hâlde; camide, sokakta, lokantada ve bütün toplulukların olduğu yerlerde nasıl hareket edileceğini bilirlerdi.

Görev hepimizin, gördüklerimizi ilgili mercîlere duyuralım.