Çağlar Açacak BİR MÜJDEYE GÖNÜL VERİNCE…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kumandan Ne Güzel, Asker Ne Güzel!

Hendek’te…

Önündeki dağ gibi kayaya üç defa vurdu.

Kimsenin kıramadığı dev kaya, her defasında büyük kıvılcımlar çıkararak darmadağın oldu.

O kıvılcımlar, ufukları aydınlattı.

O aydınlıklar içinde öteler göründü.

Göründü ki, hidâyet kanatları cihana yayılacak. Peş peşe büyük fetihler gerçekleşecek.

Hazret-i Peygamber’in mübârek sesi, müjde müjde yükseldi:

“–Allâhu Ekber; bana Yemen’in anahtarları verildi. Şu anda San‘a’nın kapılarını görüyorum…”

“–Allâhu Ekber; bana Şam’ın anahtarları verildi. Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum.”

“–Allâhu Ekber; bana Fars bölgesinin anahtarları verildi. Medâyin’de Kisrâ’nın beyaz köşklerini görüyorum…”

En küçük ümidin bile yok sanıldığı bir anda bu büyük müjdeler, münafıklar arasında alay konusu olurken, her biri bir yıldız olan ashâb-ı kiram arasında ise müstesnâ bir ufuk nûru oldu. Can oldu. Canlılık oldu. En cılız yürekler dahî, küheylânlar gibi şahlandı. Arslanlar misâli ileri atıldı.

Çünkü Hazret-i Peygamber, geçmişin ve geleceğin gözü ve özüydü. Olur da görünse, olmaz da görünse; O ne derse, hakikatin ta kendisiydi. Dolayısıyla bütün mûcizevî müjdeleri, ilk duyanların da ve sonra duyacakların da gönüllerinde tekrar tekrar yankılandı:

“Irak da fethedilecektir… Yemen de fethedilecektir… Şam da fethedilecektir…” (Buhârî, Fedâilu’l-Medîne, 29/5; Müslim, Hac, 15/90, no: 497)

“Mısır’ı da fethedeceksiniz…” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 226-227)

“Yakında size birçok yerlerin fethi nasip olacaktır. Allah size kâfî.” (Müslim, İmâre 168. Ayrıca bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, IV, 157)

“Size birçok memleketlerin fethi müyesser kılınacak…” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 30, 2525)

“(İran da fethedilecek ve) Kisrâ helâk olduğu zaman, ondan sonra bir daha Kisrâ yok! (Bizans da fethedilecek ve) Kayser helâk olduğu zaman, ondan sonra bir daha Kayser yok! Varlığım elinde olana yemin ederim ki, sizler bu ikisinin hazinelerini alıp Allah yolunda harcayacaksınız.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Fiten, 77)

Mûcizeler dolu bir müjdesi de şu oldu:

“İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)

Bu müjdeler ve;

Fahr-i Kâinât’ın verdiği her müjde, gönülleri müstesnâ bir heyecan ve aşk ile tutuşturdu.

O’nun müjdeleri etrafında;

Hazret-i Ebûbekir, sıddîk ve atîk oldu. İslâm temellerini bütün Arabistan’da sapasağlam bir kıvama ulaştırdı.

Hazret-i Ömer, farûk sıfatını kuşandı ve bir adâlet güneşi oldu. İran’ı ve Bizans’ı dize getirdi.

Hazret-i Osman, zinnûreyn / iki nur sahibi olarak fetihleri daha ilerilere götürdü.

Hazret-i Ali, Allâh’ın arslanı oldu. Hayber’in dev kapısını tuttuğu gibi kopardı. Ayrıca, ilim şehri olan Hazret-i Peygamber’in kapısı olma şerefine erdi.

Hazret-i Hâlid de, Allâh’ın kılıcı oldu. Nereye gittiyse, orayı fethetti. Muhteşem zaferler kazandı.

Hazret-i Ebû Eyyûb, hayli yaşlı olmasına rağmen İstanbul önlerine geldi. Yirmi bir yaşında bir delikanlıydı âdeta. Surların dibinde; «Benin na‘şımı, götürebildiğiniz en ileri noktaya gömün!» diyerek şehâdet şerbetini içti. Aşılmaz sanılan surlarda kapanmaz bir gedik açtı. Fethin sembolü ve mânevî kumandanı oldu.

Ömer bin Abdülaziz; hükümdarlıkta takvâyı, disiplin ile dîni tedvin yolunda 2,5 sene içerisinde 250 seneye sığmayacak büyük başarılar elde etti.

Yani O Peygamberler Sultanı’nı;

Candan işiten her yiğit, cihana bayrak bayrak dalgalandı.

O’nu, en zor anlarda da hiç zorlanmadan tasdik edebilenler, birer âbide şahsiyet oldu. Hepsi de, ömürlerini, mutlaka bir nebevî müjde ekseninde destan destan «bismillâh» ile doldurdu.

Kim hangi müjdeye pervâne olduysa onu alnında çıra yaptı ve o yönde fetih sancaklarını adâlet ve hidâyet kolları ile kaldırdı. «Allâhu Ekber!» dedi.

Fevc fecv;

O pervâneler, dünyanın dört bir yanına yayıldı ve her yerde bir hidâyet ve zafer mührü vurdu;

Biri Mısır’ın fatihi oldu.

Biri Kudüs’ü fethetti.

Biri İran’ın fatihi oldu.

Biri Yemen’in fatihi oldu.

Biri Şam’ın fatihi oldu.

Biri Kıbrıs’ın fatihi oldu.

Biri İspanya’ya çıktı. Geri dönmemek üzere gemileri yaktı ve 5 bin kişilik bir ordu ile 95 bin kişilik düşmanı mağlûp etti. Büyük bir zafer kazandı. Asırlarca îman ve İslâm ile devam edecek Endülüs medeniyetini kurdu.

Hep O’nun müjdesi etrafında…

O’nun müjdesi ile;

Haçlıları hezimete uğratıp Kudüs’ü tekrar fetheden Selâhaddîn-i Eyyûbî, şarkın en sevgili sultanı hâline geldi. Sultan Kılıçarslan da, haçlılar karşısındaki zaferleriyle tarihleri iclâline hayran etti.

O’nun müjdesi ile;

Büyük bir kumandan olan Alparslan, kefenini sırtına giydi. Malazgirt ovasında, sayıca kendisinden kat kat üstün düşman kuvvetlerini «Allah Allah» nidâları ile mağlûp etti. Anadolu fatihi oldu.

O’ndan bir müjdeye gönül verildiği her zaman ve mekânda, nice muazzam fetihler, nice büyük zaferler, nice muhteşem muvaffakıyetler yaşandı.

O’ndan bir müjdeye gönül verince…

Hidâyet kanatları yeri-göğü kapladı ve cihanın ulaşılmadık yeri kalmadı.

Afrika’nın en ücra yerlerine kadar gidildi. Oradaki en ibtidâî insanlar bile, en fazîletli insanlar hâline getirildi.

Yine;

O’ndan bir müjdeye gönül verince;

Osman, Ertuğrul oğlusun,
Oğuz, Karahan neslisin.
Hakk’ın bir kemter kulusun,
İstanbul’u aç, gülzâr yap!..

tavsiyesi ve aşkı ekseninde pervâne olmuş dört yüz çadırlık bir beylik, koca bir cihan devletine dönüştü.

Kosova meydanında I. Murad Han, ellerini semâya kaldırdı:

“İlâhî bir zafer nasîb eyle. Onun da kurbanı olma şerefini bana bahşeyle!” diye niyaz etti. Kazandığı zâhirî ve tarihî büyük zaferle birlikte şehâdet şerbetini de yudumlayarak bir de mânevî ve ebedî bir zafere nâil oldu.

Yine;

O’ndan bir müjdeye gönül veren II. Murad Han, oğlu Mehmed’e, İstanbul fethinin nasip olacağını Hacı Bayrâm-ı Velî’den öğrenince şehzadesi henüz 12 yaşında olmasına rağmen tahtı ona bıraktı.

Oğlu II. Mehmed de, ikinci kez tahta oturduğunda 19 yaşında ve sadece O’nun müjdesi ile doluydu.

Öyle doluydu ki;

O müjdeye, öncekilerden daha bir başka gönül vermişti.

Öyle gönül vermişti ki;

“Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” diyordu.

Zira biliyordu;

Fetihler ve zaferler, hep O’nun müjdesi etrafında idi.

O vakte kadar yaşanan tecellî ve muvaffakıyetler de, hep O’nun müjdesi eksenindeydi.

Biliyordu ki;

O’nun müjdesine gönül verince;

Nasip oldu ömrüne ilkbaharı zamânın,
Bağrını şevkle açtı gülistanı mekânın.

Çimlendi üç kıtaya şâmil bir ulu çınar,
Kök saldı toprağına sînesinde Osmân’ın…

Oldu Şeyh Edebâlî onu besleyen pınar,
Dikti Geyikli Baba, avlusuna Orhân’ın…

Kosova meydanında kuvvet aldı rûhundan
Şehâdet kanlarına bürünen Murad Hân’ın…

Şahlandı Yıldırım’ın murassâ kılıcıyla
Niğbolu’da yazdırdı nâmını küheylânın…

Loş gecede, sarıldı kandiline Mehmed’in
Yeniden aydınlandı karanlığı devrânın…

Açıldı kollarında kemâlât ufukları
Sundu bunu İkinci Murad’ına merdânın…

Hep O’nun müjdesi ile.

Şimdi de;

Yine O’ndan bir müjde,

Genç Mehmed Han’ın yüreğinde yedi kandilli Süreyyâ gibiydi. Çocukluğundan beri rûhunun yegâne ışığı o müjdeydi. Ashabdan o güne o müjde etrafında pervâne olanların tamamının şuur ve aşkları, âdeta onun bağrında bir bütün oluşturmuş ve II. Mehmed Han’ı müthiş bir dâhî hâline getirmişti. Artık o müjde, çağlar kapatıp çağlar açtıracak bir kudreti doğurmaktaydı. Harp sahasında, Sultan II. Mehmed’in bizzat mûcidi olarak döktürdüğü büyük toplar gümbürdemeye başlayınca; o vakte kadar hiç bükülmemiş olan surlar, sonunda baş büktü. Genç padişahın o müjdeye kurban olan iradesi ile gemiler de, artık karalardan ve dağlardan da yürümeye başladı. O mübârek gemiler, su üstünde yüzdükleri gibi, toprak üstünde de yüzer oldular.

Nihayet o müjde;

21 yaşındaki genç bir delikanlıyı, asırların kendisine taç olduğu koca bir Fatih yaptı.

Hep böyle;

Tarihten bugüne;

O’nun bir müjdesi ile neler neler gerçekleşti.

Fetih sancakları şanla dalgalandı. Yiğitler, zaferden zafere koştular. Gaziliğe de şehidliğe de koştular. Ebedî şeref-şâna koştular. O’na koştular. Kendi çaplarının kat kat zirvesinde olan yüce ufuklara koştular; ulaştılar ve ulaşılmaz gayeleri gerçekleştirdiler.

Yüce bir müjde ile;

Bir avuç millet, kıtalara sığmayan büyük bir millet oldu.

Bir müjde ile;

İnsanlar da, topraklar da, hayatlar da, ölümler de, doğu da, batı da; îman ve hidâyetle yoğruldu. Doğruluk ve adâletle yoğruldu. Şefkat ve merhametle yoğruldu.

Bir müjde ile;

Nereye gidildiyse orada bir medeniyet güneşi doğdu. İslâm’ın güler yüzlü medeniyeti, kara toprağı da aydınlattı, gönülleri de, çehreleri de. Medine’nin İstanbul’da yeşeren öz medeniyeti;

Irak’ta, Mısır’da, Horasan’da, Yemen’de, Çin’de, Kafkas’ta, Türkistan’da, Azerbaycan’da, Kırım’da, Anadolu’da, Afrika’da, Balkanlarda, Kosova’da, Arnavutluk’ta, Bosna’da ve daha nice yerlerde hem özleri hem de gözleri doldurdu.

Her yana çil çil kubbeler serpildi. Mîrâca yönelmiş birer elif ve kalem gibi minareler dikildi.

Hem mâneviyat, hem de sanat hârikası hâlinde mabedler yükseldi.

Bir Ulu Cami yükseldi. Orada:

Şu büyük taç kapı altında zemîn oldu felek,
Ufkun üstünde rükû etti kemerler tek tek.
Kondu tam ortaya hicranlı şadırvan… ve sular,
Coştu ırmak gibi yaş döktü, cinân oldu civar.
Öyle vav çekti ki hattat bu mübârek yerde,
«Allah Allah!» dedi diller yedi kat göklerde.
Oldu baştan başa câmî, yüce bir hat müzesi,
Okuyup tam yaşamak, kullara cennet vizesi.
Altı bin parçaya hem altı yüz altmış altı,
Ekleyip ustası, bir yaptı ki ahşap sanatı;
Tüm güneş sistemi gökten gelerek minberine,
Burda mîrâca geçit kurdu derinden derine.

Taht Edirne’ydi ya Bursa’ydı mübârek beşiği,
Etti taç, kendine Mehmed bu mukaddes eşiği;
Çekti İstanbul’a candan öte bir Bismillâh,
«Allah Allah!» diyerek surları alt etti o Şâh;
Dikti tam kalbine İstanbul’un îmanlı alem,
«Beldetün tayyibetün» feth-i mübin yazdı kalem.
Ulu Câmî’de o dünden okunan bir müjde,
Fark eden rûha ufuktan açarak bin perde.
En muazzam zaferin oldu ölümsüz kalbi,
Burda kaç kez dedi Mehmed, el açıp: «Yâ Rabbi!
Yüce bir müjdeye verdim ki gönül, eyleme dûr,
Etmeyim Hazret-i Peygamber’i mahcup, ne olur!»
Ulu Câmî’deki taşlar bile; «âmin» dedi hep,
Çok şükür, burda kabûl oldu nihâyet bu talep.
Bu taleptir Ulu Câmî ile fethin sıfatı,
Gencecik Mehmed’i haşmet dolu Fâtih yaptı.

Hep O’nun bir müjdesi ekseninde…

Daima;

O’ndan bir müjde ile;

Bin bir sırrını açtı Bâyezîd-i Velî’ye,
İrfan goncalarını sulattı gülistânın…

Yine O’ndan bir müjde mihverinde;

Tevhîdiyle Yavuz’un erdi göklere başı
Yüz sürdü eşiğine Peygamber-i Zîşân’ın…

İşte böyle ihtişam tahtı üzre âdetâ
Küçüldü koca dünyâ avcunda Süleymân’ın…

Havuzda gibi gezdi deryâlarda Barbaros,
Suları unutturdu kaptanına düşmânın!..

Elif gibi minare, semâ gibi kubbeyle,
Kucakladı gökleri mâbedleri Sinân’ın…

Birbirine eklendi fazîlet halkaları,
«İşte budur!» dedirtti tezâhürü îmânın!..

İşte;

O’ndan bir müjdeye gönül verince…

Sonsuz yüce ufuklarla iç içe yaşandı.

Hâsılı;

O’ndan bir müjdeye gönül verince…

Her şeyde ve herkeste bir dirilik ve canlılık meydana geldi. Tarih dirildi, geceler ve gündüzler dirildi. Hayat ve sanat dirildi. Varlık ve insan dirildi. Nesiller, göz nûru hâlinde evlâd-ı fâtihan oldu. Anneler, sayısız vakıf eserlerine imza atarak şefkat ve merhamet dolu bir medeniyetin vâlideliğini yaptılar.

Fakat;

Girdaplı bir akıntıya kapılıp da o müjdeden kopmuş olan gönüller ve ruhlar, tarihin her safhasında sadece küçüldü, cılızlaştı, pörsüdü ve pek çok yerde de kaybolup gitti.

Bu bakımdan;

Hangi sahada dirilik ve canlılık istenirse, o sahada mutlaka O’ndan bir müjdeye gönül vermek gerek.

Çünkü;

Diri insan da, diri hayat da, diri sanat da, diri tarih de, diri eser de; hep diri bir müjdenin ölmez meyvesi.

Hayatı ve insanı yüksek ölçüler içerisinde şekillendirmek, yığınla prensip ve metottan ziyade yüce bir müjde etrafında pervâne etmekle mümkündür. Zira yığın yığın metotlar, müjdesi yoksa hiçbir başarı doğuramaz; ancak diri bir müjde, yığın yığın metotların en mükemmellerini de oluşturarak büyük açılımlar, fetihler ve başarılar doğurur. Çünkü diri bir müjdenin aşkı ve enerjisi hiçbir şekilde tıkanmaz ve ölmez.

Dolayısıyla bu gerçek;

Ticaretten eğitime kadar insan unsurunun hareketli olduğu her sahada bilhassa idrak ve tatbik edilmeli.

O zaman, eğitim piyasası da, ticaret piyasası da, birer denge ve fazîlet harmanı hâline döner.

Çünkü;

Yüce bir müjdeye gönül vermesini bilen, gerektiğinde Hazret-i Ebûbekir gibi bütün malını Allah yolunda vermesini de bilir.

Bir müjdeye gönül veren, aklını ve vaktini de gece-gündüz o eksende ilme ve irfana vermesini de bilir.

Gönlünü yüce bir müjdeye veren; fedâkârlığı da bilir, sadâkati de. Gaziliği de bilir şehidliği de. Cenneti de bilir cehennemi de. Zaferi de bilir fethi de. Azmi de bilir gayreti de. Sabrı da bilir tevekkülü de. Medine’yi de bilir medeniyeti de. İstanbul’u da bilir Bosna’yı da, Roma’yı da, bütün cihanı da.

Gönlünü yüce bir müjdeye veren; yücelmeyi de bilir tevâzuu da.

O hâlde;

İç dünyamıza bir bakalım;

Gönlümüzü âbide şahsiyetler misâli verdiğimiz, verebildiğimiz bir müjde var mı?

Bir müjde!

İnsanı eğiten ve canlı tutan bir müjde! Sevindiren; yüzünü, gözünü açan bir müjde! İnsanın bağrındaki aşkı ve sonsuz enerjiyi ortaya çıkaran bir müjde!

Eğer;

Hayatımızda böyle bir müjde varsa;

Hiç şüphemiz olmasın;

Bütün fırsatlar ona göre karşımıza çıkar, er veya geç mutlaka çıkar. Yüce Allah, mutlaka o müjdeyi gerçekleştirmek yolunda her türlü yardım ve lutfu gönderir. Şartları da âdeta ona göre tanzim eder. Görebilen, anlayabilen için.

Yeter ki yüce bir müjde gönülde eksen oluştursun.

O zaman;

İnsanın ibâdetinde bile ayrı bir lezzet ve âgâhlık olur. Kişi; ömrünü, sonsuz vuslat iştiyâkı içerisinde en bereketli şekilde yaşar. En ağır çileler bile kendisine safâ vesilesidir. Dikenlerin ortasında bile gül misâli mütebessim ve yüce bir huzur hâli tecellî eder.

Ama;

Müjdesiz gönül, güllerin ortasında bile olsa pörsümüş bir sonbahar derisi gibi buruktur. Yüzü de, solgun bir yaprak gibi sürekli yere dökülür durur. Çok rahat yapacağı işleri de yapamaz bir vaziyette tutuk, çorak, âtıl ve perişandır. Kolayca sergileyebileceği en güzel davranış, gayret ve başarı için dahî; «Niye ki? Ne gerek? Boş ver canım! Ne fark eder?» der ve yaşı ilerledikçe de küçülür, ufalır, toz olur, çöp olur.

Yani ancak;

Müjdeli bir gönül; «Nasıl yapmayayım ki, niye zaman kaybedeyim ki, hemen bismillâh, dem bu demdir!» diyerek ebedî bir kazancın mazharı olur. Bağrını ve sonsuz enerjisini, asla cüce vaat ve boş hayâlâta, gaflet ve tembelliğe kaptırmaz.

Demek ki;

Hayatımızdaki en sıradan şeyler de, büyük müjdeler etrafında dizilmesi gereken elektronlar gibi olmalı. Tâ ki, dünya ve nefsin basitliklerinin çekim alanı içinde bîtap olmayalım ve hüsrana düşmeyelim.

Bunun içindir ki, Hazret-i Peygamber’in eğitim metotlarının can damarı, müjdeden ibaret olmuştur. Zaten Allah O’nu inançsızlar ve âsîler hakkında «nezîr / korkutucu, uyarıcı» olarak tayin ederken, îman ve itâat üzere yaşayanlara da «beşîr / müjdeleyici» olarak göndermiştir.

Hazret-i Peygamber de öyle hareket etmiştir.

Yani;

O’nun yegâne metodu;

En zor anları bile yüce müjdelerle aşmak.

Yine O’nun metodu;

Cılız bir yüreği dahî, ulvî bir müjde ekseninde arslan yürekli bir kahraman hâline getirmek.

Böylece O;

Gönüllerin, içinde bulunduğu anlardaki telâş, sıkıntı, âcizlik ve mahrumiyetlerin oluşturduğu perdeler dolayısıyla ilk bakışta göremediklerini göstermek sûretiyle ümitleri de gayretleri de daima zinde tutan müjdeler ile her zaman şifâ ve çare oldu.

O;

Her gönlü mutlaka bir müjdenin etrafında pervâne etti. Müjdelere koşan niyetler ve azimler de, birer birer hakikat oldu.

Böylece O;

İmkânsızlıkların içindeki imkânı fark ettirdi. Yakından uzağa doğru, memleketlerde inançsızlık ve dalâlet içinde boğulan ruhları kurtaracak hidâyet nûrunu güneşlerden daha mânâlı ve berrak bir şekilde parıldattı.

Yanındaki ashâba ve sonradan gelen ümmetine;

Bu yolda hiç yılmadan ve yorulmadan fetih sancaklarını dalgalandıracak bir ruh enerjisi, yüce bir zafer şuuru takdim etti.

Feth-i mübînler;

İşte böyle gerçekleşti.

İstanbul fethi de böyle gerçekleşti!

Bir fetih müjdesi ile…

Öyleyse herkes kendi gönlüne desin ki;

Sen de, Fâtih gibi bir müjde-i Peygamber’e koş!

Öyleyse;

Yazımızın son noktası;

Besmelemizin «bâ»sındaki başlangıç noktası olsun.