GÖRÜYOR MUSUNUZ?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kısa bir müddet için yaşayışlarında irade ve organize kendilerine bırakılmıştı.

Fakat;

Daha önce en ufak bir aksamaları yokken, kendi başlarına hareket etme müsaade ve imtihanından sonra hâlleri; kâh ters, kâh düz, kâh doğru, kâh yanlıştı.

Bir gün bir araya gelip durum değerlendirmesi yaptılar. Toplantıda en can alıcı gündem, mevsim tıkanıklıkları idi.

Güneş de, rüzgâr da, yağmur da ve kar da, farklı bir mevsimin oluşturulması gerektiğini düşünüyor ve yeni projeler üzerinde tartışıyorlardı. Çünkü bahar çiçekleri, feryat hâlindeydi. Erik ağacı ağlıyordu. Kiraz durgundu. Daha nice bitkiler de darmadağın olmuştu. Rüzgârın bile yüreği, onların hâline parçalanmıştı. Yerinde duramıyordu:

–Ey kar! Ne kadar körsün. Yağacak zamanı bir türlü seçemedin. Gül gibi açmış çiçeklerin üstüne buz gibi yağmak, olacak iş mi?

Toprağın beyaz gelinliği olan kar ise, temiz rengi gibi sakin cevap verdi:

–Boşuna bana yüklenme ey rüzgâr? Asıl suç güneşte. Zamansız bir şekilde güneş devreye girince olan oldu. Çiçekler, kar mevsiminin bittiğini zannettiler. Ben yağacağım hâlde onlar açmaya başladı. Hadi onlar sabredemedi, güneş birazcık sabırlı olsaydı ya. Herhâlde gece uykuyu fazla kaçırdı ki, vaziyeti fark edemedi.

Güneşin yüzü kızardı:

–Tamam, bu işte benim de kabahatim yok değil, ama mevsimin bahar olduğunu unutmuş gibi konuşmayın. Evet, çiçekleri ben harekete geçirdim. Çünkü önceleri, bu mevsimde kar yağmazdı. Sadece yağmur yağardı. Dolayısıyla vaziyetin hesabını asıl ona sormak lâzım: Acaba yağış sırasını niçin kara bıraktı? Atmosferin yüksek yerinde âdeta koltukta yatar gibi uzanıp da aklı bir karış havada gezeceğine, işine düzgünce odaklansaydı da bu felâket yaşanmasaydı!

Rüzgâr da tasdik etti:

–Evet, evet! Kar değil, yağmur yağmalıydı. Ne yazık ki gafil yağmur, bu gerçeği göremedi. Kendi yapacağı işi, karların eline bıraktı. Ne yapsın; kar da, bu mevsimin gerçeklerini bilmediği için çiçekleri ziyan etti.

O sırada;

Soğuktan kanatları titreyen bir bülbül, tam ortalarına kondu:

–Niçin herkes kendi penceresinden bakıyor? Niçin herkes sadece bir noktaya bakıyor ve sadece bir noktayı görüyor?

Hepsi birden atıldı:

–Ben kar olarak tertemiz yağmaya bakarım. Vazifem yalnızca bu.

–Öyle de. Ben de güneş olarak sadece çiçeklerin yüzünü güldürmeye bakarım. Kar bunu görmeli. Öyle olur olmaz yağmak, hiç de uygun değil.

–Yahu ben yağmasam, çiçekler susuz kalmaz mı? Gerçi yağmur kardeş de bu işi yapar ama benim yerim farklı. Hem benim vazifem sadece yağmak. Gerisi beni ilgilendirmez.

–Ey kar! Yağmur olarak sıramı sana verdim diye beni hafife alma.

–Öyleyse, sen de çiçeklerin durumunu fark etseydin.

–Fark edecektim de, Mart’taki dalgınlıktan Nisan’ın ve Mayıs’ın geldiğini göremedim.

–Sen de görmeliydin, kar da. Zira ben rüzgâr olarak tam da çiçekleri kaynaştırıp meyveye dönüştürecektim ki, ortada ne çiçek kaldı, ne bahar.

–Çok konuşma ey rüzgâr! Onca kar bulutunu çiçeklerin üzerine sen getirmedin mi?

–Getirdim fakat ben onları yağmur bulutu zannetmiştim.

–Olur mu canım? Soğukluğundan da mı anlamadın? Hâlâ mı hâlâ, bulutların yağmur mu kar mı olduğunu kestiremiyorsun?

–Ne bileyim işte, güneşi görünce, birden yağmur bulutu zannettim. Çiçeklerin üzerine eserken onu da harekete geçirdim. Ah güneş, ah!

–Heey, durun bakalım. Bu mevsim, güneş mevsimi. Siz aranızda organize olamadınız diye bunun suçunu bana mı yüklüyorsunuz?

–Ama sen güneşsin. Hepimizi ve olup bitenleri en iyi görecek göz sende. O ışıl ışıl gözüne rağmen sen göremediysen, başkasının görmesi ne mümkün!

Bülbül, tekrar araya girdi:

–Bir dakika dostlar! Bu şekilde bu toplantıdan hiçbir doğru proje çıkmaz. Hepiniz, gerçeklere karşı bakar-kör davranıyorsunuz. Dolayısıyla yaptıklarınız doğru bile olsa, bir işe yaramıyor. Çünkü hepinizin birbirinizle eklemli, mütenasip, dengeli ve irtibatlı çalışması gerekli. Bu, hattâ elzem. Yoksa, görmediğiniz veya görmek istemediğiniz her nokta; sizin yaptığınızı destekleyici olacağı yerde köstekleyici ve bozucu bir icraat sergiler.

–O hâlde ey bülbül! Çözüm ne?

–Önce görmek, sonra da bakar-kör olmamak.

–Yani?

–Yanisi şu: Sadece yaptığınızı mükemmel yapmanız yetmez. Onun, alâkalı ve eklemli olduğu noktaları da göz önünde bulundurmalı ve mutlaka görmelisiniz. Sonra da görmüşlüğün gerektirdiği şekilde doğru adımlar atmalısınız. Güneş; hem kar bulutlarına, yağmura, çiçeklere, rüzgâra, mevsime ve hem de kendine hep birlikte bakmalı. Her noktayı ve ihtimali görmeli. Yağmur da böyle yapmalı, rüzgâr da, kar da. Hani bir aşçı; kirli olup da içine bir şey konmaya müsait olmayan tabağın durumuna bakmadan onda dünyanın en leziz yemeğini ikram etse, kendisine acemi de denmez, doğrudan doğruya gamsız veya hain denir.

Güneş, neşelendi:

–O zaman dört mevsimden farklı bir mevsim projesi boş! Mevcut mevsimleri dengeli yürütsek, her şey mükemmel işler.

Bülbül, bu anlayışa tebessüm etti ve;

“–Sizin inisiyatifinize verilen kısacık zaman da ancak bunu gerektirir.” dedi.

Sonra;

Kanatlarındaki buzları bir daha silkeledi ve geldiği bahçeye doğru uçup gitti.

Kanadından dökülen karlar, rüzgârın kucağına düştü. Oradan da gül yaprağına serpildi. Ardından bir şebnem hâlinde toprağa damladı.

Yerdeki karları da eritti. Tatlı bir yağmur başladı.

Yağmurla birlikte;

Eğitim notları için yoğrulan fikirler, düşünceler ve hakikatler de, ince ince gönüllere ve idraklere damladı.

Tekrar görüldü ve anlaşıldı:

Yıllardan beri birike birike eğitimin ciltler dolusu tarifleri meydana gelmiş. Hepsi de hiç şüphesiz ayrı bir değere sahip.

Fakat hepsinden mühim tek bir tarif var. Uygulamada mükemmelliği yakalamak için tek bir tarif. O da şu:

“Teori bakımından çok şeydir; ancak icraat açısından eğitim, görmektir…”

Görebilmektir.

Net bir şekilde ve mutlaka.

İllâ görmek.

Aksi hâlde, bütün muhteşem dağarcığına ve hazinelerden daha değerli faaliyetlerine rağmen eğitim, kupkuru bir hiç olur. Hattâ hiçten de öte, en zararlı bir faaliyete dönüşür. Evet; görmek özelliği olmayan her eğitim, felâkettir. Bu mahiyet de, ancak eğitimle öğrenilir. Yani gerçekçi bir eğitim görmedikçe, eğitimde görmek prensip ve hakikatini anlamak mümkün değil.

Bunu da görmek gerek.

Görmek…

Fakat asla üstünkörü değil, bakar-kör hiç değil.

Kesinlikle;

Gerektiği şekilde görmek.

Her şeyi; bütün plânlamaları, uygulamaları, talebeleri ve işleyiş ortamını, gelinen ve gelinmeyen noktaları görmek.

Kısa ve uzun hâliyle görmek.

Ne olursa olsun;

Olumlu ve olumsuzu görmek. Doğru ve yanlışı görmek. Başarılı ve başarısızı görmek. Dünü, bugünü ve yarını görmek. Testinin kırılıp kırılmayacağını görmek. Sızıntıları görmek. Çıkıntıları görmek. Yapılması gerekenleri ve yapılmaması gerekenleri görmek. Âcil olanla olmayanı görmek. Mikrop ve ilâcı görmek. Talebeliği ve hocalığı görmek. Sual ve cevabı görmek. Mes’ûliyet ve onun hesabını görmek. Ceza ve mükâfatı görmek. Kısa ve ebedî yansımaları görmek. Dünya ve âhiret boyutunu birbirinden ayırmadan görmek.

Sınıf ortamını, sokak ortamından ayırt edici farklılıkları görmek.

Özellikle;

Gaye ve hedefleri, gerçekçi bir gözle görmek. Sıradanları ve dâhîleri görmek. Moloz ve inciyi birbirine katmadan ve karmadan görmek. Haklı ve haksızı yüzde oranlarına göre görmek. Geneli de özeli de görmek.

Ayrıca;

Bütün tafsilâtı/detayları görmek. Nüansları görmek. Net renkleri ve ara renkleri de güzelce görmek.

Hangisi kestane, hangisi kiraz, hangisi deve dikeni, hangisi ebûcehil karpuzu, hangisi portakal, hangisi armut, tamamen doğru bir tespitle görmek.

Ruh ve gönüllerde yaşanan veya yaşanabilecek olan trafik kazalarını görmek.

Kesin ve muhtemel olan ne varsa yerli yerince tam görmek.

Bir de tam vaktinde;

Hiçi, noksanı, yarımı ve tamı görmek.

Ârıza ve çareyi görmek.

Olmuşları ve olacakları görmek.

Gördüklerini de;

Hem kafa gözüyle, hem akıl gözüyle, hem de gönül gözüyle görmek. Hem yerlerin gözüyle, hem göklerin gözüyle görmek.

Her safhada;

Dost ile düşmanı da görmek. İstekli ile isteksizi de görmek. Gönüllü ile gönülsüzü de görmek. Yapanı ve yapmayanı da görmek.

Bu meyanda;

Adam olacak olanı ve olmayacak olanı, sonraların kader sırrını çözerek görmek. Nokta kadar bir malzemeden dev gibi bir şahsiyetin çıkabileceğini de, yahut tam tersi, dev gibi malzemeden nokta kadar bile olmayacak cüce ve beş para etmez bir şahsiyetin de çıkabileceğini en fark edici bir basîret ve maharetle görmek.

Göz önünde veya göz ardında;

Dinleyen ve dinlemeyeni görmek. Anlayan ve anlamayanı görmek. Alanı ve almayanı görmek. Uyuyanı, yatanı, uyanığı, oturanı, kalkanı, yürüyeni ve koşanı görmek.

İllâ işin içinde bulunarak;

Kapı ve pencereyi görmek.

Esaret ve hürriyeti görmek.

Zafer ve mağlûbiyeti görmek.

Hele de, ibret ve hikmetli nazarlar ile;

Tarihteki acı ve tatlı bütün manzaraları görmek. Cennet vatanı görmek. Kanlarımızla sulanmış al bayrağı görmek.

Kendi îmânımızın, kendi medeniyetimizin, kendi kültür ve dünyamızın ihtişamını, kıymetini, mükemmelliğini ve başkalarınkinden kat kat üstünlüğünü görmek.

Güçlü bir şahsiyet için;

Neye, kime, nasıl hayran olunacağını görmek.

Gerçek rota ve istikameti görmek.

Görmeden insanda hiçbir kıpırdanmanın olmayacağını bilerek görmek.

Hâsılı;

Bütün bu hakikatleri de hiçbir şekilde ihmal etmeden görmek.

Göz önünden ayırmadan görmek. Hâfızanın unutamayacağı, silemeyeceği şekilde görmek.

Fakat mutlaka görmek.

Bilhassa önceden görmek.

En azından zararın neresinden dönülürse kârdır, kabîlinden görmek.

Fakat;

Mutlaka görmek.

Görmek ve gereğini yapmak…

Çünkü gereği yapılmamış olan görmelerin her biri, görmemekten de beterdir.

Yani sadece görmek yetmez.

Görmek, aynı zamanda göstermek ve yine gereğini yapmak, şart. Düzeltici bir gözle illâ görmek ve düzeltmek, şart. Görülüp düzeltilmediği takdirde insan denen büyük hazinenin perişan ve ziyan olacağını görmek, bu zarara ve vicdansızlığa düşmemek, şart.

İşte eğitim!

Bu!

Gerisi lâkırdı…

Pekâlâ;

Görüyor musunuz?

Yoksa;

Görmenin getirdiği mes’ûliyet ve terletici gayretlerden kaçmak sizin de kolayınıza mı geliyor?

Maalesef;

Bazıları; görmemeyi, üstelik şuurlu şekilde bir avantaj olarak görüyor da; bunun, gerek buradaki, gerekse ötedeki kaçınılmaz acı ve tehlikeli neticelerine gözü kapalı yaşıyor. Onlar; gözlerini ecel zoruyla açtıklarında ne göreceklerini, keşke önceden idrak edebilseler…

Keşke, faydasız keşkelere düşmeden idrak edebilsek…

Keşke!

Ne mutlu keşkesiz görebilenlere!