DÜRRİZÂDE’NİN KOMPOSTO KÂSELERİ

Sadettin KAPLAN sadettinkaplan@gmail.com

Millet olarak, gelenek ve inancımız gereği ikramı severiz. Bu yüzden de, yemeklerimizin yüz akı olmasını isteriz…

Yüce milletimizin o güzel âdetlerini, fakirin gönül zenginliğini, zenginin tevâzu ve ruh enginliğini, mevki ve makam sahibi olan ecdâdın ilâhî rızâyı kazanmak uğruna ikramda ifrâtı zorlayan hizmetlerini şöyle bir hatırlayıp hatırlatarak, rûh-i muazzezlerine Fâtihalarınızı göndertebilmek umuduyla; Ramazan’la, yemekle ilgili bir hikâye nakletmek geldi içimden…

Çok bilinen tarihî bir anekdot olmakla birlikte, bilmeyenler için bir kez daha anlatmakta ne zarar var?..

Efendim, Dürrizâde Abdullah Molla, Sultan II. Mahmud döneminin; ilmi, zekâsı, zenginliği ve zarafetiyle ünlü şeyhülislâmıdır… Hocanın nâmı, üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun da dışına taşmıştı. Avrupa ülkelerinin sefirleri bile bu zâtın kibarlığı, zarafeti, dikkat ve rikkatine hayran idiler…

Dürrizâde; verdiği fetvâlardaki isabetiyle olduğu kadar, konağında verdiği davetleriyle de hayranlık ve kıskançlıklara hedefti. Öyle ki, devrin Osmanlı Padişahı Sultan II. Mahmud Han bile bu zâtın, ününü hak edip etmediğini merak ediyordu…

İnsan gölgesinin toprakta terlediği sıcak bir yaz Ramazân’ıydı…

Gün uzun, hava sıcak, sabır martı kanadında… İstanbul, erimekte olan kurşun kubbeleriyle buhar olup uçacak gibiydi… Ya Üsküdar?.. Sahi, Üsküdar bu yakaya göre daha serin olamaz mıydı?.. Kim bilir, belki de Üsküdar sahilinde yanık sînelere efil efil esecek bir meltem, şu anda Doğancılar yokuşundan nişanlı bir kız edâsıyla denize doğru inmekteydi… Üstelik Dürrizâde’nin konağı da Üsküdar’da, Doğancılar’da değil miydi?..

Padişah, bu düşüncelerle bir anda serinledi. Tatlı bir tebessüm, oruç mahmuru çehresine yayıldı. Yerinden doğrulurken, belli belirsiz;

“Üsküdar’a!..” dedi.

Daha ikindi ezanları okunmadan, Padişah ve ona refakat eden devlet erkânı Üsküdar’daydılar. Namazı Mihrimâh Sultan Camii’nde edâ ettiler. Sultan, bir süre, cami çıkışında halkıyla sohbet edip, onlarla hemhâl oldu. İhtiyaç sahibi fukarâya ihsanda bulundu.

Daha sonra, caminin denize nâzır cephesindeki Nizamiye Karakolu’na doğru yürüdü. Karakolu denetledi. Kapı önüne çıkarılan bir sandalyeye oturarak denizi seyretti…

Padişah basbayağı oyalanıyordu. Vakit, gittikçe akşama yaslanıyordu. Sultan’a refakat edenler tedirgin idiler. Önemli bir kısmı, yaşlı kimselerdi. Yaz Ramazân’ının verdiği bitkinlikle yutkunup birbirlerine bakıyorlar, fakat bir şey de diyemiyorlardı…

Ne zaman kalkacaktı Devletlü Hünkâr? Saraya ya da evlerine iftar vaktinde nasıl yetişeceklerdi?..

Artık rahat bir iftardan umutlarını kesmişlerdi. Ya karakolda, ya kayıklarda; bulabilirlerse zeytin, hurma, iftar edeceklerdi… Oysa onlar, susuzluktan yanan sînelerini, kuruyan dillerini soğuk şerbetlerle serinletmek istiyorlardı… Kısmet…

Akşam ezanına yarım saat kala ayağa kalkan Padişah, Doğancılar Yokuşu’na doğru yöneldi. Kim soru sorabilir cihan padişahına?.. Refâkat eden erkân da peşine takıldı…

Dürrizâde Konağı’nın önüne geldiklerinde, ezana on dakika vardı. Şeyhülislâm’ın kâhyası, Padişah ve yanındaki kalabalık devlet erkânını görünce; korku ve telâştan nüzûl indirecek hâle geldi. Kısmet bu ya, her nedense o akşam için Şeyhülislâm’ın iftar daveti yoktu. Bu yüzden, yemekler sadece hâne halkına göre yapılmıştı…

Zavallı kâhya, eli ayağına dolaşarak hizmetkârlara bazı talimatlar verip, doğruca Dürrizâde’ye koştu. Telâşla, Padişah ve kalabalık bir refakatçinin avluda olduğunu söyledi…

Şeyhülislâm, gayet sâkin ve gülümseyerek;

“Telâş etme yahu!” dedi. “Hoş geldiler, şeref ve safâlar getirdiler…”

Sonra da, mutlu ve mütevekkil bir tebessümle ekledi:

“Hareme haber sal. Birkaç tablayı dışarı versinler. Benim soframı da efendimize takdim edin. Misafir bulduğunu yer. Kısmetten öteye yol yok…”

Hiç de telâş ve koşturmaca olmadı… Ezan okunduğunda herkes sofradaydı. Dürrizâde Molla ile Sultan Mahmud bir sofrada, diğer erkân ise avludaki diğer sofralardaydılar…

Ne refâkatçi devlet erkânı, ne de Padişah bu işe akıl erdiremiyordu. Haber verilmiş olsa, ancak bu kadar hazırlık yapılabilirdi.

Yemekler nefis, hizmet kusursuzdu… Padişah da dâhil olmak üzere, hiç kimse o akşam böylesi bir iftarı akıllarından bile geçirmiş değillerdi… Şükür Rezzâk olan Mevlâ’ya… Mideler doymuş, arzular kanmış, sîneler serinlemişti…

Derken orucun mahmurluğu geçmiş, kahveler de içildikten sonra akıllar başa gelmişti. Akıl başa gelince, muhakeme ve yorum da kendini göstermeye başladı…

Yemeklerin konduğu kaplar; el sanatının birer şâheseri olmalarına rağmen; pilâvla birlikte gelen hoşafların konulduğu cam kâseler, pek de has ve o sofraya lâyık bir görüntü vermiyorlardı. Gerçi kâseler öyleydi ama içindeki amberli hoşafın lezzet, nefâset ve soğukluğuna bin âferin az gelirdi…

Yemekten ve duâdan sonra, hayret ve hayranlığını açıklayıp, şeyhülislâmına büyük iltifatlarda bulunan Padişah, dayanamayıp dedi ki:

“–Bre hocam, hepsi çok iyi de, şu hoşaf taslarını beğenmedim. Onca nâdîde kap-kacak arasında sakil durdular… Daha kaliteli cam kâse bulamadın mı ki, bize hoşafı bu taslarda sundun?..”

Dürrizâde, o zarif tebessümü ve mahcubiyetiyle;

“–Sultanım efendim.” dedi. “Hatamızı hoş görünüz. Hoşafın tadı ve lezzeti bozulmasın diye buz parçacıklarını kâselere attırmıyoruz. Kâseyi buzdan yaptırıp, hoşafı buz kâseye koyuyoruz…”

Padişah, ne diyeceğini bilemedi. Refakatindekilerle birlikte, namazdan sonra konaktan ayrıldı.

Sultan II. Mahmud, ne zaman Şeyhülislâm Dürrizâde’den söz açılacak olsa, biraz mahcup bir edâ ile;

“Dürrizâde Abdullah Molla, hâzâ zarif, hâzâ kibar ve hakikaten hânedan bir kişi…” diyor, başka da bir şey demiyormuş…

Eh, ün öyle kolay kazanılmıyor. Dürrizâdeler kolay yetişmiyor…

Ve buzdan kâseler çabuk erise de, büyük adamlar çabuk unutulmuyorlar…