Ümmet Olmanın Anlamı BİRLİK OLMAK

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

«Ümmet» kelimesi, zaman ve din anlamlarının1 yanı sıra; «aynı din, aynı zaman veya aynı mekânda zorla veya iradeleriyle bir araya getirilmiş topluluk» anlamına da gelir.2 Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökte uçan kuşların hepsi sizin gibi topluluklardır (ümmettirler).” (el-En’âm, 6/38) buyurulmuştur. Çünkü Allah; her canlı türünü, müşterek oldukları bir tabiatta yaratmıştır. Her türün fertleri o türe has tabiat ve özellikte birleşmektedir. Ağ örmek örümceklerin, darı biriktirmek ise karıncaların ortak özelliğidir.

Ümmet kelimesi, insanlar hakkında kullanıldığında ise;

“İbrahim tek ümmet idi.” (en-Nahl, 16/1209) âyetinde olduğu gibi; «Allâh’a kullukta bir topluluk gibi değerlendirilecek örnek ve rehber kişi.»

“İçinizden iyiliğe çağıran bir topluluk olsun.” (Âl-i İmrân, 3/104) âyetinde olduğu gibi «bilgi ve uygulamada seçkin ve başkalarına örnek topluluk» anlamlarına da gelmekle birlikte «ortak bir inancı paylaşan topluluk» anlamı yaygınlaşmış3 ve kelime bu şekilde kullanılır olmuştur.

Görüldüğü üzere «ümmet» kelimesinin bütün mânâlarında beraberliğe vurgu vardır. O kadar ki; yaşantı bakımından, hiç değilse zaman ve mekân bakımından, başkalarıyla müşterekleri olmayan bir topluluk, ümmet sayılmamaktadır. Hattâ kelime, tek kişi hakkında kullanıldığında bile o kişinin başkalarına örneklik teşkil edecek evsafta olmasını ifade ettiğinden, yine beraberliği vurgulamış olmaktadır. Şu hâlde ümmet olmanın olmazsa olmaz şartı; ümmetin diğer fertleriyle îmanda, idealde ve yaşantıda bir ve beraber olmaktır.

İslâm ümmetinin ortaya çıkışı, tarihte bir benzeri daha olmayan fevkalâde bir beraberlik destanıdır. Bu ümmetin ilk nesli, üç milyon küsur kilometrekarelik geniş bir coğrafyada -neredeyse- her biri farklı bir lehçeyle konuşan göçebe Arap kabîlelerinden oluşmuştur. Namus ve haysiyetlerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle kız çocuklarını diri diri gömen, kabîlecilik taassubuna kapılarak incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle savaş çıkarıp yıllarca kan dâvâsı güden bu insanların, ilk bakışta bir araya gelebilecekleri hayal bile edilemezdi. Ancak Allâh’ın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e lutfettiği -üzerinde pek durulmayan- bir mûcizenin4 eseri olarak, bu insanlar kabîle merkezli sosyal hayatı terk ederek; ideal birliğine dayalı bir dünya görüşüne geçtiler ve;

“Lâ ilâhe illâllah / Tapılmaya lâyık olan varlık, yalnızca Allah’tır.” kelimesi (kelime-i tevhid) etrafında birleştiler. Bu sayede daha Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından on sene geçmeden bütün Orta Doğu’yu ele geçirip Hindistan ve Çin’e dayandılar. Tarihte Cengiz İmparatorluğu gibi çok daha geniş devletler kurulmuş olsa da bu devletleri kuranlar bir dünya görüşü ikāme edememişler, bu yüzden de kısa bir süre sonra hâkim oldukları halkın kültürü içinde asimile olup gitmişlerdir.

Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti ise, inandığı değerleri dünyaya yayıp hâkim kılmadaki sürati ve o değerleri sürekli kılması bakımından çok müstesnâ bir yere sahiptir. Peygamberler içerisinde bu açıdan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en çok benzeyen Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’dır. Kavmini Mısır’dan, firavunun zulmünden kurtarmış; fakat hedeflediği şekilde Filistin’e yerleştirmeyi başaramamıştır. İsrailoğulları Filistin’e, Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’ın Sînâ çölünde vefatından sonra onun halefi olan Yûşâ bin Nûn zamanında girebilmişler ve ancak Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- zamanlarında güçlü bir toplum olabilmişler, bu da çok sürekli olmamıştır.

Hazret-i İsa’nın dîni ise, ondan sonraki üç asır boyunca eski inanış ve felsefelerin tesiriyle büyük bir değişikliğe uğramış; milâdî IV. asırda Roma’nın resmî dîni olarak kabul edildiğinde çoktan aslını kaybetmişti.

Müslümanlar ise; çok kısa bir zaman dilimine muazzam fetihler sığdırmışlar, eski kabîlecilik anlayışı yeniden nüksetmiş ve çok acı hâdiselerin yaşanmasına sebebiyet vermiş olsa bile; tarihlerinin ilk 30-40 yılındaki bu samimî birlik rûhu sayesinde Endülüs ve Sicilya gibi bazı istisnâlar dışında girdikleri her yerde kalıcı olup İslâm’ın değerlerini hâkim kılmışlardır. Ne var ki; tarihlerinin ilk devresindeki bu örnek ümmet şuuru ve birlik rûhunu, 14 asır boyunca siyasî açıdan her zaman sergileyebildiklerini söylemek mümkün değildir. Aksine müslümanlar Hulefâ-yı Râşidîn devrinden ve özellikle de Emevîler’den sonra, hele hele III. asrın ortalarından itibaren Abbâsîler’in zayıflamasıyla siyaseten parçalanmış ve birçok devlete ayrılmıştır ve bu devletler genellikle birbiriyle ihtilâf hâlinde olmuşlardır.

Allâh’a şükür ki, sonu gelmeyen bu ihtilâfların istisnâları az olmakla birlikte yok değildir. Meselâ ilk akla gelen Selâhaddin Eyyûbî’nin Nûreddin Zengi’ye bağlılığıdır. Haçlılara karşı mücadele veren Nûreddin, Selâhaddîn’i amcası Şîrkûh kumandasındaki bir orduyla Fâtımî idaresindeki Mısır’a göndermiş ve sonunda Selâhaddin; amcasının vefatından sonra -konumuzla bağlantısı olmayan uzun bir vetîre içerisinde- Mısır’a hâkim olmuş ve bir müddet sonra Trablus ve Yemen gibi yerleri de ele geçirmiştir. Böylece Nûreddîn’e göre çok daha avantajlı bir konuma gelmesine rağmen ona devamlı bağlılık ve sadâkat izhar etmiştir. Tarih kitaplarının aktardığına göre Selâhaddîn’in, bazı icraatlarına içerleyerek Mısır’ı ele geçirmeye niyetlenmişken vefat eden Nûreddîn’in yerine tahta geçen oğluna da bir müddet sadâkat göstermesi gerçekten örnek gösterilecek bir davranıştır.

İkinci örnek; Cezayir’e hâkim olan Hızır ve Oruç reislerin Osmanlılara bağlanmalarıdır. Endülüs’ü tamamıyla ele geçirip Şimâlî Afrika sahilindeki Sebte, Melîle ve Vehran gibi şehirleri de istîlâ eden İspanyolların durdurulup Mağrip ülkelerinden atılmalarında bu beraberliğin çok büyük bir rolü vardır.

Üçüncü bir örnek; Kırım hanlarının Osmanlı sultanlarına bağlılıklarıdır. Bu birlik sayesinde Rusların Karadeniz’e inmesi üç asır engellenmiştir. Avrupa’ya karşı verilen mücadelenin başarısında da bu beraberliğin rolü azımsanamaz.

İkinci Viyana muhasarasında Kırım hânının gayretsizliğinin ve hattâ söylentiye göre ihânetinin bozgunda çok büyük tesiri olduğunun kaydedilmesi; Osmanlı-Kırım beraberliğinden doğan gücün büyüklüğünü gösterir. Viyana muhasarasının akāmete uğramasıyla başlayan bozgunlar silsilesinin bir halkasını da, Kırım’ın bir asır kadar sonra Ruslar tarafından işgali teşkil etmiş; böylece hânın ihâneti Kırım için çok pahalıya mâlolmuştur.

Görüldüğü gibi 14 asırlık koca bir tarihte Hulefâ-yı Râşidîn devrinden sonra ümmet şuuru ve birlik rûhunun örnekleri -ne yazık ki- pek az sergilenmiştir. Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslümanları tek bir vücuda benzetir. Bir âzâsı ağrıyan vücut, nasıl bütünüyle rahatsız olursa; müslümanlar da içlerindeki bir ferdin acı ve ıstırabını yüreklerinde hissetmek ve onun derdine çare olmak için çaba sarf etmek zorundadırlar. Ümmet olmak bunu gerektirir. Birlik olmaya her zamankinden daha muhtaç olan günümüz müslümanlarının, bu hadis üzerinde uzun uzun durmaları ve muktezâsınca amel etmeleri gerekmektedir.

_________________________

1 Bu anlamlar için sırasıyla bkz. ez-Zuhruf, 43/22; Yûsuf, 12/45.
2 Râgıb, el-Müfredât (nşr. Safvân Adnân Dâvûdî), 1. Baskı, Dımeşk: Dâru’l-Kalem, 1992, s. 86, «ü-m-m».
3 Râgıb, a.y.
4 Bkz. el-Enfâl 8/63.