Rabbü’l-Âlemîn’in Âlemlere Rahmeti RAHMETEN Lİ’L-ÂLEMÎN…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Hepimizin ezbere bildiği âyetler vardır. Namazlardan sonra duâya kalkar ellerimiz, müezzinin dudaklarından dökülen o âyetlerden biriyle…

“Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn…” (el-Enbiyâ, 107)

Rabbimiz bu âyet-i kerîmede Efendimiz’in; «âlemlere rahmet olarak» gönderildiğini beyan eder. Meallerde umumiyetle; «rahmeten» kelimesinin, «rahmet olarak» şeklinde tercüme edildiğini görürüz.

Aslında bu bir tercihtir. Bu tercihte rahmet kelimesi, Efendimiz’in gönderilişinde hangi hâl üzere olduğunu beyan eder. Yani o Rahmet Peygamberi, âlemlere cezâ, gazap veya kahır olarak değil, rahmet olarak gönderilmiştir.

Âlemlere Rahmet ifadesinden; bütün kâinatı, bütün varlığı anlıyoruz. Âlemler ifadesi, Arap dilindeki bir kural gereği; ancak (insan, melek ve cin gibi) akıllı, şuurlu varlıklar için kullanılır. Fakat, Kur’ân’da her şeyin Hakk’ı tesbih ettiği, O’na secde ettiği ve benzeri ifadelerden; âlemler ifadesinin, bütün mahlûkat olarak anlaşılması mümkündür. Efendimiz, insanlara olduğu gibi, cinlere de gönderilmiştir. Rasûlü’s-Sekaleyn unvânı bu hakikatin ifadesidir.

Efendimiz’in rahmeti, âlemlere şâmildir. Ağlayan hurma kütüğünden, sahibinden sızlanan develere kadar cümle mahlûkat O’nun mazhar olduğu ilâhî rahmetin kanatları altına girmiştir.

Rivâyete göre Peygamber Efendimiz, Cebrâil -aleyhisselâm-’a suâl etmiş:

“–Âlemlere gönderildiğim rahmet, sana da isabet etti mi?”

Cebrâil -aleyhisselâm- cevap vermiş:

“–Elbette ey Allâh’ın Habîbi! Sen’den evvel, ben de âkıbet endişesi içindeydim. Fakat Sana inzâl olunan âyet-i kerîmelerde hakkımda;

«O (Kur’ân); şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itâat edilen, emin bir elçinin (Cebrâil’in) getirdiği sözdür.» (et-Tekvîr, 19-21) hitabı gelip de, nihâî olarak emîn olarak vasfedilince ben de sayende rahmete nâil oldum.”

O’nun var oluşu rahmettir. Çünkü O’nun varlığıyla âlem mânâ kazanmıştır.

Ârif, O’nun irşadıyla «mârifetullâh»a ermiştir.

Âlim, ilmi ve faydasını O’nun taliminden öğrenmiştir.

Müttakî, takvânın yolunu O’nunla öğrenmiştir.

Mü’minler, O’nun sayesinde cennete kavuşmuştur.

Mücrim, O’nun şefâatiyle mağfiret kazanmıştır.

O’nun hayatı ve örnekliği olmasa; her fert, gönlünde Kur’ân ile dünyaya gelseydi bile, Allâh’ın rızâsını tespit ve tayinden âciz kalırdı.

Yaradan nûrunu bir noktaya teksîf etti.
Âdetâ Zât’ını, Ahmed ile târîf etti.

Sordu diller ve gönüller o nasıl bir Gül idi,
Güller ahlâkını, Kur’ân diye tavsîf etti.

Ne büyük müjde bu, en sevgili ikrâmı ile,
Ne saâdet ki Hudâ bizleri taltîf etti…

Salevat vakti bu an, Nûr’u selâmlar ile an,
Bu mübârek gece âlemleri teşrîf etti… (Tâlî)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün âlemlere rahmettir. Mü’mine de, kâfire de… Mü’min için Rahîm isminin tecellîsine vesile olur; ebedî, hakikî rahmete, cennete ulaştırır. Kâfiri ise Rahmâniyet tecellîsiyle dünyada peşin bazı kahırlardan korur. Efendimiz içlerinde olduğu müddetçe, Mekke kâfirlerine dünyevî bir musîbet dokunmamıştı.

Yine Efendimiz’den önceki nebîlerin kavimleri; yerin dibine geçirilme, toptan boğulma, maymuna, hınzıra çevrilme gibi kökten helâk edici azaplarla yeryüzünden silinirken; Efendimiz’in devrinde rahmet neticesi olarak bu cezâlar kalktı. Sırf bu tecellî üzerinde tefekkür edilse, ümmet-i Muhammed için ne büyük bir nimet olduğu anlaşılır. Çünkü arkeoloji ilmi de gösteriyor ki, geçmiş ümmetler, birçok medeniyetler; ilmî inkişaflar sergileseler de, toplu helâkler neticesinde, bunları geleceğe aktaramadılar. Piramitlerin nasıl yapıldığı bir sır kaldı. Hazret-i Süleyman devrindeki akıl almaz ilimler kayboldu. Âdeta her defasında baştan aldı insanlık. Fakat Efendimiz devrinde; bu kesintiler son bularak, insanlığın maddî birikimleri teknik ve ilmî bir medeniyet kurmalarına müsaade etti.

Efendimiz’in hayatı da rahmettir, vefatı da… Hayatında hidâyet vesilesi Kur’ân inzal olmuş; onun birinci elden tefsiri olan sünnet, Efendimiz’in hayatına ve ahlâkına nakşolmuş hâliyle sîret ve bu hakikatlerin ümmetin birinci halkası olan ashâba talim ve terbiye edilmesinin sûreti olan sohbet zuhur etmiştir.

Vefatından sonra ise, Efendimiz; ümmetinin kendisine arz olunan amellerine nazar ederek, sâlih amellere hamd, kusurlara ise istiğfar ederek kıyâmete kadar, ümmetine rahmet hâlinde kalacaktır:

Sözü, ilm ü mârifette,
Gözü, afv u mağfirette,
Doğumunda… âhirette…
O bizim duâcımızdır!.. (Tâlî)

Âyetteki «âlemler»e ehl-i küfrün de dâhil oluşu, şöyle de izah olunur:

O, bereketli bir yağmur gibi insanlığa geldi. Fakat taslarını ters çevirenler o rahmetten mahrum kalırlar. Ondan mahrum olanların varlığı, O’nun âlemlere rahmet olduğunu ifadeye mânî değildir. Allah, bereketli bir kaynak ihsan eder; gayretli, çalışkan kişiler, toprağı işler, o su ile bol mahsul elde ederler. Fakat tembel, suyu sadece seyreder ve eline bir şey geçmez. (Zemahşerî)

Yine de, bu tefsir ve tevilleri yeterli bulmayıp;

“Burada «âlemler» O’na îman edenlerdir.” şeklinde bir görüş de ilk asırlardan itibaren tefsirler arasında yer almış.

Gramer açısından değilse de, belâgat açısından; O Rahmet’i idrak edemeyen aklı, yok hükmünde tutmak, hakikatin ta kendisi değil midir?

Âlemlerin burada mü’minler demek olduğu kanaatine tesir eden bir husus da; müteakip âyetlerde, Efendimiz’in ehl-i küfre âdeta harp ilân etmesi; yakın mı uzak mı olduğunu bilmediği bir azap ile onları tehdit etmesi ve sûrenin son âyetinde de, Cenâb-ı Hakk’a; kendisi ile inkârcılar arasında hak ile, adaletle hükmetmesi için duâ etmesidir. Malûmdur ki, hak ile, adaletle hükmetmek, kahrı gündeme getirir.

Hakikaten, bu siyak-sibak (cümlelerin gelişi, sıralanışı); gönüller açılmadığında «Âlemlere Rahmet»in, muhataplarına fayda vermeyeceğini vurgulamaktadır. O’nun vesile olduğu ilâhî rahmetten istifade, O’na ittibâ nisbetindedir.

O’nun rahmet nazarı da, istiğfarı da O’na muhabbet ve ittibâ ile ancak faal hâle gelir:

Nebîden bir nazar yetmiş ve ashâb olmuş insanlar,
Ne ibrettir; kararmış kalbe yetmez yetmiş istiğfar.
(Tâlî)

Buraya kadar verdiğimiz açıklamalar, «rahmeten» ibaresini, Efendimiz’in gönderiliş hâli olarak mânâlandıran tercih üzeredir.

İkinci bir tercih ise; «rahmeten» kelimesini, gönderilişin sebebini bildiren bir şekilde mânâlandırmaktır. Bu takdirde, rahmet; gönderene tevcih olur. Yani Allah; âlemlere merhametinden, âlemlere acıdığından dolayı Efendimiz’i bir peygamber olarak gönderdiğini beyan etmiş olur.

Bu tefsir, ilk mânâyı da içine alacak şekilde şu meallere yansımış:

“Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet için gönderdik.” (Süleyman ATEŞ)

“…Biz Sen’i bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (Suat YILDIRIM)

Muhammed Esed ise, ikinci tercihe daha bir ağırlık vermiş:

“Biz Sen’i yalnızca, bütün âlemlere rahmetimiz(in bir işareti) olarak gönderdik.”

Aslında bu son meallerde cem edildiği gibi iki mânâ, aynı kapıya çıkabilir. Neticede Efendimiz’in vesile olduğu rahmet de, Allâh’ın rahmetidir. Kur’ân ve Efendimiz, başka âyet ve hadislerde de Allah katından bir rahmet olarak isimlendirilmişlerdir. (el-En’âm, 157; el-Ârâf, 52, 203, et-Tevbe, 61; Yûnus, 57…) Fakat, Efendimiz’in gönderilişinin, yalnızca Allâh’ın âlemlere merhameti sebebiyle vukû bulduğunu ifade edince; âyetin devamındaki harp, fitne/imtihan, azap tehdidi ve hüküm duâsı gibi rahmete zâhirde teâruz eden hususlarla bir zıtlık meydana gelmemektedir.

Çünkü, Allâh’ın âlemlere merhamet ederek, en sevgili kulunu, çileli bir vazifeye göndermesi; hak ile bâtılın, temiz ile pisin, sağlam ile çürüğün ayrışması içindir ki, harp de, fitne de, Allâh’ın iki taraf arasında hak ile hükmetmesi de bunun tafsilâtından ibarettir. (el-Enfâl, 37; Âl-i İmrân, 166, 167, 179; el-Hadîd, 25; el-Ârâf, 89)

Âlemlere rahmet olan, Efendimiz’in gönderilişidir. Çünkü O gönderilmese; hak ile bâtıl, pis ile kirli seçilmezdi. Nur, zuhur etmezdi.

Allâh’ın en sevgili kulunu, âlemleri muhabbeti için yarattığı Rasûlü’nü; bu çileli vazifeye, Arş’a nisbetle bu süflî arza göndermesi de Allâh’ın kullarına olan merhametinin, Habîbi’nin de fedâkârlığının neticesidir.

Bu âyetle, Allah Teâlâ, elçisini inkârda inat eden ehl-i küfre ve kabulde naz gösterebilecek ehl-i îmâna, Rasûlü’nün kıymetini bildirerek âdeta şöyle sesleniyor:

Ayırmazdım Arş-ı Âlâ’dan, civârımdan bir an…
Habîbim, fânî ve süflî arza hiç inmez idin…

İlâhî kānûnum ancak merhamettir her zaman;
Rasûlüm’den gönlü mahrum kalmasın âlemlerin…

Bu hikmetten ey Habîbim, Sen’le bahşettim emân:
Bütün âlemler Sen’in sâyende kahrımdan emin…

Sen’in ömrün sırr-ı rahmet; mağfiret eyler beyan…
Düşünsün kullar o mümtâz ömre Ben ettim yemin!..

Rasûlullah bir lütuftur, bolca şükretsin lisan:
Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn… (Tâlî)

Efendimiz’in Allâh’ın Habîbi olduğunu hatırda tutar ve hayatının nice çile ve ıstıraplar, yokluklar içerisinde geçtiğini düşünürsek; bu tefsir Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Allah katındaki kadrinin yüceliğini bildirmek açısından gayet münasip düşmektedir.

Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda, mukarreb meleklerle daimî bir mîrac hâlinde yaşamak yerine; yeryüzünde ümmeti içinde bulunmasının da, ne büyük bir muhabbet ve şefkat tezâhürü olduğu anlaşılır.

Hazret-i İdris’in dünyada iken mîrac benzeri bir yolculukla cennet-i âlâya yükseldiği; o ilâhî rahmet ve mükâfat meşherini görünce, çıkmayı murâd etmediği, kıyâmete kadar orada kaldığı / kalacağı rivâyet edilir.

Efendimiz ise, bundan çok daha yüce bir mevkie; Sidre-i Müntehâ’ya, Allâh’ın huzûruna yükselmiş, fakat yine ümmetine rahmeti sebebiyle, oradan vazifesine dönmüştür. Ârif Nihat ASYA ne güzel söyler:

Hem Tanrı’yadır muhabbetin, hem bizedir,
Zaten bizi Sen gözetmezsen kim gözetir?
Ey En Büyük İnsan, göğe çıkman ayrı
Ordan yere inmen ayrı bir mûcizedir!

Bunu bir mecburiyet olarak da görmemelidir. Çünkü bazı hadislerden Efendimiz’in bu konuda muhayyer bırakıldığını anlıyoruz:

Âişe Vâlidemiz anlatır:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağlıklı günlerinde birçok defa;

«Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmedikçe, rûhu kabzolunmaz! Sonra, dünyada kalmak ile makamına gitmek arasında muhayyer bırakılır!» buyurmuştu. Kendisi hastalanıp vefatı yaklaşınca, başı benim dizimde bulunduğu hâlde, üzerine bir baygınlık geldi. Ayılınca gözünü evin tavanına çevirdi ve;

«Allâh’ım! Refîk-ı A‘lâ!» dedi. Ben o zaman;

«Rasûlullah (artık) bizi tercih etmiyor!» dedim. Anladım ki Efendimiz’in bu temennîsi, sıhhatli zamanlarında bize söyleyip durduğu bir haberin, kendisinde tahakkuk ettiğinin bir işaretidir!” (Buhârî, Megâzî, 84; Ahmed, VI, 89)

Yani Efendimiz; bir mecburiyetle değil, bir tercih, bir fedâkârlıkla bizimle kaldı. Kendi adına; Cenâb-ı Hak ile vuslatı, O’nun mahremi bulunmayı elbette arzu ederdi. O arzuyu hesap edelim ki, O; taze yağan yağmurla bile, «Rabbim’le ahdi yenidir.» diye heyecanlanırdı. Fakat vuslatı tehir eden kalbi hep bizim için attı.

Tâ ki, artık emânetlerine sahip çıkacak, Hicaz’da doğan o mübârek pınardan fışkıran ilâhî rahmeti, âlemlere ulaştıracak nehirler gibi nesiller yetiştiğini görünce, Refîk-ı A‘lâ’ya dönme iştiyâkı arttı. Çok sevdiği ümmetini ve ashâbını da mahrum etmiyordu:

“Vefatımdan sonra kabrimi ziyaret eden, beni ziyaret etmiş gibidir.”

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bu iştiyak ile ilgili güzel bir kıssa da nakledilir. Rebîu’l-evvel ayında Hakk’a irtihal edeceğini bilen Efendimiz;

«Safer’in çıktığını kim müjdelerse, onu cennetle müjdelerim!» buyurmuştu.

Nazmen anlatırsak:

«Rebîu’l-evvel’i kim önce müjdelerse bana;»
Buyurdu Mefhar-i Âlem; «Şefâatim hak ona!»

Getirdi müjdeyi Ukkâşe, erdi müjdesine,
Erişti böylece ihsânın en güzîdesine…

Rebîu’l-evveli, nîçin bu denli hasretle,
Ve şevkle bekledi Allah Rasûlü, gel dinle;

Bu ayda doğdu Nebîmiz, bu ayda hicreti de,
Bu ayda, Rabbine vuslat nasîbi rıhleti de…

Bu yüzden öyle sabırsız, visâli arzuladı,
Rebîu’l-evveli, her yıl sevinçle karşıladı…

Ya bizde böyle bahar, böyle iştiyak var mı?
Ecel denince bu gözler, güler mi ağlar mı?

(Nazmen Trc: Tâlî)

Rebîu’l-evveli ve 571 yılında tevâfuk ettiği, bereketli Nisan’ı; Âlemlerin Rabbi’nin bize merhamet ederek, lutfederek katından arza gönderdiği Rahmet Peygamberi Efendimiz’in doğduğu ay olarak tebrik ve O’nu daha fazla hatırlama vesilesi kılıyoruz. O’nun, velâdeti değil; Refîk-ı A‘lâ’ya hicreti için sevdiği ve gelişiyle sevindiği bir ay idi, Rebîu’l-evvel…

Cenâb-ı Hak, bizlere de, ölümümüzü Zât’ına ve Habîbi’ne, Âlemleri saran Rahmet’e kavuşma bayramı eylesin…