İlâhî Rahmet Pınarı ALEYHİSSALÂTÜ VE’S-SELÂM EFENDİMİZ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Dünyanın nizamı ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (el-Hucurât, 13) buyuruluyor. Bu ifadeden, yüce maksadın dünyada barış vasatının tesisi olduğu; insanların üstünlüğünün ancak takvâ ile belirlenebileceği, açık olarak anlaşılabiliyor. Tabiî ki; insanlığın başlangıcının Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a çıkması, yani herkesin O’nun ahfâdı olması da, bunun başka türlü olmaması gerektiğini gösteren bir husus.

Akıl; diğer varlıklardan farklı olarak, insana bahşedilmiş çok önemli bir nimet. Fakat; hikmetlerin görülebilmesi sadedinde, «vahy»in aydınlığı ile mukayese edilemez. Vahyin huzûru sinmiş gönüller; esrar perdelerini aralayabilir, gerçekleri görebilir ancak.

“(…) akıl; şayet vahyin nûruyla aydınlanmamışsa, günahlarla kararmış kalplerdeki çirkin huyların rûhu istîlâsından, çoğu kez azıcık bir teessür bile duymaz. Çünkü nefsânî ve şeytânî telkinlerin bir çeşit mânevî narkozuna maruz bulunduğundan, bu rûhî sıkıntıyı fark edemez.”1 Onun için şu imtihan âleminde, insanların yollarını şaşırmamaları; huzur ve saâdet istikametini tutturabilmeleri için kendilerine «ilâhî rehberler», peygamberler lutfedilmiştir. Öyle ki; bizâtihî, ilk insan olan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- bir peygamberdir. Takip eden nesillerde de bu rehberlik silsilesi asla kesilmemiş; yüz yirmi dört bin küsur peygamber, son peygamber olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar, ilâhî tebliği tarih boyunca bütün cemiyetlere ulaştırmışlardır. Müteâkiben bu yüce vazifeyi; kendilerini bu dâvâya adayan ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı başta olmak üzere, Hak dostu sâlih kullar teselsülen devam ettirmişlerdir.

Rebîulevvel ayı on ikinci gecesi, yani milâdî 571 yılı 20 Nisan’ı insanlık tarihinin en önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte dünyayı teşrif eden -aleyhissalâtü ve’s-selâm- Efendimiz vasıtasıyla, «Çöle İnen Nur» hâle hâle yayılarak cahiliye karanlığını dağıtmış; dünyaya huzurlu asırlarla şan vermişti. Câhiliyye devri öyle süflî bir zaman dilimiydi ki; yüce nebîlerin tebliğ buyurdukları ilâhî hakikatler unutulmuş; dünya «hevâsını ilâh edinen» zorbaların elinde kalmıştı. İçki, kumar, fuhuş… gibi ibtilâlarla, insanlık haysiyeti ayaklar altına alınmıştı. İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif’in;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

diye tasvir ettiği bu ruhları boğan zulmetten, pek az insan kendini kurtarabilmiş durumdaydı.

Habeşistan hicretinde, müslümanların temsilcisi Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-; hükümdar Necâşî’nin huzûrunda, vukû bulan ruh inkılâbını bütün gerçekliğiyle şöyle tanıtıyor:

“Biz cahil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâizcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda, hak nedir, bilinmezdi. Allah Teâlâ bizlere merhamet etti, içimizden bir peygamber gönderdi. (…) O, bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı…”2

Yüce Rabbi tarafından terbiye edilen ve son «uyarıcı ve müjdeleyici» olarak insanlığa lutfedilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e böyle bir vasatta bu ağır vazife tevdî buyurulmuştu. O; bu mukaddes vazifenin gerektirdiği en mükemmel haslet ve meziyetleri yüce şahsında taşıyan, saâdet yolcusu her insan için uyulacak en güzel bir örnekti (üsve-i hasene). (el-Ahzâb, 21)

“«İslâm, güzel ahlâktır.» buyuran Habîb-i Hudâ, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün insanların hem sûreten hem sîreten her bakımdan en güzeli ve en mükemmeli idi. Görünüşü, en üstün hilkatte yaratıldığını belirten tavrı hâvî, edep, hayâ ve bilcümle güzel huyların kemâlini muhtevî idi. O’nun ahlâkı, Kur’ân idi…”3

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Âlemlere rahmet olarak gönderildiği…” (el-Enbiyâ, 107) ifade buyurulan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bu mümtaz ve yüce şahsiyeti ile cahiliyye devrinin sapıtmış cemiyetini müstesnâ bir içtimâî yapı hâlinde imar ederek, zamanlara ve mekânlara nur saçan bir nüveye inkılâb ettirmiştir. Bir adalet ve merhamet timsali olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, önceki hâliyle alâkalı olarak şu çarpıcı hâtırasını anlatıyor:

“Mâzimdeki iki şeyden birini gülerek, diğerini ağlayarak hatırlarım: İlki; helvadan putlar yapıp, sonra acıkınca da yememiz; diğeri de, kız evlâtlarımızı diri diri toprağa gömmemiz…”

Mehmet Âkif merhum, bu içtimâî inkılâbı şöyle ifade ediyor:

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in O’na tâbî olanlar nezdindeki durumu için Kur’ân-ı Kerim’de ifade buyurulan ölçülerden bazıları şöyledir:

“Peygamber, mü’minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir.” (el-Ahzâb, 6);

“Ey îman edenler! Allâh’a itâat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33);

“De ki; siz Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 31)…

Bu husûsiyeti açıklama sadedinde, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyuruyor:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine; anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îman, 8)

Onun içindir ki; O Varlık Nûru’na teslîmiyet, hürmet ve muhabbet husûsunda kâbına varılamaz örnekler olan ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının hitapları, hep;

“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah…” şeklinde olmuştur.

Ashâb-ı kiram hazerâtının her biri, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uğruna, gerektiğinde gözlerini bir an bile kırpmadan canlarını ortaya koyarak, O’nu kendi nefislerinden aziz bildiklerini göstermişlerdir. Bu muhabbet âbidelerinden ikisi de Hubeyb ve Zeyd -radıyallâhu anhüm- hazerâtıdır. Recî vak‘asında yakalanıp esir edildikten sonra, öldürülmek üzere Ten‘im’e götürüldüklerinde kendilerine;

“–Kurtulmana mukabil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye sorarlar. Her ikisinin cevapları da, müşrikleri şaşkınlıktan afallatacak ve çıldırtacak derecede çarpıcıdır:

“–Asla! O’nun değil benim yerimde olmasını istemek, bulunduğu yerde mübârek ayaklarına bir diken batmasına bile gönlüm râzı olmaz!” Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sadâkatlerinin nişânesi olarak, ânında mukabele gören selâm ve hürmetlerini arz ederler. Ebû Süfyan;

“O’nun kadar etrafındakiler tarafından sevilen bir kimse görmedim.” demekten kendini alamayacaktır; bu bağlılıkla alâkalı olarak. Asırlar sonra Anadolu’nun bağrından bir terennüm;

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed!

diye çağlayacaktır benzer bir hissiyatla; Yûnus Emre Hazretleri’nin gönlünden.

O Varlık Nûru’nun aşkı, takip eden nesillerin ruhlarını ihyâ eden bir hayat iksiri olmuştur çağlar boyunca. Buna dair bir altın sayfayı, tarihçi, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, Yavuz Sultan Selim Han’ın nedimi olan babası Hasan Can’dan naklen kaydeder. Buna göre (hulâsa olarak):

“Sultan; bir sabah Hasan Can’ı çağırarak merakla, gece rüya görüp görmediğini sorar. O ise, sultana arz edeceği bir husus olmadığı için, mahcubiyetle ayrılıp giderken; Kapı Ağası Hasan Efendi’nin yanındakilere gözyaşları ile rüyasını anlatmakta olduğuna şahit olur. Buna göre;

«Nûrânî sîmâlarla Hulefâ-yı Râşidîn hazretleri teşrif etmişlerdir. Sözcü olarak Hazreti Ali -radıyallâhu anh-; Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Harameyn’in hizmetinin Sultan Selim’e verildiği emrini tebliğ eder.» Hasan Can heyecanla sultanın huzûruna çıkarak, O’nun beklediği bu rüyayı nakleder. Bunun üzerine Sultan Selim Han, gözyaşları içinde;

«Hasan Can; biz memur edilmeden vazifeye çıkmayız…» diyerek, derhâl hilâfetin devralındığı Mısır seferi hazırlıklarına başlar.”

“Asırlar boyunca ruh ve gönül temizliğine sahip binlerce evliyâ, kalem gücüne sahip binlerce edip, tasvir gücüne sahip binlerce şair; O’nun güzelliklerini anlatmaya çalışmışlar, O’nun sonsuz güzelliğini olduğu gibi anlatmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. O’nun yaratılış özelliklerine ait hadis ve siyer kitaplarından süzdüğümüz bilgiler o müstesnâ güzellik âbidesinin bir zerresinin kelime kalıplarına dökülebilir kısmıdır.”4 İdareciler, O’nun tebliğ ettiği değerler manzûmesi ile nizâm-ı âlemi dokudular; Hak dostları, ruhları dirilttiler, gönülleri imar ettiler… Çünkü O; bütün peygamberlerin, dünyayı O’nun teşrifi için hazırlamaya memur edildikleri, geleceğini müjdeledikleri Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Habîbullah idi. Öyle ki;

“Arap Yarımadası’nda ücrâ bir yerde zuhur eden, cehalet karanlığı içindeki Arap kabîleleri arasında büyüyen bu Zât’ın, bütün cihana saçtığı ilim ve irfan nurlarını ve getirdiği yüce kitabı ve onun ahkâmını biraz düşünebilen bir akl-ı selim sahibi, O’nun peygamberliğini kat’î olarak tasdik eylerdi.”5

Nitekim Bizans kralı Herakliyüs de, Suriye’de Efendimiz -Aleyhissalâtü ve’s-selâm-’ın davet mektubunu getiren elçisi kendisine ulaşınca, O’nun hakkında bilgi sahibi olmak için, şehirde bulunan Ebû Süfyan ve arkadaşlarını çağırtarak sorular sorar. Onların istemeyerek verdiği doğru bilgilerle kendi bilgilerini karşılaştırınca, gerçeği anlar ve şunları söyler:

“O’nun geleceğini biliyordum; fakat sizden olacağını bilmiyordum. O, yakında buralara hâkim olacak. Şayet yanında olsaydım; ayaklarını yıkardım, hizmet ederdim…”

Ancak maalesef; Herakliyüs, etrafındakilerin şiddetle karşı çıkmaları sebebiyle, sözlerinin gereğini yerine getirememiştir. Bu yüce gerçeği, insaf sahibi birçok batılı aydın da zımnen kabul etmektedir. Bu cümleden olarak; meselâ Fransız La Martin şunları söylemektedir:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir? O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddî kuvvetlere dayandılar. Hâlbuki O; orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri, hânedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Haccı’nda, takriben 120 bin sahâbenin şahsında; bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün insanlığa îrad buyurduğu ve ilk insan hakları beyannamesi mâhiyetindeki «Hutbe»sinde, iki emanet bırakmıştı ümmetine saâdetin esası olarak:

Kur’ân ve Sünnet… Bu iki kanatla yükselebilirdi cemiyetler nurlu ufuklara doğru; «Asr-ı Saâdet»te tecrübe edildiği üzere… Çünkü bu değerler manzûmesinde, içtimâî yapı;

“Mü’min; başkasının elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.”;

“Mü’min, kendisi için istediğini, başkası için de isteyendir.”;

“İnsanın hayırlısı; iyilik yaptığı, güzel bir iş işlediği zaman sevinen kişidir.”… gibi, zamanımızda en çok muhtaç olunan altın değerlerle örülmektedir.

O Varlık Nûru’na ümmet olma şuurunun hâkim olduğu asırlar; geniş coğrafyalarda, bugün akla sığmayan, tarife sığmaz huzur iklimlerine şahitlik ettiler. Öyle ki; bir yabancı seyyah bile, yaklaşık 24 milyon kilometre karelik sahada misafir olarak, emniyet içinde seyahat edebiliyordu. Çünkü adaletin tesis edildiği yeryüzü, Allah Teâlâ -celle celâlühû- tarafından bütün insanlara tahsis buyurulmuş ortak bir mülk idi. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî -kuddise sirruh- Hazretleri;

“On adam bir sofrada yemek yer de, iki köpek bir leş üzerinde geçinemez.” buyuruyor. Vahyin bu hakikatinden habersiz günümüz dünyasında, doymaz nefislerin temsilcileri, âdeta «bir leş» mesabesinde gördükleri ortak servete tek başlarına sahip olmak ihtirasıyla, başkalarına hayat hakkı tanımak istemiyorlar.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, beyan buyurulduğu ve tecrübe ile de görüldüğü üzere, herkes için ve her bakımdan en güzel örnektir; bir dosttur, tüccardır, eştir, babadır, aile reisidir, kumandandır, devlet başkanıdır, muallimdir… Bu yüce hakikatten habersiz kalarak şaşırmış, yanlış kimselerin peşinde yolunu kaybetmiş insanlarla cemiyetlerin ne hâle geldikleri ortada. Cahiliye devrinden bin kere daha ileride kötülükler, azgınlıklar, sefillikler irtikâb ediliyor; tarihin çöplüğüne atılmış pespaye fikirler, zalim rejimler, âzad kabul etmez köleler tarafından canhıraş bir gayretle yeniden canlandırılmaya çalışılıyor; hiçbir mukaddes tanımayan, zıvanadan çıkmış kimseler dehşet saçıyor…

O Şâh-ı Rusül -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Muhammed’in âli, ailesi bütün müttakîlerdir, bütün takvâ sahipleridir.” (Taberânî, Beyhakî) buyuruyor. O’nun hâliyle hâllenme, yüksek hasletlerine bezenme gayretiyle bu müjdeye nâil olan, melek-haslet insanlarla, cemiyetler saâdet ufuklarına kanatlanacaktır ancak. Mehmed Âkif, O’na ümmet olma heyecanıyla, şöyle terennüm ediyor minnet ve niyâzını:

Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

O’nun ümmetinden olmak, O’nu anlamak, O’nun izinden gitmek, O’nun muhabbetiyle yanmak… en büyük şeref ve saâdettir insan için; çağımızda dünyevî (seküler) cereyanların kasıp kavurduğu cemiyetler için de yegâne kurtuluş yolu. Merhum Üstad Necip Fazıl;

Beri gel, serseri yol!
O’nun ümmetinden ol!

diyerek, yaptığı davette, gösterdiği doğru yolu şöyle vasfediyor:

Solmaz, solmaz; bu bir renk…
Ölmez, ölmez; bir âhenk…
İnsanlık; hevenk, hevenk,
O’nun ümmetinden ol!

İnsanlığın kurtuluşu, saâdeti; gönüllerin o ilâhî rahmet pınarı ile kana kana doyurulmasında, yeşertilmesinde, ruhların yeniden diriltilmesinde. Tıpkı şanlı mâzîde olduğu gibi.

________________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Hak Yolculuğu, Erkam Yay. İst. 2010, s. 80.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ-1, Erkam Yay. İst. 2008, s. 71.
3 Yusuf DEMİREŞİK, Aylar – Üç Aylar, Bursa 1997, s. 117.
4 Muhammed bin Abdullah el-Hânî (Terc. A. Hüsrevoğlu), Âdâb, Erkam Yay. 21, s. 28.
5 Ahmed Cevdet Paşa, Peygamber Efendimiz, Haz. M. Ertuğrul DÜZDAĞ, İst. 2008, s. 318.