Sâhibü’l-Ezân… ABDULLAH İBN-İ ZEYD -2-

Ömer OKUDAN okudan@yuzaki.com

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne infak eyleseniz şüphesiz Allah onu da hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu âyet-i celîlenin nüzülünden sonra… Sahâbe bu âyetin şümûlüne girmek için fedâkârlık yarışında…

Abdullah İbn-i Zeyd İbn-i Abdi Rabbih el-Ensârî -radıyallâhu anhümâ- da Rasûl-i Ekrem -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm- Efendimiz’in yanına geldi.

“–Yâ Rasûlâllah! Dünyalık sahip olduğum yegâne malım şu bahçemdir. Bu andan itibaren benim sadakam olup tasarrufu Allah ve Rasûlü’ne aittir.” diyerek infakta bulundu.

Tam o esnada Hazret-i Abdullâh’ın babası Zeyd İbn-i Sâlebe -radıyallâhu anhümâ- izin isteyerek huzûr-i saâdete girdi. Durumlarını izah edip oğlunu şikâyet etti:

“–Yâ Rasûlâllah! O bahçe, bizim tek geçim kaynağımızdır!”

Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mütebessim bir çehreyle Hazret-i Abdullâh’a doğru döndü. Ona bahçesinin, Cenâb-ı Hak tarafından kabul edildikten sonra tekrar hibe edildiğinin müjdesini verdi:

“–Ey Abdullah! Allah senin sadakanı kabul buyurdu. Fakat onu, anne ve babana geri verdi.”

Zaten aradan çok fazla bir vakit geçmeden bu bahçe, babasından oğul Abdullah -radıyallâhu anhümâ-’ya mîras olarak tekrar intikal edecekti.1

Hicretin on birinci yılı…

Vedâ Haccı’ndan seksen gün sonra…

29 Safer Çarşamba günü…

O gün Cennetü’l-Bakî‘ kabristanını ziyaret eden Server-i Enbiyâ Efendimiz, orada medfun bulunan ashâbı için duâ eyledi. Üç ay önce, Vedâ Haccı’nın Vedâ Hutbesi’nde; hayatta olanlarla vedâlaşan Allah Rasûlü; bu ziyaretiyle sanki ölenlerle vedâlaşıyordu. O günün gecesi başlayarak vefatıyla neticelenen hastalığı tam on üç gün sürecekti.

8 Rebîülevvel Perşembe günü…

Efendimiz -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-’ın hastalığı artmış, vaziyeti ağırlaşmış, sesinde de şiddetli bir kısıklık ârız olmuştu. Mürselât Sûresi’ni okuduğu akşam namazını, kıble tarafında bulunan Hücre-i Saâdet’inin içinden güçlükle kıldırabilmişti.2

Vakit, yatsı vaktiydi. Ezan okunmuş, cemaat, imamını bekliyordu. Rasûl-i Kibriyâ’nın gül benzi bembeyazdı. İmâmet için üç kere yıkanıp hazırlanmış olmasına rağmen her seferinde ayağa kalkamamış, baygın düşmüştü. Kendine gelince;

“Ebûbekir’e söyleyin, namazı kıldırsın!” buyurdu. Hazret-i Bilâl’in yanık ezanlarını Efendimiz’e vuslata da bir davet bilerek, her vakit Rabbe mülâkatın yanında O’nu da görmek şevkiyle Mescid-i Nebevî’ye koşan dîvâne âşıklara; bu ayrılık gayet gîrân geldi. Hem âşinâ, hem teşne gözlerle O’nun Hücre-i Saâdet’inin kapısından perdesini kaldırıp mihrabına teşrif edeceği ânı ümitle gözlediler. Bu bekleyişle Hazret-i Ebûbekir’in imâmetinde tam on yedi vakit geçti.

12 Rebîülevvel Pazartesi günü…

Rasûl-i Ekrem’in geceden ateşi düşmüş, Efendiler Efendisi sabaha karşı epey rahatlamıştı. Odasının mescide açılan kapı perdesini araladı. Ashâbı; Hakk’ın dîvânında el bağlamış, Hazret-i Ebûbekir’in arkasında saf tutmuş, sabah namazına durmuştu. Memnun ve mütebessim bir çehreyle onları seyre daldı. Vazifesini bi-hakkın îfâ etmenin ve sâlih bir cemaat yetiştirmiş olmanın sürûrunu yaşıyordu. Bu manzarayı yakînen müşâhede eden Hazret-i Âişe Vâlidemiz;

“Allâh Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” diyecekti.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nü fark eder etmez namazı kıldıracağı zannıyla ilk saffın arasına çekilmek istedi. Ashab, Nebîler Sultanı’nı ayağa kalkmış görünce sevinçlerinden namazlarını bozayazdılar. Mübârek eliyle namazı tamamlamalarını işaret buyurarak odasına çekilen Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz’in perdesi kapanmış ve ashâbın, gül yüzlü Peygamberlerini dünya gözüyle son görüşleri bu olmuştu.3

Üsâme İbn-i Zeyd -radıyallâhu anhümâ- az sonra izin isteyerek huzûr-i saâdete girdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rumlar üzerine gönderilecek orduya komutan tayin ettiği on sekiz yaşındaki bu genç sahâbîsine hayır duâda bulundu. İki gün evvel ıstıraplar içinde hazırladığı ordunun da gecikmeden yola çıkmasını emir buyurdu:

“Ey Üsâme! Allâh’ın bereketiyle bugün kuşluk vakti yola çıkınız!”

İki gün evvel gelen ve fakirlere dağıtılmasını emrettiği yedi dinarın ne olduğunu sordu. Âişe Vâlidemiz, iki gündür hastalık telâşından Efendiler Efendisi’nin yanından ayrılamamış, onları dağıtmayı unutmuştu. Bütün îmânî vasıfların kemâlini temsil eden Rasûl-i Ekmel, bunu öğrenince dinarları isteyip avuçlarına aldı. O, her hâliyle kâmil olduğu gibi emânete riâyette de kâmildi:

“Bu emâneti fakirlere infak edemeden, yanımda bulundurduğum bir hâlde Rabbime kavuşmayı asla istemem!”

Yedi dinar derhâl ensârın fakirlerinden beş ev halkına dağıtıldı. Efendimiz -aleyhissalâtü ve’s-selâm-;

«İşte şimdi rahatladım!» buyurarak hafif bir uykuya daldılar.4

Az sonra gözlerini tekrar açan Rasûlullah Efendimiz, ehl-i beytinden kızı ve halasına doğru nazar edip şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Ateş alevlendi! Zinhar!

Kapkaranlık geceler gibi fitneler gelecek! Ben, ancak Kur’ân’ın helâl kıldığını helâl; onun haram kıldığını haram kıldım!

Ey Rasûlullâh’ın kızı Fâtıma! Ey Rasûlullâh’ın halası Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyerek nefsinizi ateşten kurtarın! Çünkü ben kıyâmet günü Allâh’ın azabına karşı sizin için de bir şey yapamam!”5

“Aman! Namaza dikkat ediniz! Aman! Namaza devam ediniz! Aman ha! Ellerinizin altındaki insanlara iyi davranınız! Onlar hakkında Allah’tan korkunuz!”6

Daha sonra misvakını isteyen Nûr-i Kâinat onu öyle bir iştiyak ve itinayla kullandı ki; muhtereme zevcesi Hazret-i Âişe Vâlidemiz bunu anlatırken;

“O an, Rasûlullah dişlerini misvaklarken; O’nun daha evvel bu kadar güzel misvak kullandığını görmemiş gibiydim!” diyecekti.7

Habîb-i Hudâ Efendimiz öğleye doğru tekrar ağırlaştı. Istıraplar içinde sık sık baygınlık geçiriyor, ferahlamak için ellerini yanındaki su kabına batırıp yüzünü ıslatıyor, fakat hâlinden şikâyet etmiyordu. Mübârek başı, muhtereme zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın kucağındaydı.

«Vay babacığımın ıstırabına!» diyerek başucunda ağlayan sevgili kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’yı;

“Üzülme kızım! Bu günden sonra baban, hiç ıstırap çekmeyecek!” diyerek teselli etti.8

Bu fânî âlemde son nefeslerini teneffüs ederken kalbinde Hudâ, dilinde duâ, ilticâ hâlindeydi:

“Lâ ilâhe illâllah! Allah’tan başka ilâh yok! Ancak Allah var! Ölümün ise, sıkıntılı hâlleri ve meşakkatleri var. Allâh’ım! Bana, ölüm sıkıntılarına dayanma gücü lutfeyle! Beni mağfiret eyle! Bana merhamet eyle!”

Bir anda bütün gaybî perdeler kalktı. Manzara değişip güzelleşti. Allah Rasûlü, cennetin en yüce makamını, oradaki ebedî dostlarını ve Allah Zü’l-Celâl’in sonsuz ikrâmâtını müşâhede etmeye başladı. Onlara kavuşma iştiyâkıyla sağ elini kaldırdı:

“Allâh’ım, beni Refîk-ı A‘lâ’ya (yüce dostlara) ulaştır!” duâsını üç defa tekrarladı.9

Mübârek eli, yan tarafına düşüverdi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz, Kâinatın Fahr-i Ebedî’sinin nûr-i nübüvvetle münevver, mübârek başını şefkatle kaldırıp yastığına koydu. Şems-i dû-Cihan Efendimiz’in Rûh-i Şerîf’i, Rabb-i Rahîm’ine kavuştuğunda güneş de zevâle meyletmişti.

Hâlıkımızın en parlak burhanı, kâinatı nurlandırıp ısıttığı mânevî güneşi olan Habîbullah Efendimiz’in vefat haberiyle bütün Medine âdeta kapkaranlık bir mâtem yurdu hâline geliverdi. Ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Gönüllerini hicran ateşi sarmış, durmadan ağlıyorlardı. «Candan Azîz Sevgili»nin gidişi karşısında bu hâl gayet tabiî idi.

Abdullah İbn-i Zeyd -radıyallâhu anhümâ-’nın hissiyâtı da, sahâbenin hissiyâtından farklı değildi elbette…

O gün, Hazret-i Ebûbekir’in arkasında edâ ettiği öğle namazını müteakip, derdini birazcık unutup teselli bulabilmek için bahçesine gelmişti. İşine henüz başlamıştı ki, oğlunun kendisine doğru nefes nefese ağlayarak geldiğini fark etti. Efendiler Efendisi’nin vefatını hisseden kalbi büyük bir teessürle kavruldu. Daha haberi işitmeden gözyaşlarına boğulmuştu. Hiç duymak istemediği bu acı hakikat karşısında âdeta dünyası kararmış, başına yıkılmıştı. O’nu görmemeye bir gün bile sabredemeyen âşık gönlü, bu hicran ve yanışa dayanabilir miydi? Çünkü bu fânî hayatta artık O’nu hiç göremeyecekti. Tazarrû ile ellerini yüce dergâha açarak perişan melâlini arz etti:

“Yâ Rabbî! Gözlerimi alarak beni âmâ kıl! Tek sevdiğim, nûr-i aynim, biricik Efendim’den sonra artık dünyada bir şey görmek istemiyorum.”

Duâsı kabul olmuş, o anda gözlerinin nûru çekilmişti. Âmâ olduğunda kırk yaşlarında yani henüz hayatının baharındaydı.

Dîdârın içindir bu göz, Ey Sevgili Yâr!
Dîdârını görmezse kör olmuş ne çıkar? (Molla Câmî)

Hazret-i Abdullah İbn-i Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Osman devrinde, 63 yaşındayken (h. 32) vefat eyledi. Cenaze namazını Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- kıldırdı ve Ravza’nın yanı başına, Bakî‘ kabristanına defnedildi.10

Allah Teâlâ cümlemize onun muhabbetinden hisseler nasip eylesin…

Allah Teâlâ cümlemizi şefâatlerine nâil eylesin…

___________________________

1 Dârekutnî, Bâbu vakfi’l-mesâcid, 4/201; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ: 6/163; İbn-i Hazm, el-Muhallâ, 10/178, Bu rivâyet mürseldir.
2 Kıldırdığı bu akşam namazı; Efendimiz’in son imâmetidir.
3 İbn-i Hişâm, IV, 331; Buhârî, Meğâzî, 83, Ezân 46, 94; Müslim, Salât, 98; Nesâî, Cenâiz, 7.
4 Ahmed bin Hanbel, VI, 104; İbn-i Sa‘d, II, 237-238.
5 İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353.
6 Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1.
7 Buhârî, Meğâzî, 83; İbn-i Sa‘d, II, 261.
8 Kabr-i şerîfi ilk ziyaret eden de biricik kızı Hazret-i Fâtıma olmuştu. Gözyaşları içerisinde uzun bir süre öylece kalakaldı. Sonra sevgili kocası Hazret-i Ali’ye dönerek;
“Allah Rasûlü’nün üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu?” dedi. Yürek yanıklığını isyana varmayan ağıtlarıyla şöyle dile getirdi:
“Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şayet onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi, kararır gece olurdu.” Babacığından ayrıldığı günden sonra güldüğü görülmedi. Ehl-i beytinden Efendimiz’e ilk o kavuştu. Buhârî, Fezâil u Ashâbi’n-Nebî, 12; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 97-99.
9 Buhârî bu hadîs-i şerîfi dokuz yerde tahric etmiştir, 680, 681, 754, 1205, 3669, 3671, 4448, 4452, 4453; Müslim, Vefâtu’n-nebî, 2444; Nesâî, Cenâiz, 13; İbn-i Mâce, Cenâiz, 65.
10 Kurtubî, el-Câmî, V, 271; İbn-i Sa‘d, II, 313.