MEZARLIK KAPISINDA…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

Yûnus Dede’nin bu haftaki sohbeti de bambaşka bir rûhâniyetle doluydu. Orhan’ı yine unutulmaz iklimlere götürmüştü.

Orhan, hatırladı.

Uzun zamandır annesinin mezarını ziyarete gitmemişti. Derin bir iç geçirdi. Gerçi her namazda annesine duâlar ediyor, onu hiç unutmuyordu. Fakat yine de kabri başına gidip ziyaret etmemek, vefâsızlık olur endişesi taşıyordu.

Sohbetten sonra Doktor Selim Beyden müsaade alarak seri adımlarla annesinin medfun bulunduğu mezarlığa doğru yürümeye başladı. Bu kısa ziyaretler, bir gün ebedî bir ziyarete dönüşecek; diye düşündü. Acaba hâli o zaman vuslata/kavuşmaya müsait olacak mıydı?

Tekrar derin bir iç çekti.

Mezarlığa gelmişti. Yaklaştıkça mezar taşları sanki sessiz lisanlarıyla toprak altındaki feryatlar sebebiyle taş kesilmiş gibi geldi. Yûnus’un mısralarını hatırlatıyordu:

Yûnus der ki gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

Lâkin, o da ne?

Mezarlığın girişinde yine o vardı.

Tilki Şevket.

Orhan, gayr-ı ihtiyârî bir an durakladı. Gitse yüz yüze gelmiş olacaktı. Kalbi de aklı da, artık Tilki Şevket’le yüz yüze gelmeye itiraz ediyordu. Yıllar önce yanına can attığı bu adamın nasıl bir âfet ve âhiret tehlikesi olduğunu artık o kadar âşikâr bir şekilde görüyordu ki, bağrında buğzun en kuvvetlisi tutuşuyordu. Artık Tilki Şevket’le kesişen hiçbir yolu ve yönü yoktu.

Ancak;

Ne hikmetse, kendisi ne kadar kaçsa, Tilki Şevket de o kadar Orhan’ı takip ediyor gibi durmadan karşısına çıkıyordu. En olmadık zamanlarda ona rastlıyordu. Şimdi de mezarlık girişinde. Hâlbuki hiç rastlamak istemediği isimlerin başında geliyordu. Çünkü onun yüzünden az daha ebedî felâketini, ebedî bir saâdet zannedip de helâk olacaktı. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki, lutf-i ilâhî sayesinde büyük bir ebediyet uçurumundan son anda kurtulmuştu.

Fakat imtihan dünyası.

Dâimâ bir yerlerde onunla karşılaşıyordu. O tehlikeli uçurum, dâimâ önüne çıkıyordu. Tabiî artık gözleri net görüyordu. Bir uçurumda helâk olmakla hakikat zirvesinde kurtuluşun ne olduğunu gayet iyi biliyordu. Bu şekilde bildiği ve idrâk ettiği noktada kendini felâketten muhafaza etmenin nasıl olacağının da tamamen farkındaydı. Yani cehennem tuzaklarına karşı kalbi dâimâ uyanık hâldeydi.

Bu sebeple, Tilki Şevket’i görünce adımları geri geri gitti. Öyle ki, şimdilik annesinin mezarını bile ziyaret etmekten vazgeçmeyi düşündü.

Fakat gönlüne bir başka düşünce daha düştü. Daha evvel hiç böyle düşünmemişti. Biraz daha zihninde mütalâa ettikten sonra kendi kendine mırıldandı:

“–Bu belki de bir murâd-ı ilâhî! En olmadık yerlerde bu adamın karşıma çıkması sadece bir imtihan dolayısıyla olmasa gerek; bunda, daha başka bir ilâhî murad olabilir!”

Zihnindeki düşünceyi kalbi de tasdikledi:

“–Olabilir. Çünkü hayatta tesadüf diye bir şey yoktur. Bütün tevâfukların içinde ayrı ayrı hikmetler gizli.”

Düşündü:

“–Acaba bu meseledeki murâd-ı ilâhî nedir?”

Yine kendi kendine mırıldandı:

Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

Sonra mezarlık girişine doğru kararlı bir şekilde adımlarını tekrar hareketlendirdi. İyice yaklaşınca gördü ki, Tilki Şevket; hayli bitkin, çökük ve perişan bir vaziyette iki büklümdü. Geçen sefer Topkapı Sarayı çıkışında rastladıklarından daha beter bir hâldeydi. Yine dileniyordu.

Orhan iyice yaklaştı. Hafif ve sıcak bir sesle selâm verdi.

Herkesin görmeden gelip geçtiği, kimisinin nefretle bakıp hor gördüğü berbat bir adama böyle sıcak bir selâm, Tilki Şevket’in hiç rastlamadığı bir davranıştı. Şaşırdı. «Ne adamlar varmış dünyada!» diyerek başını kaldırdı. Gördüğü sîmâyı tanıyamadı. Fakat tanır gibi olmuştu. Gözlerini ovuşturdu. Dikkatlice baktı. Olabilir miydi? Orhan’a benziyordu, ama bildiği Orhan değildi bu. Karşısında eski tanıdığı Orhan yok, genç yaşta olgun bir beyefendi vardı. Şaşkınlığı bir kat daha arttı:

“–Orhan? Sen ha! Yahu ne oldu sana böyle? Berbat bir dilenciye selâm vereni ilk defa gördüm, şaşırdım. Bir de o selâm veren sen olunca daha şaşırdım. Sesini duymasam belki de tanıyamazdım.”

Şaşkınlığı geçince Tilki Şevket’in cümleleri iğneleyici bir üslûba döndü:

“–Tabiî beyefendinin tuzu kuru. Bizim gibi dilenmesine gerek yok. Tabiî ki fiyakalı bir beyefendiye dönüşecek!”

Orhan, emr-i bi’l-mâruf vazifesinin şuuruyla cevapladı:

“–Yanlış düşünüyorsun Tilki. Senin de dilenmene gerek yok. Şöyle bir silkinip gayret etsen, kendini toparlasan, inan ki bambaşka bir şahsiyet olursun, ebedî huzûru bulursun!”

“–Yahu görmüyor musun çaresizim. Akşama bir yudum içecek kadar bile param yok. Her gün bu şekilde tedârike mecbur kalmak beni kahretmiyor mu sanıyorsun?”

“–Sen de içmeyiver zıkkımı!”

“–Ne demek içme! Ölürüm daha iyi. Onsuz, benim için hayat bile mânâsız.”

“–Peki, mezarlık kapısından bakıp da hayatın ne olduğunu hiç düşündün mü?”

Tilki Şevket, birden afalladı:

“–Ne biçim sual bu? Ne bileyim ben, filozof muyum? Gördüğün gibi yaşıyorum işte, benim için hayat bu.”

Orhan, mânidar bir karşılık verdi:

“–Ben görüyorum da, sen görmüyorsun. Belki de görmek istemiyorsun. Bu yüzden mezarlık eşiğinde Allah’tan dileneceğine insanlardan dileniyorsun! Oysa mezarlık kapısı, sadece Allah’tan dilenme yeridir. Bu kapıda insanlardan dilenenin eli boş kalır.”

Tilki Şevket, bir kat daha afalladı. Gayr-i ihtiyârî başını mezarlığa döndürdü. Baktı, baktı. Sonra bakışlarını yola çevirdi. Sonra tekrar mezarlığa baktı.

Orhan devam etti:

“–Nefeslerimiz bitiyor. Sen de oraya gireceksin, ben de. Hem hiç geri de dönemeyeceğiz. Esas hayat da, zaten orada başlayacak. Şu mezarlığa sor; buradaki hayat, nefes kadar kısa! Anlamayan anlamıyorsa da herkesin hayatı, mezarlık eşiğinde üç-beş nefesten başka bir şey değil. İnsan işte bu gerçeği anlamadığı zaman…”

Cümleyi Tilki Şevket tamamladı:

“–Benim gibi oluyor değil mi? Mezarlık kapısında Allah’tan dileneceğine, senin gibi nasihatçilerden içki parası dileniyor. Bu kadar lâf söyleyeceğine iki kuruş at da geç git!”

Orhan, alınmadı, devam etti:

“–Niye anlamıyorsun Tilki? Bir gün bu gerçekleri sana ecel anlatacak. O zaman vah diyeceksin, fakat işe yaramayacak! Gündüzün şu gürültüsü ve kalabalığı, geceleyin nasıl ıssız, karanlık ve ürkütücü bir sessizliğe dönüyorsa hayatın hâli de ecel kapısında aynı şekle dönüyor. Toprak üstündeki karanlık geceler bile yürekleri çatlatırken toprak altındaki karanlık geceleri biraz düşün!”

Tilki Şevket’in yüzü sarardı. Ölümü ilk defa bu kadar yakın ve ensesinde hissetti. İlk defa sesi titredi:

“–Yahu Orhan, anladım sofu olmuşsun ama yüreğimi ağzıma getirdin.”

Orhan devam etti:

“–Ya toprak altında yüreğin ağzına gelince ne yapacaksın? Biraz da aklın başına gelse de kabrin karanlığını aydınlatacak kandiller hazırlasan…”

Orhan devam etti:

“–Biliyorum ki, senin ailenden kimse kalmadı bu dünyada. Kim bilir toprak altında hâlleri nasıl? Onlar da bir müddet önce senin gibi toprak üstündeydi. Ya şimdi? Unutma, bir müddet sonra senin için de bu cümleler söylenecek.”

Devam etti:

“–Hep böyle yaşayıp gideceğini mi zannediyorsun? Dünyada hiçbir şey aynı hâl üzere devam etmez. Çünkü fânîliğe mahkûm. Baksana; bir deprem, bir tsunami oluyor; öncesi ve sonrası tamamen ayrı ve bambaşka. Ecel de böyle. Ölüm tsunamisinden sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Ama hazırlananlar için ölüm, elbette bir tsunami gibi değil, ebedî bir bahardan ibarettir.”

Tilki Şevket, başını eğdi, iç dünyasında harmanlar savruluyordu:

“–Doğru söylüyorsun be Orhan. Ama ben, şeytan ve nefis denen iki canavarın arasında yıllarca tilkilik yaptım. Hiç aslan olmadım. Beş para etmez bir hâlin zebûnu oldum. Benim suçlarımı hiçbir eyvah örtüsü kapatamaz ki! Biliyorsun, sen dâhil, kaç kişinin kanına girdim. Üzerimde dağlardan ağır günahlar var, veballer var.”

Orhan, Tilki Şevket’in kalbindeki bu uyanış emâreleri karşısında daha bir heyecanla anlatmaya devam etti:

“–Asla ümitsiz olma. Yeter ki, sen yönünü seni yaratana samimiyetle dön. O sana mutlaka; «Buyur kulum» diyecektir. Bak bugün Yûnus Dede’nin sohbetinde bir hadîs-i şerif dinledim. İnşâallah fırsat olur, seni de o sohbete götürürüm. Öylesine bambaşka bir insan ki; hem sıcacık bir baba, hem şefkatli bir anne, hem olgun bir hocaefendi, hem en samimî bir dost, hem kimsenin olmadığı yerde en yakın kimse, yani kimsesizler kimsesi. Tevâfuka bak ki, sanki senin hâline şifâ olmak için bilhassa gözlerimin içine bakarak bugün şu hadîsi okudu:

«Ebû Saîd el-Hudrî t’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah j şöyle buyurmuşlardır:

Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu adam yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler.

Bu adam râhibe giderek;

‘–Doksan dokuz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu?’ diye sordu.

Râhip;

‘–Hayır, kabul olmaz!’ deyince onu da öldürdü.

Böylece öldürdüğü adamların sayısı yüze çıktı.

Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek; yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tevbesinin kabul olup olmayacağını sordu.

Âlim:

‘–Elbette kabul olur. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibâdet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allâh’a ibâdet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası kötü insanların yaşadığı bir yerdir…’ dedi.

Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca öldü.

Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar. Rahmet melekleri;

‘–O adam tevbe ederek ve kalbiyle Allâh’a yönelerek yola düştü!’ dediler.

Azap melekleri ise;

‘–O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki!’ dediler.

Bu sırada insan sûretinde bir melek çıkageldi. Melekler, onu aralarında hakem tayin ettiler. Hakem olan melek;

‘–Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir.’ dedi.

Melekler iki mesafeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Tevbe, 46, 47, 48)

İfade etmeli ki;

Affın menşei Cenâb-ı Hak’tır. Bazen büyük, bazen küçük ve bazen orta derecedeki günahlar karşısında Allah dilerse affını tecellî ettirir. Bazen de kahrını. Küçük görülen bir şeyde bile. Bu itibarla kul, havf ve recâ hâlinde olmalı.

Yine Efendimiz buyuruyorlar ki:

“Günahkâr bir kadın, çölde susuzluktan dili ile kumları yalayan bir köpek görmüştü. Ona merhamet edip ayakkabısı ile kuyudan su alarak köpeğin susuzluğunu giderdi. Cenâb-ı Hak da, bu kadının günahlarını affetti. Diğer bir kadın da, kedisini umursamayıp aç bırakmıştı. Hattâ yerin haşerâtını yemesi için bile ona müsaade etmemişti. Nihayet kedi açlıktan öldü. O kadın da bu merhametsizliği sebebiyle cehennem yolcusu oldu!” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151, 154; Birr, 133; Nesâî, Küsûf, 14)

İşte böyle Şevket.

Hak kapısında;

Yeter ki samimiyetle tevbeye sarılalım.”

Bulundukları mezar kapısı, bir dirilik kapısına dönmüştü âdetâ. Tilki Şevket, Orhan’ın cümleleri biter bitmez dedi ki:

“–Orhan kardeşim, beni Yûnus Dede’nin sohbetine götürür müsün?”

Bütün meramı bu cümlede gizli ve âşikârdı.