O (SAV) HEP «ÜMMETÎ!» DEDİ… YA BİZ?..

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Doğdu;

“Ümmetî…” dedi.

Büyüdü;

“Ümmetî…” dedi.

Peygamber oldu;

“Ümmetî…” dedi.

O’nun olmadığı zamanlarda insanlığın en vahşî duygularla perişan ettiği, en canavar muamelelere maruz bıraktığı âciz, zavallı, çaresiz kölelere, yetimlere, kimsesizlere;

“Ümmetî…” dedi.

Diri diri gömülen kız çocuklarına;

“Ümmetî…” dedi.

Hidâyet pınarından içen herkese;

“Ümmetî…” dedi.

Mîrâca çıktı;

“Ümmetî…” dedi.

Aynı sebeple yere döndü;

“Ümmetî…” dedi.

Eline hangi nimet geçse önce;

“Ümmetî…” dedi.

Hicret etti;

“Ümmetî…” dedi.

Her bir vesileyle;

“Ümmetî…” dedi.

“Ümmetî…” diyerek şifâ dağıttı. Hem maddeye, hem mânâya.

“Ümmetî…” diyerek güller saçtı; bülbül misâli şakıdı, şakıdı.

“Ümmetî…” diyerek güçlüklerin, çilelerin ve zorlukların en ağırlarına severek katlandı.

“Ümmetî…” diyerek nice azılı düşmanlara karşı da bizzat mücadele etti.

“Ümmetî…” diyerek bütün varlıklara bereket oldu, rahmet oldu, şefkat oldu, merhamet oldu.

“Ümmetî…” diyerek mûcizeler gösterdi.

“Ümmetî…” diyerek tebessüm eti.

“Ümmetî…” diyerek bizler için, hâlimiz için, yarınlarımız için, affımız için ağladı, ağladı, ağladı.

“Ümmetî…” diyerek güneşten daha enver vasıflar ile rehberimiz oldu.

“Ümmetî…” diyerek hilâl sıfatlı duâcımız oldu.

“Ümmetî…” diyerek annelerden daha müşfik bir gönülle şefâatçimiz oldu.

“Ümmetî…” diyerek gece çalıştı, gündüz çalıştı, her nefesi bir ömür doluluğunda değerlendirdi, hiç yorulmadan ve de yılmadan insanüstü bir gayret ile, himmetin en müstesnâsı ile çalıştı, didindi, çırpındı, çırpındı…

Kendi hasta olsa, yine;

“Ümmetî…” dedi.

Her doğan insanın yaşadığı en zorlu an olan ecel geçidinde bile;

“Ümmetî…” dedi.

Ravzasında ebedî istirahatgâhına geçti;

“Ümmetî…” dedi.

Bunu hadîs–i şerîfinde vefatından evvel şöyle beyan etti:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. Vefat ettiğimde ise, kabrimde; «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el–Muttakî, Kenzu’l–Ummâl, c. 14, s. 414)

Bu hadîsi idrak edenler işitir ki;

Şimdi O, mübârek Ravzasında yine; «Ümmetî, ümmetî…» diyor.

Kıyâmete kadar da diyecek.

Kıyâmette bilhassa;

“Ümmetî…” diyecek.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Kıyâmet gününde insanların efendisi benim. Bu da neden biliyor musunuz? Allah Teâlâ gelmiş gelecek bütün insanları düz bir yere toplayacak. Orası; bakan birinin herkesi görebileceği, seslenenin hepsine sesini duyurabileceği bir yerdir. Güneş onlara o kadar yaklaşacak ki, insanlar sıkıntı ve kederden dayanamayacak hâle gelince birbirlerine;

«–İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musunuz? Hâlinizi Rabbinize arz ederek size şefâat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz?» diyecekler. Bazıları ötekilere;

«–Babanız Âdem’e gidiniz!» diyecekler.

Âdem’e gelip;

«–Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah, kudret eliyle yarattı. Sana kendi rûhundan üfledi. Meleklere sana secde etmelerini emretti, onlar da secde ettiler. Seni cennete yerleştirdi. Rabbine varıp bizim için şefâat et. İçinde bulunduğumuz hâli, başımıza gelen derdi görmüyor musun?» diyecekler.

O da;

«–Bugün Rabbim çok gazaplı. Ne daha önce böylesine gazaplandı, ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim nefsim şefâat edilmeye muhtaçtır; ah nefsim, ah benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin!» diyecek.

Onlar da Nûh’a gelerek;

«–Ey Nuh! Sen yeryüzü halkına gönderilen rasûllerin ilkisin. Allah Teâlâ sana ‘çok şükreden kul’ demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?» diyecekler.

O da;

«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı, ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Benim bir duam vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Asıl benim nefsim şefâat edilmeye muhtaçtır; ah nefsim, ah benim nefsim! Siz başkasına gidin. İbrahim’e gidin!» diye karşılık verecek.

Onlar da İbrahim’e gelerek;

«–Sen, Allâh’ın peygamberisin, yeryüzü halkı içinde Allâh’ın dostu sensin. Rabbinin huzûrunda bize şefâat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.

O da şunları söyleyecek:

«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı, ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben vaktiyle üç yalan söylemiştim. Asıl benim nefsim şefâat edilmeye muhtaçtır; ah nefsim, ah benim nefsim! Siz başkasına gidin; Musa’ya gidin.»

Onlar da Musa’ya gelerek şöyle diyecekler:

«–Ey Musa! Sen Allâh’ın rasûlüsün. Allah sana peygamberlik vermek ve seninle konuşmak sûretiyle seni diğer insanlardan üstün kılmıştır. Rabbinin huzûrunda bize şefâat et. İçinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?»

O da;

«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı, ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben öldürülmesine dair emir almadığım bir adamı öldürmüştüm. Asıl benim nefsim şefâat edilmeye muhtaçtır; ah nefsim, ah benim nefsim! Siz başkasına gidin; İsa’ya gidin!» diyecek.

Onlar da İsa’ya gelerek;

«–Ey İsa! Sen Allâh’ın rasûlü, O’nun Meryem’e yönelttiği kelimesi ve O’nun yarattığı bir ruhsun. Sen daha beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin huzûrunda bize şefâat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.

İsa da;

«–Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı, ne de bundan sonra böyle gazaplanır.» diyecek; ama bir günah zikretmeyecek. Sonra da; «Asıl benim nefsim şefâat edilmeye muhtaçtır; ah nefsim, ah benim nefsim! Siz başkasına gidin; Muhammed’e gidin!» diyecek.

Onlar da bana gelerek;

«–Yâ Muhammed! Sen Allâh’ın Rasûlü ve son peygambersin. Allah Teâlâ Sen’in gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır. Rabbinin huzûrunda bize şefâat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?» diyecekler.

Ben de yürüyüp Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım. Sonra Allah Teâlâ daha önce kimseye öğretmediği en güzel hamd ü senâyı bana ilham edecek. Sonra bana hitâben;

«–Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! İste! İstediğin Sana verilecek. Şefâat et, şefâatin kabul edilecek!» buyuracak. Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve;

«–Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla!

Yâ Rabbî! Ümmetimi kurtar!

Yâ Rabbî! Ümmetimi bağışla!» diye yalvaracağım.

O zaman bana;

«–Yâ Muhammed! Ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l-eymen’den içeri al! Onlar başkalarıyla beraber cennetin diğer kapılarından da gireceklerdir.» buyurulacak.”

Sonra Rasûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Canımı kudretiyle yaşatan Allâh’a yemin ederim ki, cennet kapılarının iki kanadı arasındaki mesafe, Mekke ile (Bahreyn’deki) Hecer veya Mekke ile (Suriye’deki) Busrâ arasındaki mesafe kadar geniştir.” (Buhârî, Enbiyâ, 3; Tefsîru sûre, 17; Müslim, Îmân, 327, 32. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 10)

Demek ki;

O, «ümmetî» ifadesini sadece bir sözden ibaret olarak demedi.

Hadiste de görüldüğü üzere O;

Her bakımdan, her cihetten; her açıdan;

Bambaşka bir doluluk, özellik, merhamet, şefkat, rahmet, lütuf, mânâ, hikmet ve şefâat coşkusu içerisinde; «Ümmetî…» dedi.

Bunda, bizi minnet deryasına gark edecek bir başka misal:

O merhametli Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , Allah Teâlâ’nın kelâmındaki; İbrahim -aleyhisselâm-’ın;

“Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.»” (İbrâhim, 36) şeklindeki niyazını ve İsa -aleyhisselâm-’ın;

“Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz Sen izzet ve hikmet sahibisin.” meâlindeki duâsını (el-Mâide, 118) okudu, ellerini kaldırdı ve;

“Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!” diye duâ etti ve ağladı.

Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurdu:

“Ey Cebrâil, -Rabbin her şeyi elbette daha iyi bilir- (fakat insanlar da bilsin diye) git, Muhammed’e niçin ağladığını sor!”

Cebrâil geldi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi. Zaten Allah her şeyi en iyi bilendir. (Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ buyurdu:

“Ey Cebrâil, Muhammed’e git ve O’na şu sözümüzü ilet:

“Ümmetin konusunda Sen’i râzı edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz.” (Müslim, Îmân 346)

Hazret-i Peygamber’in nasıl bir iştiyak ve ısrar içerisinde ümmetini düşündüğünün ve ümmetinin selâmeti için çırpındığının eşsiz bir misâli de şöyle:

Sa‘d bin Ebî Vakkās -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber Medine’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azverâ denen yere yaklaştığımızda Rasûl-i Ekrem bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre duâ etti. Sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Tekrar ayağa kalktı, yine ellerini kaldırıp bir müddet duâ etti. Sonra secdeye kapandı. Bunu üç defa tekrarladı. Buyurdu ki:

“Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere secdeye kapandım.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162)

İşte;

O Şefîu’l-müznibîn, bu şekilde; «Ümmetî…» dedi.

Müstesnâ bir şuur ve gayret içinde;

Yerlerin ve göklerin, dağların ve taşların bile taşıyamayacağı emâneti sırtına alarak; «Ümmetî…» dedi.

Bütün mes’ûliyetlerini üstlenerek; «Ümmetî…» dedi.

Vazifesinde azıcık bir ihmal, en küçük bir gevşeklik ve en cılız bir isteksizlik de göstermeden bir ömür; «Ümmetî…» dedi.

Yani O;

Bu cümlesinin içini öylesine doldurdu ki, anlayan gönüller; bütün hayatlarını salât ü selâm nefesi hâline getirseler, yine de karşılığını ödeyemeyeceklerini hiç şüphesiz idrak ederler.

Çünkü O; «Ümmetî…» derken, en güzel ahlâkı gerçekleştirerek dedi. Emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak; «Ümmetî…» dedi.

En âcizleri, zayıfları, kimsesizleri korumak hassasiyetiyle yüce Allâh’ın ilâhî nusreti olarak; «Ümmetî…» dedi.

En canavar ruhları, en merhametli gönüller yaparak; «Ümmetî…» dedi.

En zâlimleri, en âdil kimseler hâline getirerek; «Ümmetî…» dedi.

O; «Ümmetî…» derken, daima;

En üstün özellikler, davranışlar, mes’ûliyetler ekseninde; «Ümmetî…» dedi.

Elinde bir şey yokken bile cömertliğin en müthiş tezâhürleri ile; «Ümmetî…» dedi.

“Aldatan bizden değildir.” düsturunu ikame ettiği müstesnâ bir ticaret ahlâkı ile; «Ümmetî…» dedi.

Mekke’de zalim müşriklerin her türlü tazyiki karşısında; vakar ve duruşunu, güzellik ve özelliğini yitirmeden, erimeden, kurumadan, üstelik daha da yeşererek, gelişerek, en olumsuz şartlarda bile şahsiyetini daha güçlü sergileyerek; «Ümmetî…» dedi.

Yanında îman eden sadece birkaç kişi olduğu, amcası Ebû Leheb’in bile kendisine karşı çıktığı ve davetinin toplumda henüz yaygın bir şekilde hüsn-i kabul görmediği en ümitsiz anlarda dahî sönmez bir ümit süreyyası hâlinde; «Ümmetî…» dedi.

Karşısındaki yığınla arsız müşrike bakarak asla; «Bunlardan adam olmaz! Her şey bitik, hepsi belhüm edal. Ne çıkar böyle sefihlerden?» şeklinde düşüncelere kapılmadı, bedduâ etmedi; «Acaba Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına göre hareket edebildim mi?» diye düşündü ve her şeye rağmen o ölü ruhları diriltme aşkı ve neticede başarısı ile; «Ümmetî…» dedi.

Kendi yetimliğini, dertlerini, ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak; «Ümmetî…» dedi.

Müşriklerin boykotları altında her türlü yardımdan mahrum iken de hakkı tutup kaldırarak; «Ümmetî…» dedi.

Doğup büyüdüğü topraklardan acı-tatlı nice hâtıralarıyla birlikte ayrılarak, hicret ederek İslâm’ı ve insanlığı ihyâ ile; «Ümmetî…» dedi.

Toplumda yer etmiş bir vahşet olarak kız çocuklarının diri diri gömülmesi, kölelik, zulüm, hak yeme, zayıfları ezme ve benzeri her türlü kötülükleri iyiliğe dönüştürerek; «Ümmetî…» dedi.

Her yönüyle emsalsiz ve nümûne bir aile reisi olarak; «Ümmetî…» dedi.

Evinde hanımlarına karşı vazifeleri ve davranışlarında en zirve örnekleri sergileyerek; «Ümmetî…» dedi.

Cibrîl-i Emîn’in önünde en canlı, mükemmel, kusursuz ve başarılı bir talebeliği gerçekleştirdi ve nihayet onu da geçti; «Ümmetî…» dedi.

Her sohbeti bir mektep oldu. Özellikle suffe mektebinde öğreticiliğin ve eğiticiliğin en zirve muallimliğini / hocalığını / üstatlığını yaparak; «Ümmetî…» dedi.

Her biri birer hidâyet yıldızı hâline gelen bir sahâbe nesli yetiştirerek; «Ümmetî…» dedi.

Bunu yaparken de;

Azıcık bile başkalarının değil, tamamen kendine münhasır düstur ve prensipler etrafında talebelerini sahipleniş ile; «Ümmetî…» dedi.

Üzerine hiçbir lekenin bulaşmadığı bir temizlik, berraklık ve duruluk ile; «Ümmetî…» dedi.

Her meselede elini taşın altına en önce O koyarak; «Ümmetî…» dedi.

Mihrabında en liyâkatli bir imâmet ile; «Ümmetî…» dedi.

Minberinde en fasih ve mükemmel bir hatip olarak; «Ümmetî…» dedi.

Sırlar ve hikmetler hazinesi olarak gönüllere rahmetler saçan, ibretler devşiren, en derin hakikatlere âşinâ eden bir mürşid, en tatlı sözlü bir nasihatçi, en kerim ifadeli bir vaiz vasfında; «Ümmetî…» dedi.

Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de, Huneyn’de, Tebük’te cesaret ve şecâatin, kahramanlık ve dirâyetin, sabır ve sebatın, idare ve sevkiyatın, asalet ve şahsiyetin, muazzam zaferler ve fetihlerin dâsitânî bir timsâli olarak; «Ümmetî…» dedi.

Mekke fethinde muzaffer bir kumandan olduğu hâlde devesi üzerinde secde vaziyetinde şehre girişiyle, bir tevâzu âbidesi olarak; «Ümmetî…» dedi.

Bir zamanlar kendi hayatına kastetmiş, nice işkenceler ve kötülükler yapmış düşmanlarına bile tevbeleri mukabili dostluk kapısını açıp da af bayramı ilân ederek; «Ümmetî…» dedi.

Toplumdaki zengin ile fakiri, yönetici ile yönetileni, yaşlı ile genci, güçlü ile zayıfı aynı safta, aynı hizada, aynı huzurda harmanlayarak ve kaynaştırarak; «Ümmetî…» dedi.

Bizlere her bakımdan şahit ve örnek olarak (el-Bakara, 143); «Ümmetî…» dedi.

Şahit, mübeşşir ve nezîr / müjdeci ve uyarıcı (el-Ahzâb, 45; el-Fetih, 8; el-Furkān, 56; el-İsrâ, 105) olarak; «Ümmetî…» dedi.

Allâh’a davetçi ve parıl parıl aydınlatıcı bir kandil (el-Ahzâb, 46) olarak; «Ümmetî…» dedi.

Bütün âlemlere rahmet (el-Enbiyâ, 107) olarak; «Ümmetî…» dedi.

Gerçekler ile (Fâtır, 24); «Ümmetî…» dedi.

Apaçık delillerle, Kur’ân ile (en-Nahl, 44); «Ümmetî…» dedi.

Sırât-ı müstakîm / dosdoğru yol üzere (Yâsîn, 4); «Ümmetî…» dedi.

İçimizden biri olarak (et-Tevbe, 128); «Ümmetî…» dedi.

Sıkıntıya uğramamız kendisine çok ağır gelen bir hassasiyetle ve bize çok düşkün bir hâl ile (et-Tevbe, 128); «Ümmetî…» dedi.

Mü’minlere Raûf ve Rahîm / çok çok şefkatli ve merhametli olarak (et-Tevbe, 128); «Ümmetî…» dedi.

Kendiliğinden değil, ancak vahiyle konuşarak (en-Necm, 3-4); «Ümmetî…» dedi.

Hiçbir ücret istemeden (Sâd, 85); «Ümmetî…» dedi.

Yüce Allâh’ın adını tesbîh ile (el-Vâkıa, 74); «Ümmetî…» dedi.

«Allah bizimle!» (et-Tevbe, 40) diyerek; «Ümmetî…» dedi.

Dîni Allâh’a hâlis kılarak Hakk’a kulluk içerisinde (ez-Zümer, 11); «Ümmetî…» dedi.

En güzel ve en yüce bir ahlâk ile (el-Kalem, 4); «Ümmetî…» dedi.

Cenâb–ı Hakk’ın da takdir buyurduğu ve beğendiği en güzel örnek hâl ve şahsiyet kıvamı (el-Ahzâb, 21) ile; «Ümmetî…» dedi.

Daima Allâh’a teslîmiyet ve tevekkül hâlinde, konuşması da susması da ibâdet vasfında, bütün amel-i sâlihleri müstesnâ bir takvâ ve ihlâs ekseninde, dar zamanlardaki muâmelâtı da melekleri imrendirecek bir mükemmellik çerçevesinde; yani her şeyiyle en güzel, en doğru ve emsalsiz bir nümûne olarak; «Ümmetî…» dedi.

Fazîletlerin en zirvesini sergileyerek; «Ümmetî…» dedi.

Bütün peygamberlerin hayran kalıp da; «Yâ Rabbî, bizi de O’nun ümmeti eyle!» diye niyazlarına vesile olan Nûr-i Muhammedîsi ile; «Ümmetî…» dedi.

Meleklerin gıpta ettiği mertebede; «Ümmetî…» dedi.

Hâsılı;

Allâh’ın tebrik ettiği şekilde; «Ümmetî…» dedi.

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah, onlara azap edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) âyeti çerçevesinde;

«Ümmetî…» dedi.

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” müjdesini vererek; «Ümmetî…» dedi.

Peki,

Ya biz?

İhtiyaçlar, hasretler ve hicranlar içinde;

«Şefâat yâ Rasûlâllah!» derken, nasıl bir vasıfta bu ifadeyi O’na takdim ediyoruz?

Biz?

O’na; «Lebbeyk!» derken sahâbe misâli pervâne olarak mı yoksa usûleten mi dilimizi kıpırdatıyoruz? Gönlümüz de dilimizle birlikte hattâ dilimizden daha ziyade kıpırdıyor mu?

Kıpırdaması için belki de;

O’nun yüce ölçüleri içerisinde nefsimizi muhasebe ederek şu hakikati görmeliyiz:

Tercih için sekiz cennet var iken,
Cehennemi seçenlere vah yazık!
Testi testi kevser suyuna rağmen
Zehir-zakkum içenlere vah yazık!

Ne umuyor nefis, günah dağından?
Niye kaçmaz balık, şeytan ağından?
Vah, Nebî’nin güller dolu bağından
Nemrut gibi geçenlere vah yazık!

İnsanın şerridir en büyük tahrip;
Yüce güzelliğe kötü söz deyip,
Haramlar içinde kul hakkı yeyip,
Ateş gömlek biçenlere vah yazık!

Vah, vah yazık şaşanlara sırâtı,
Vah görmeyenlere hak gidişâtı,
Hiç hesap etmeden esas hayâtı,
Yalan yanlış ölçenlere vah yazık!

Ezelden ey Seyrî bu yol ebede,
Ölüm istasyonu şu fânî cadde,
Böcek bile «Allah» dediği hâlde,
«Hû» demeden göçenlere vah yazık!

Tabiî;

Kendimize yazık etmemek için Hazret-i Peygamber’in muhabbet, itaat ve sünneti üzere olabilirsek nâil olacağımız netice o zaman «Ne mutlu!» ifadesinden ibaret olacaktır:

Gel-geç sevgileri sokmayıp kalbe,
Hakk’a gönül verenlere ne mutlu!
Her günaha karşı ederek tevbe,
Yalnız sevap derenlere ne mutlu!

Kul, Hakk’a sarılıp yana yakıla,
Hayat namazını dosdoğru kıla.
Oku çekip kötülüğe, bâtıla,
Âyet yayı gerenlere ne mutlu!

Kur’ân ikliminde gül olana dek,
Çok konuşmak değil, yaşamak gerek,
Yüce Peygamberi hoşnud ederek,
Hak rızâya erenlere ne mutlu!

Emirde, nehiyde haddi aşmadan,
Hesâbı, kitâbı, gram şaşmadan,
İnce sırat köprüsünden düşmeden
Postu Arş’a serenlere ne mutlu!

Arş’a koş ey Seyrî, yatma zeminde,
Hâlin cennet olsun dîn-i mübinde
Azrâil’i değil, ecel vaktinde
Hak cemâli görenlere ne mutlu!

Elbette;

Bu kıvama ermemiz için sözüyle, özüyle ve her hâliyle bizi terbiye eden Hazret-i Peygamber’in; «Ümmetî» iştiyakı ile bizleri sahiplenmesi karşısında yaptıklarımızın cılızlığı, azlığı ve yetersizliği dolayısıyla mahcubiyetimizi telâfi için gerekli olan gayretlerimizi artırmanın yanında bir de bol bol salât ü selâmlar getirmek, gönül borcumuz.

O bize asırların ötesinden değil hemen içimizde, âdeta göz göze selâm ediyor. O hâlde, muhabbetin en zirve ve en yanık coşkusu ve hasreti ile;

Selâm, varlık sebebi, Hakk’ın yüce Habîbi,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!
O şefâat sâhibi, iki cihan tabîbi,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!

Efendimiz, cânımız, îmânımız, tâcımız,
Ebedî müjdecimiz, yegâne sirâcımız,
Sevgimiz, her şeyimiz, Allâh’a mîrâcımız,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!

Evvel-âhir parlayan nûrunun yok benzeri,
Şefkatin, merhametin, muhabbetin cevheri,
Enbiyâlar serveri, ins ü cin Peygamberi,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!

Olsun hem bâkî selâm, âline, ashâbına,
Yerde-gökte pervâne muhabbet erbâbına,
Şahâdet güneşinin O solmaz mehtâbına,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!

Ey Seyrî, sabah nûru, hasretin ikindisi,
Gül denir, inci denir, kendi ancak kendisi,
İnsanların seyyidi, seyyidler efendisi,
Muhammed Mustafâ’ya sonsuz salât ü selâm!

Dillerimizi ve gönüllerimizi daha nice salât ü selâmlarla doldururken kendimize bir daha soralım;

O, nasıl bir dolulukla;

“Ümmetî” dedi; biz nasıl?